Dijital İletişimde Bağımlılıktan Mucizelere…
İletişim ve sosyal medya konularında dünyanın önde gelen uzmanlarından, Next Academy Başkanı Levent Erden, geleceğin dijital dünyasının kapılarını eğitimciler için araladı.
Bugün herkes, geleceği merak ediyor ve geleceğin nasıl olacağını öğrenmeye çalışıyor. Sahiden, gelecekte ne olacak? Önce, 1890-1990 arasındaki 100 yıllık dilime bakalım: İnsanlar 2000 yılında, yani bugünden 18 yıl önce neler olacak diye öngörülerde bulunmuş. Acayip kıyafetlerle tekil olarak uçacağımızı düşünmüşler. Kitapların kıyma makinesi gibi bir alete atılabileceğini ve oradan insanların beynine tüm bilginin aktarılacağını sanmışlar. Bugün de sürekli bir şeyleri öngörmek durumundayız.
3 bin yıl boyunca insanlığın hızı değişmemiş !
Tarihteki ilk yazılı barış antlaşması olarak bilinen Kadeş Antlaşması bugün İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde. Bu antlaşmayla sonuçlanan Kadeş Savaşı’nda (MÖ 1274) metal aksamlı savaş arabaları kullanılmıştı. Bu arabalar saatte 16-20 kilometre hızla gidiyordu ki bu, o güne kadar insanlığın bir araç kullanarak ulaşabildiği en yüksek hızdı. 1840-1860 yıllarında buharlı trenin hızı da saatte 16 kilometreydi. Üç bin yıl boyunca insanlığın hızı hiç değişmemişti. Bir yerden bir yere hep aynı sürelerde gidebilmişlerdi. Dolayısıyla, birbirlerine karışmamışlardı; kültürler de daha az karışmıştı.
Hız değişmediği için, örneğin 17. yüzyıldaki bir insanın ömrü hayatı boyunca aldığı toplam haber, bugün önemli bir gazetenin pazar ilavelerindeki haberlerden daha azdı. 1943-1944’te, Alman biliminsanlarının geliştirdiği V1 ve V2 adlı insansız füzeler, dakikada 16 kilometre hızla İngiltere’yi vurdu. Böylece, üç bin yıl boyunca saatte 16 kilometre olan insanlığın hızı, dakikada 16 kilometreye yükselmişti ve Almanlar ilk iş olarak, Berlin’den Londra’yı vurmuştu. 1960’ların başında uçaklar ses hızını aştı; sonra da Ay’a gidildi.
Ay’a gidildiği sırada 11 yaşındaydım; tüm iniş sürecini radyodan dinlemiştim. Bu kadar uzağa ilk defa gidiliyordu ve gidişten iniş kalkışa kadar, hesap edilmesi gereken binlerce ayrıntı vardı. Astronot Neil Armstrong’un, iki Trakya büyüklüğündeki bir alanda doğru yere inebilmek için sadece 39 saniyesi vardı. O günden beri, 39 saniyede eldeki veriyle maksimum derecede, en iyi kararı vermek gerektiğine inanıyorum. Hatta 38 saniye bile çok uzun geliyor. Çünkü bugün bambaşka bir hız algısının içindeyiz.
Geleceğe ait hikâyeler inandırıcı olmalı.
Dünyanın en büyük kütüphanesi olan Amerikan Kongre Kütüphanesi’ni normal yollarla ya da tankerlerle Avrupa’ya taşımaya kalksanız, bu iş altı ya da sekiz ay sürer. Oysa bugün, bu işlem bir saniyenin altına indi. Dolayısıyla, geleceğe ait hikâyelerin inandırıcı olması lazım. “Turist Ömer Uzay Yolunda” (1973) filmindeki Taksim karesinin geri planında, bugün yıkılan Atatürk Kültür Merkezi’nin ve The Marmara Oteli’nin inşaatını görebilirsiniz. Biz geleceği böyle görmüşüz, ne yapalım?
Şimdi ise “içine doğanlar” geliyor. İçine doğanlar dediğimiz nesil, bizim gibi değil, çok başkalar. Bundan beş yıl önce, bu kadar ileri düzeyde ve sürekli dijital kullanımı haber olabilirdi; ama bugün hiçbir haber değeri yok, gayet normal. Bu insanlar dijitalin içine doğdu, bununla büyüyor. Yeni bir insan türü var bugün ve onlar 20’li yaşlara, hatta bir kısmı 30’larına geldi bile. Türkiye’de değişimle ilgili en büyük sorun 40-50 yaş arasındadır. Çünkü onlar üniversiteyi bitireli 20 yıl olmuştur. O sırada dünya değişmiştir, ama o insan değişmemiştir. Kendi 20’li yaşlarında öğrendikleri bilginin bugün hâlâ geçerli olduğunu zannediyorlar, oysa öyle değil. Gençler bugün hem heyecanlı, hem dinamik, hem de tecrübeliler.
