Bir Hayat Ekseni: Edebiyat
2015 Yunus Nadi Öykü Ödülü sahibi, çağdaş edebiyatımızın dikkati çeken ismi Gaye Boralıoğlu, her yaştan insanın yaşamında edebiyatı deneyimleme ihtiyacına ilişkin gözlemlerini paylaşıyor; “Neden yazıyorum?” sorusunun peşine düşüyor.
İlk kitabı çıkan bir yazar da olsa, dünyaca ünlü bir romancı da olsa, istisnasız her yazara sorulan bir soru var: Neden yazıyorsunuz ? Bu öldürücü soru, her nedense başka sanat alanlarında ürün veren insanlara sorulmaz. Bir müzisyene gidip, “Neden müzik yapıyorsunuz?” diye sorulduğunu duymadım. Oysa her yazar bir gün mutlaka, “Neden yazıyorsun ?” sorusuyla karşı karşıya kalır.
Demek ki, en kadim sanatlardan biri olan yazma eyleminde insanın yadırgadığı, yüzyıllardan sonra hâlâ garip gelen bir taraf var. Bu soruya Borges, “Acil bir soruna, bir iç gerekliliğe yanıt vermek için yazarım,” diye cevap vermiş. Necib Mahfuz, “Zevk için yazarım,” demiş. Isaac Asimov, “Hangi nedenle nefes alıyorsam, o nedenle yazıyorum. Çünkü bunu yapamazsam ölürüm,” derken; Milan Kundera, “Düşmanlarımı kışkırtmak, dostlarımı kızdırmak için yazarım,” diye yanıt vermiş. Adonis ise, “Tanrı’nın söylediği ve yazmadığı şeye yankı olsun diye yazarım,” demiş. (Bir nevi Tanrı yazarlık durumunu kastetmiş olmalı.) Heinrich Böll, “Yazmayı seviyorum, çünkü bir tür inşa etme sevinci,” demiş. Sait Faik, “Yazmasaydım delirecektim,” derken; Cemal Süreya, “Çok kazık soru!” yanıtını vermiş.
Bir edebiyat öğretmeni yüzünden mi yazıyorum ?
Sormakta bir keramet olsa gerek diye düşünerek, bu “kazık” soruyu bir yazar olarak ben de kendime sordum. İlk aklıma gelen, acaba bir edebiyat öğretmeni yüzünden mi yazıyorum, oldu. Çünkü, o bütünleşme ve kucaklaşma ânı çok kritik.
Okuma yazma öğrenmeden önce okumaya başlayan, çok okuyan bir çocuktum. Ablam geceleri bana hep masal okurdu. Çocuk kitaplarının bugünkü gibi çok olduğu zamanlar değildi, ama evde birkaç masal kitabıyla bol miktarda çizgi roman vardı.
Ablamın her gece okuduğu Andersen’den Masallar ’ı ezberlemiştim. Sanki okumayı biliyormuş gibi yapıp insanları kandırıyordum.
Dokuz on yaşlarındayken, ezbere bildiğim bir sandık dolusu kitap vardı. Aslında onları ezberlediğimin çok da bilincinde değildim. Ta ki, bir gün dayım bize gelinceye kadar. Dayım geldiğinde annem, “Bu sandıktaki kitapların hepsini ezbere biliyor,” dedi. Dayım tabii ki inanmadı. Sandıktan herhangi bir kitap seçmesini ve istediği bir sayfanın ilk satırını okumasını istedim. O başladı, ben de gerisini kitabın sonuna kadar söyledim. Böyle bir hafızam ve tutkum vardı. Sonraları tutkum kaldı, hafızam kayboldu.
Bugün öyle bir hafızam yok.
Kitaplarla geçen bir çocukluğun ardından: “Ceset”!
Kitaplara aşkla geçen bir çocukluğun ardından liseye başladığımda, büyük bir hevesle edebiyat öğretmenimi bekledim. O büyülü ânın gelmesini, o bütünleşme ânının gerçekleşmesini bekliyordum.
Sınıfa bir kadın girdi ve daha üçüncü dersten itibaren lakabı “ceset” oldu. Hiç renk vermeyen yüz ifadesi, değişmeyen ses tonu ve inanılmaz monotonluğuyla, bize ders kitabımızdaki parçaları okuttururdu. Ne yazarı tanıyorduk, ne dilini çözümlüyorduk, ne de ruh halini anlamaya çalışıyorduk. “Ceset” bize o parçayı ezberletir, sorularının tam da onun beklediği cümlelerle cevaplanmasını isterdi.
