Dilin ve gerçeğin zirvesinde, edebiyat!
Edebiyat eleştirmeni, yazar ve yayıncı Semih Gümüş, edebiyatın dönüştürücü bir güç olan dilsel yaratıcılığı barındırması; edebiyatın dilin doruk noktası olması; yazınsal dilin çokanlamlılığı, yeni nesil yazarların sorunları ve edebiyatın gerçekle ilişkisi üzerine deneyimlerini aktarıyor.
Edebiyattan söz ederken yaratıcılık gündeme gelir. Edebiyat metinleri, yaratıcı metinlerdir ve onu ortaya çıkaran yazıdır. Edebiyattaki yaratıcılık, öteki alanların hiçbirinde olmayan bir özelliğe sahiptir. Bu nedenle, hem edebiyatı öteki alanlardan ayırt eder, hem de onu iyi anlatmak için sürekli olarak yaratıcılıkla birlikte anılır. Yaratıcılık denildiğinde, yaratıcı düşünce akla gelecektir. Söz gelimi, felsefenin de kendisini yaratıcı bir düşünce içinden geçerek ortaya koyduğunu, bu yolla anlattığını ve yine o yaratıcı düşünce içinde anlaşılması gerektiğini söyleyebiliriz.
Öte yandan, edebiyatı da felsefenin yaratıcı düşüncesinden ayıran bambaşka bir yaratıcılık var. Edebiyatın doğasındaki yaratıcılıktan söz ettiğimiz zaman, gerçekle olan ilişkisine bakmak ve edebiyatı doğal yaratıcı bir gerçeklik olarak ortaya çıkaranın ne olduğunu sorgulamak gerekir. Bir edebiyat metninin, öyküyü, romanı ortaya çıkaran birçok öğesi vardır. Bunlar arasında en önemlisi ve ilk akla geleni, hiç kuşku yok ki, dildir. Edebiyat metni, dil varsa vardır, yoksa yoktur. Hangi dildir bu? Evde ya da sokakta yaşayan dil mi?
Edebiyat dili, dilin doruk noktası…
Yaratıcı dil, yazınsal dil dediğimiz, öteki alanların hiçbirinde olmayan ve öteki alanların hiçbirinin kullanmak zorunda olmadığı, kullanması gerekmeyendir. Örneğin, tarih, siyaset ya da akademik alanların herhangi birinde yaratıcı yazınsal dil kullanılır mı? Edebiyatın dışındaki bütün alanlar, hangisi olursa olsun, asıl olarak doğrularla yanlışları ayırt etmeye, doğruları bulmaya, onları aktarmaya ve dile getirmeye çalışır. Dil, diğer alanlarda asıl olarak bu işlevleri yerine getirmek için vardır. Bu edebiyatta da böyle midir?
Edebiyatta yargılayıcı, kural koyucu bir dil kullanılmasına hiç gerek yoktur. Edebiyat, gerçek hayatın içindeki doğrulardan çıkar, ama sonrasında yaratıcı yazınsal dil içinde o doğruları öylesine dönüştürür ve başkalaştırır ki, sonunda hiçbir zaman tekrar dönüp o doğruların gerçek hayatla sınanması gerekmez. Sonuçta edebiyatın bu yaratıcı yazınsal dili, öteki bütün alanların dilinden daha yüksek bir noktadır. Yani edebiyat dili, dilin doruk noktasıdır. Bu, bizim ona keyfi bir biçimde yakıştırdığımız herhangi bir özellik değildir.
Edebiyatın doğası
Edebiyat dilini, yazınsal dili öteki bütün alanlardan daha çok geliştiren, zenginleştiren hepsinin üstünde doruk noktasına çıkaran, edebiyatın doğasıdır. Çünkü yazınsal dil dediğimiz şey, bir edebiyat metni içinde doğrudan taşıdığı anlamların dışında, aslında açıkça görülmeyen ve dile getirilmeyen, başka birçok anlamı da taşıyabilme özelliğine sahip olan dildir.
Söylediğiniz sözün doğrudan bir anlamı vardır ki, onu okuma sırasında öncelikle görür, ilk okumada fark edebilirsiniz. Ama o dil, bazen ilk okumada fark ettiğiniz, bazen de ancak sonraki okumalarda fark edebileceğiniz öyle başka anlamlar da taşıyabilir ki, bu özellik başka herhangi bir alanda yoktur. Örneğin, gazetedeki bir köşe yazarının yaratıcı yazınsal dili kullanarak doğrudan söylemek istediklerinin dışında başka anlamlar da çağrıştırması aslında yalnızca fantezidir.
Bir bilim kitabında, tarih kitabında böyle bir dil kullanmaya gerek var mıdır? Hiç mi hiç gerek yoktur. Edebiyat niçin böyle bir dili kullanır? Çünkü onun gerçekle ilişkisi, öteki bütün alanlardan farklıdır.
Kitaplar kitaplardan…
Edebiyat nerden çıkıyor? Öncelikle gerçek hayattan, yaşadığımız hayattan çıkıyor. Ama yalnızca onunla yetinmiyor. Edebiyatın başlıca iki kaynağı olduğu söylenir. Gerçek hayat, büyük bir malzeme elbette. Ama bazen gerçek hayatın da önüne geçen ikinci bir kaynak daha var ki, o da öteki kitaplardır.