Hepimizin aşina olduğu emojiler de bir sürat konusu. Dünyanın en büyük şirketlerinden biri, yazılı iş başvurusu almaktan vazgeçmiş, kültürel farkları boş vermiş. İnsanlardan 140 emojide kendilerini anlatmalarını istiyor. Dört yıldır bu şekilde işe alım yapıyorlar, çünkü hıza ihtiyaçları var. Hız bugün hayatımızın en önemli parametresi. Hızı hesaba katmaz, bir şeyleri yavaşlatmaya çalışırsanız “olmazsınız”. Artık Alis Harikalar Diyarında gibi koca romanları, tek bir posterde, emojilerle anlatabiliyorsunuz.
Nesil farkı, kafaları da farklılaştırdı.
Yeni dönemin ve gelen yeni neslin, en önemli konularından biri de “ben”. “Ben” bencillik değil; artık bir kriter. Reklamlardaki gibi, komşunun ya da misafirlerin gelip sizi beğenmesi önemli değil. Bugün, insanların “kendini beğendiği” bir evreye geçtik. İlk kriter, insanın önce kendini beğenmesi. Dışarıdan gelen iltifatlar, övgüler ancak bu kendini beğenme halinden sonra algılanıyor, anlam ifade ediyor. Selfie (özçekim) dediğimiz şey, birilerine hava atmaktan çok, kişinin önce kendini beğenmesini sağlayan ve bu sayede başkalarına sunmasına yol açan bir araç.
Tüm bu farklılıklar önemli bir noktayı işaret ediyor. Nesil farkı, kafaları da farklılaştırdı. Hedefler değişmeye başladı. Eskisi gibi bir nesil farkından söz edemeyiz. Tecrübeli bir nesil var bugün. Herkes, bulunduğu yaştan 10 yaş daha tecrübeli. Kendinden 10 yaş büyükten daha tecrübeli. Eskiden “Ah şu gençler !” diye ahkâm kesilebiliyordu, artık bunun da sonu geldi. 28-29 yaşındaki insanlar, “Gençliğimde…” diyerek cümleye giriyorlar. İşte o zaman, kafalardaki farkı daha fazla hissediyorsunuz. Kafa farkı, beraberinde başka değişimleri de getiriyor. Otoritenin anlam ifade etmediği, unvanların işlevini yitirdiği bir dönemdeyiz artık. Unvandan ziyade, neyi ne kadar sattığınız, nasıl ürettiğiniz, hangi hızda neyi başardığınız önemli. Klasik süreçlerin sonuna geldiğimiz, tek bir doğrunun olmadığı, statükonun anlamını yitirdiği, kesin kuralların olmadığı bir zamandayız. Kurallar, her gün kendi içinde yeniden tanımlanıyor.
Türkiye interaktif ortamlarda, dünyadaki ilk 10 ülkeden biri. Hiç alışık olduğumuz bir şey değil. Bugüne kadar ancak, 0-3 ay bebek ölümleri, ölümlü trafik kazaları, kadın cinayetleri vb için ilk 10’a girmişizdir. Ama ilk 10’a girmek, önde olmak, yani önümüzde taklit edilecek birinin olmaması demek. Sosyal medyada bu kadar aktifiz madem, şunu düşünmeliyiz: Sosyal medyanın sosyalliği falan sıfır, tek başınayız. Suratını bile görmediğimiz binlerce “arkadaş” ya da “takipçi” var. Ama herkes acayip bir şekilde tek başına, yapayalnız. Öte yandan, şehirler, sokaklar güvenli değil diye diye, çocuklar ve gençler evde oturuyor. Peki, ilişkiyi nerede kuracaklar? Onların aradığı sosyallik burada, sosyal medyada.
“Günaydın” yerine #günaydın !
İlk zamanlar sosyal medyada çocuklar ve gençler yok, diye düşünüyorduk. Oysa şu anda, her sosyal mecrada yazıyorlar. Onların sayesinde, yeni bir yazılı iletişim çağı yaşıyoruz. Bu çocuklar çok şey yazıyor. Toplam yazdıklarına bakarsak, benim o yaşlarda yazdığımın 20 mislini yazıyorlardır. En ilginci de, buna “konuşmak” diyorlar. Twitter’da retweet ya da trend topic olan konulara bakıldığında, sosyal medyadaki yalnızlık haliyle nasıl başa çıktıklarını çok net görebiliriz. En popüler etiket #günaydın olabiliyor. Çünkü normal hayatta kimsenin kimseye “günaydın” diyecek hali yok belki, ama #günaydın yazıp paylaşmak bol beğeni getiriyor.