Ezberlemek kolaydı, benim işimdi, ama gerisi bir felaketti. Edebiyatla ilişkim ilk orada sarsıldı. Dolayısıyla, “Neden yazdın ?” sorusunun yanıtı olarak bir edebiyat öğretmeninin adını söyleyemeyeceğim. Umarım bugünkü öğrenciler ileride, “Neden yazıyorsun ?” sorusuyla karşılaştıklarında, edebiyat öğretmenlerinin adını zikredebilirler.
Üniversiteyi, 12 Eylül döneminde, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde felsefe eğitimi alarak geçirdim. Felsefeyle derin bir ilişki kurdum ve bu ilişki, daha sonra yazdığım edebi metinlerde kendini hep hissettirdi. Tabii 12 Eylül sürecini, İstanbul Üniversitesi’nin hapishaneye benzeyen koşullarını düşününce, okul hayatımın edebiyat konusunda çok da yüreklendirici olmadığı açık. Yani yazar olmamın sebebini üniversite hayatımda da bulamadım.
Peki, bu sorunun cevabı nerede olabilir ? Bir edebiyatçı, “Neden yazıyorsun ?” sorusunu, “Hayatımı sürdürmek için,” diyerek de cevaplayabilir.
Hayatımı sürdürmek için üç iş yaptım; gazeteci, reklam yazarı ve senaryo yazarı oldum. Popüler ve ünlü dizilerin, filmlerin senaryolarını yazdım. Onlardan para kazandım, ama edebiyattan hâlâ para kazanamıyorum. Türkiye’de yazarlığı iş olarak yapan ve hayatını bu şekilde sürdürebilen insan sayısı, bir elin parmaklarını geçmez. Edebiyatla ilişkiyi para üzerinden kurmak pek mümkün değil. Başka bir iş yapmak zorundasınız.
Senaryo yazarlığı, benim için önemli bir deneyimdi. Ablamın anlattığı masalları gözümde canlandırırken, oradaki karakterlerin yerinde kendimi hayal ederken, başkalarıyla özdeşleşmek, başkasının gözünden yazabilmek yaşadığım bir duyguydu. Yarattığınız karakterin kendisi olup, dünyaya oradan bakabilmek, ruh halini ve dilini bulmak, yeni bir dünyanın içinde o bulduğunuz verilerle ilerlemek, her edebiyatçının yaşadığı bir süreç değil. Bunu bir artı olarak söylemiyorum; bu bir yol, benim edebiyatımın yolu.
İçinden geçtiğim, dilini kurduğum karakterler…
Bazı yazarlar kavramlardan hareket eder ve bu, “tanrı yazar” fikrine daha uygundur. Bazı yazarlar da karakterlerinin içine girer ve dünyayı okuruna oradan yansıtır. Ben bu iki yolun arasında bir yerde duruyorum. Son kitabım Dünyadan Aşağı ’yı (2018) tam da buradan yazdım.
İlk kitabım Hepsi Hikâye’yi (2001) okuyanlar, bunun bir özyaşamöyküsü olduğunu düşündü. Meseleleri çözemeyen, hafif çatlak, hayatla başa çıkmaya çalışan, ikircikli bir karakter vardı orada. Özyaşamöyküsü değildi aslında, ama bu algı, karakterin dilini kurabilmemle ilgili bir beceriydi. Bu ilk kitabımı yazarken de, “Neden yazıyorsun ?” sorusuyla karşılaşmışım ve “Katil olmamak için !” cevabını vermiştim. O zamanlar, öylesi bir şiddet hissediyordum herhalde içimde.
Ardından Meçhul (2004) geldi. Büyülü gerçekçiliğe yakın bir üslubu vardı romanın. İçinden geçtiğim, anlattığım, dilini kurduğum karakter sayısı çoğalmıştı artık. Ortada olmayan birisinin ana karakter olduğu, onu tanıyan kişilerin İbrahim üzerine yarım yamalak, hurafelerle dolu bilgileri paylaştığı deneysel bir kitaptı. Ana meselesi gerçeğin ne olduğu, insana dair bilginin ne kadar imkân dahilinde olduğu sorunsalıydı.