Edebiyat gerçek hayattan çıkıyorsa, yaratıcı yazar malzemesini hangi hayatın içinden alıyor? Birincisi, kendi yaşadığı hayattan, ikincisi tanık olduğu hayattan. Bu durumda, bizim yaşadığımız ve tanık olduğumuz, kendimize bir malzeme olarak seçeceğimiz o hayat, bizim ulaşabileceğimizle sınırlı değil midir?
Oysa kitaplar, bizim ulaşabileceğimizden çok daha fazla. Sayısız kitap, bizim hiç bilmediğimiz, tanımadığımız, bilmemize olanak olmayan bambaşka dünyalardan çıktığına göre, ortada kaynak olarak kullanabileceğimiz sonsuz zenginlikte bir dünya var demektir. Her yazar da zaten bunu yapar. Edebiyatçılar arasında çok kullanılan bir deyim vardır. Kitaplar kitaplardan, yazarlar yazarlardan çıkar. Bu gerçekten doğrudur. Yazar olarak bilemeyeceğimiz dünyaları başka kitaplarda, başka yazarların yazdıklarında buluruz.
Franz Kafka, modern edebiyatın en önemli yaratıcılarından biridir. Kafka, gerçekten 20. yüzyılın başında, modernist edebiyatın ilk büyük yazarlarının ardından gelen çok önemli bir yaratıcıdır. Şaşırtıcı ve sert konuları, edebi anlamda öyle iyi romanlara dönüştürüyor ki, o romanlar dünya edebiyatını bir yerden başka bir yere götürüyor. Yani Kafka, keskin bir dönüm noktasında duruyor. Asıl yazdıklarını yazmadan önce, başka yepyeni bir biçimde yazmak istiyor.
Kafka henüz o biçimi bulamadığı zamanlarda, Zürih’te birtakım aydınların ve edebiyatçıların bir araya geldiği toplantılara katılır. O toplantılarda Albert Einstein da vardır. Einstein’la öteki sanatçılar ve aydınlar, kendi düşüncelerini ve ne yaptıklarını anlatırlar birbirlerine. Einstein bu sırada görecelik ve belirsizlik kuramıyla ilgili düşüncelerini yeni yeni oluşturmaktadır. Onun görecelik ve belirsizlikle ilgili düşüncelerini sürekli dinleyen Kafka, sonunda nasıl yazması gerektiğine karar verir.
Gregor Samsa gerçekten uyandı mı?
Kafka seçtiği biçime inanmaya ve öyle yazmaya kararlıdır. Einstein’ın düşüncelerinden çıkarak Dönüşüm romanını yazar. Romanda, Gregor Samsa bir sabah böcek olarak uyanır. Samsa’nın bir böcek olarak uyanması, edebiyatta gerçekliğin, gerçek hayatın nasıl bambaşka bir biçimde dile getirilebileceğini anlatır. Bu, bize edebiyatın aslında ne kadar sınırsız olduğunu gösteren bir örnektir. Samsa’nın bir böcek oluvermesi, düşlerin ve hayallerin edebiyatta nasıl ortaya çıkabileceğini, içinde yaşadığımız hayatın gerçekliğini, insanın yabancılaşmasını ortaya koyan çok çarpıcı ve önemli bir örnektir.
Oscar Wilde der ki: “Edebiyat gerçekten daha gerçektir.” Edebiyatın gerçekten daha gerçek olması ne demektir? Edebiyat gerçekten daha gerçek olmaz elbette, ama Wilde şunu anlatmak istiyor: Yaratıcı yazarlar, edebiyatla içli dışlı insanlar ya da nitelikli birer edebiyat okuru olarak, yaşadığımız hayata baktığımızda, edebiyat gerçeği ne kadar yansıtmalı? Yansıtıyor mu ya da nasıl yansıtır? Gerçek hayata yalnızca bir yaratıcı yazar olarak değil, sokaktaki sıradan bir insan olarak da baktığımızda, edebiyatın gerçeği olduğu haliyle kullanamayacağını düşünebiliriz.
Gündüz rüyası
Edebiyat, aslında edebiyatı zayıflatan bir güdüdür. İnsanın önünü alamadığı, kendi doğasındaki bir özelliktir. Ama bunu yaptıkça da, yazılanların daha da arttığını görüyorum. Bunun en önemli nedeni, merak eksikliğidir. Çünkü iyi bir yazar, yazmaya başladığı zaman, kendinden önce yazılanlardan farklı, özgün bir şey yazmaya çalışır.
Borges’in çok güzel bir sözü vardır; der ki: “Edebiyat nedir? Gündüz rüyasıdır.” Edebiyatı gündüz rüyası olarak tanımlamak çok parlak bir buluş gerçekten. Gündüz dediğimiz, yaşadığımız gerçek hayat; edebiyat da onun rüyası. Peki rüyalar? Rüyalarımızı ortak görebilir miyiz? Hayır; herkes kendi rüyasını görür.
Aynı gerçek hayatın içinden çıktıktan sonra herkes kendi rüyasını gördüğüne ve edebiyat gerçek hayattan çıkan o rüyalar olduğuna göre, edebiyatı özgün hale getiren, ötekilerden farklı kılan herkesin kendi yazdığıdır. Demek ki, birbirine benzerliği çok fazla olan genç yazarlar, gece rüyalarıyla değil de, daha çok gündüz rüyalarıyla meşgul olmaktadırlar.