Bu bağlamda, artık sahip olmanın bir anlamı kalmadı. Ayda bir milyon dolar kazanan şirket CEO’ları bile profil resimlerine, tuttukları futbol takımının resmini koyuyor. Çünkü asıl sorun, bu yalnızlığın içinde bir şeylere ait olma arzusu. Aidiyetin yoksa, yapayalnızsın. Dahası, bu yalnızlık sadece sosyal medyanın değil, giderek büyüyen kentlerin, dağılan hayatların bir sonucu. Eskiden insanlar kendileri gibi olanlarla, memleketlileriyle ya da mahallelisiyle yan yanaydı. Bugün yan yana olmak ya da sahip olmak değil, neye ait olduğu önemli insanın.
Yakalayamayıp Iskalama Korkusu
En baştaki hız konusuna dönersek, hepimiz bugün YIK’tan muzdaribiz. Nedir YIK? Sabah kalktığımızda başımıza düşen ilk duş damlasından itibaren başlıyoruz saymaya… Tatil, iş, WhatsApp grupları, cevaplanması gereken e-postalar, tuvalette bile bakılan sosyal medya hesapları, orada görülen yeme içme mekânları ya da dizi film önerileri… Akşam yatağa yattığımızda bir bakıyoruz ki, sabah güne başlarken düşündüğümüz şeylerin ancak %10’unu yapabilmişiz. Yarın sabah liste daha da kabaracak.
Bugün ne kadar çabalasan da, bir şeylere mutlaka yetişemiyorsun. Arz patlaması o kadar yüksek bir zamandayız ki, hangi kitabı okursak okuyalım, diğer üç kitabı okuyamayacağız. Tatmin olmak çok zor. Yapacak çok şey var, ama zaman 24 saatle sınırlı. YIK bu işte: Yakalayamayıp Iskalama Korkusu.
Hep bir şeyleri ıskalayacağımızı düşünüyoruz ve her şeyi sıkıştırıyoruz. Youtube’un bu kadar çok kullanılmasının nedeni, mecrada ortalama bir içeriğin seyredilmesinin 3,10 dakika olması. Youtube’a bilinçli olarak bir şey izlemeye girmiş olsak bile, ilk dört saniyede terk etme oranı %60. Bu acayip bir hız. Asıl meselemiz, zamanın ve hızın kullanımı.
Tüm bu olan bitene karşı çıkmak yerine, eldeki olanaklarla zamanı en iyi şekilde kullanmanın yollarını anlamalıyız.
Instagram’da fotoğraf paylaşmaya başladık. Oysa bugün Instagram’da “hikâye” paylaşma özelliği de var. Neden film ya da video değil de “hikâye” adını koydular bu özelliğe? Teknik bir isim yerine, herkesin kendi düzenleyebileceği bir hikâye alanı olması daha mantıklı geliyor. Üniversitede, interaktif pazarlama ve işletme alanında bir yüksek lisans programı yürütüyorum. En önemli derslerimizden biri, hikâye anlatmak. 17 filmi gişe rekortmeni olmuş bir senaristin verdiği, en önemli derslerimizden birinin adı “hikâye anlatmak”.
“Gerçekçi ol, imkânsızı iste !”
Artık bir şeyleri farklı anlatabilmek zorundayız. Hikâyesi yoksa, “bu gerçek” dediğiniz anda olay bitiyor. Hikâyelere ihtiyacımız var, her şeyi bir hikâyeyle anlatmak zorundayız. İşimizin bir hikâyesi, yaptıklarımızın bir hikâyesi, süregelen savaşın bir hikâyesi var. Hikâyeleri anlamak da yetmiyor; hikâyenizi anlatamıyorsanız, yoksunuz. Bundan sonra hiç kimseye, “Büyüyünce ne olacaksın?” gibi bir soru sorulamayacak. Çünkü zamana değil, hıza dayalı insanlar yetiştirmek zorundayız. İnsanlar artık hıza dayanıklı oldukları, değişimi sürekli olarak takip edebildikleri sürece varlar. Teknolojiyi tu kaka edemeyiz.
Mayıs 1968’de, Fransa ve dünyadaki Öğrenci Hareketi’nin bayıldığım sloganı, bugün hepimiz için geçerli: “Gerçekçi ol, imkânsızı iste !” Bugün de böyle: Gerçekçi olup imkânsızı istemek zorundayız. Şayet imkânsızı istemiyorsak, bırakalım bu işleri. Evet, teknoloji her şeyi değiştirecek, ama bir yere kadar. Bazı şeyleri de değiştiremeyecek. Bunun farkında olmalıyız. “Oyuncak Hikâyesi”nde Buzz Lightyear’ın dediği gibi, sonsuza ve ötesine gitmeliyiz.