Sonrasında gelen Aksak Ritim (2009), gençlik romanı İçimdeki Ses (2013) ve Mübarek Kadınlar (2014) gibi kitaplarıma bakıldığında, neden yazdığım sorusunun cevabında, bir kadın olarak yaşadığım güçlüklerden bir kaçış olması ihtimalini de görüyorum. Ya da kadınların dertlerine derman olma, onlara dokunma hissinin.
Ahmet Mithat ile Fatma Aliye’nin birlikte kaleme aldıkları Hayal ve Hakikat adlı bir roman var. Kitabın adının altındaki yazar bölümünde, “Ahmet Mithat ve Bir Kadın” yazar. O günlerden bugüne, kadınların hayatında elbette çok şey değişti, ama ne yazık ki hâlâ pek çok noktada, varoluş mücadelesi vermek zorunda kalıyoruz; edebiyat da buna dahil.
Edebiyat çarpıtılamaz, çünkü zaten çarpıktır.
Roman, paralel bir evrende yaşamaktır. Bir dünya kurarsınız ve gündelik hayatınızı sürdürseniz bile, o dünyanın ve o kurduğunuz dilin içinde kalmaya çalışırsınız. Yeni yayımlanan romanım Dünyadan Aşağı ’yı aşağı yukarı iki yıl önce yazmaya başladım. O günden bu yana, Türkiye çok karanlık bir sürecin içine girdi. Romanıma felaketler silsilesi eşlik etti.
Dünyadan Aşağı ’yı yazdığım bu süreçte, o önemli soru üzerine yeniden düşündüm. Bir yandan kurduğum paralel evrendeki gerçekliği yaşarken hepimizi, özellikle de kadınları çevreleyen dünyada insana huzursuzluk veren, tedirgin eden durumlara, karakterim Hilmi Aydın’ın gözünden bakmaya çalıştım. Yaşadığımız değerler kaybından, yoksunlaşmanın ve vasatlaşmanın hikâyesinden söz ettim. Baba oğul ilişkisi üzerinden, sıradan bir insanla otorite arasındaki ilişkiyi sorguladım.
Kitabı yazmaya çalıştığım süreç boyunca, Adorno’nun “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır !” sözü üzerine çok düşündüm. Unutmaya ve yok saymaya çalışarak yazmaya çabalarken, barbarlık olmasa bile, bencillik ettiğim duygusuyla sıklıkla bölündüm. Vicdan azabı içinde, daima metni sorgulayarak yazmak, iki katı yorgunluk veriyor insana.
Romanın son bölümlerini yazarken, Avusturya’da bir yazarevindeydim. Orada, belirli bir mesafeden kendime ve ülkeme bakarken şunu sorguladım samimiyetle: Ya edebiyatı bırakmak ve siyasetin
içine girip söz almak lazım ya da insanın kendini edebiyata adaması lazım. Benim için ikisi arasında bir yol yok. Orada, Tuna Nehri’nin kenarında yürürken şundan emin oldum: Edebiyatı bırakmayacağım.
Edebiyatı bırakmak, yok oluşu kabullenmek demek. Çünkü edebiyat, en derin hafızadan daha derin bir hafıza aslında. Her şeyi unutabiliriz, ama o ruh ya da bilgi, bir kitabın içinde sonsuzluğa kadar yaşar.
Edebiyat her tür gerçeklikten, hatta tarafsız bir tarih yazımından bile daha hakikidir. Çünkü edebiyatın gerçekle işi yoktur. Gerçek her zaman çarpıtılabilir bir şeydir. Edebiyat çarpıtılamaz, çünkü zaten çarpıktır. Edebiyat, kuşakları birbirine bağlar ve aslında kesintisiz bir gelenek yaratır. Yıkılması mümkün olmayan bir gelenek.
Tüm bu hesaplaşmalardan sonra, o meşhur soruya dönersek, galiba biraz Descartes’çı bir yaklaşımla şöyle yanıtlayacağım: “Yazıyorum, o halde varım!” diyeceğim. Dünyada hiçbir şeye inancım olmasa bile, yazdıklarımı okuyacak bir kişi vardır, diye düşünüyorum. İşte ben, hep o bir kişi için yazacağım.