Edebiyat eleştirisinin hali pürmelali

Eleştirmenlik, yayın yönetmenliği, yazarlık gibi farklı alanlarda emek veren ve iki farklı kuşağın temsilcisi olan Semih Gümüş ve Irmak Zileli, edebiyat eleştirisinin işlevlerini, olanaklarını ve bugün geldiği noktayı masaya yatırdılar.

Irmak Zileli: Eleştirisiz bir edebiyat ne kendini geliştirebilir, ne iyileştirebilir, ne dönüştürebilir. Dahası, kendini geliştirmeyen ve eleştirmeyen bir edebiyat, yazanı da, okuyanı da geliştiremez. Toplum olarak, birbirimizi eleştirmeyi ve eleştiriyi karşılamayı başarabilirsek, kendimize benzemeyenlerle iki çift laf edebiliriz. Birbirine benzeyenler, birbirini eleştirmeyenlerdir.

Edebiyat, monologtan değil, diyalogtan oluşur. Eleştiri de bu kıvrımlı ruhun içinde kendine bir yer bulabilir. Sürekli monolog yapan bir yazarı eleştirmeye çekiniriz. Oysa, bizimle diyaloğa giren yazar, bizi de konuşmaya teşvik eder. O yazarın metni, çoğalmaya teşne demektir. İlkin, hangi eleştirinin eksik olduğuna, altının nasıl doldurulduğuna ve nasıl tanımlandığına bakalım. Eleştiri nedir?

Semih Gümüş: Eleştiriyi bir tanımla anlatmak zor, çünkü çok boyutlu. Hayatın ta kendisi gibi. Bugün yaşadığımız böyle bir hayat olmasa bile… Sokakta yürürken ayağımız bir taşa takılıp tökezliyor ve yürüyüp geçiyorsak, eleştiriyle ilgisi olmayan, hatta yaşamadığımız bir hayattır o. Ayağımızın taşa takılmasını, sözgelimi “belediyenin görevini yapmaması” olarak açıklıyorsak, işte o zaman eleştirmeye başlayabiliriz. Böyle algılayan, böyle yaşayan insanlarla kurulan bir hayat, “yürüyüp geçip giden” insanlarla kurduğumuzdan daha farklıdır elbette.

Edebiyattaki eleştiri örneğine bakarsak; bir metni ilk okumamız, her zaman iyi ya da kötü diyebileceğimiz bir eleştiriyi taşıyabilir. Bir kitap hakkında yazılan tanıtım yazısı ilk okumadır ve eleştiri değildir; eleştiriden beklediklerimizin karşılığı da değildir.

Vladimir Nabokov, “Bir roman, ancak yeniden okunur,” diyor. İşte o yeniden okuma, eleştiridir. Bir romanı, öyküyü ya da şiiri birçok kere yeniden okumak, sizi eninde sonunda eleştiriye getirir.

Eleştiri neye, kime yarar?

IZ: “Bizde eleştiri neden yok?” sorusu sorulduğunda, zihnimizde genellikle kitap eklerinde ve edebiyat dergilerinde kitap tanıtımı için yazılmış yazılar canlanıyor ve eleştiri yok diye düşünüyoruz. “Eleştiri neye ve kime yarar?” sorusu da burada önem kazanıyor işte. Piyasada sayısız türde kitap yayımlanıyor. Okur, bu yığının içinde ne okuyacağını bilmiyor. İşte, o kitap yazıları bir bakıma rehber oluyor.

Eleştirinin rolü, iyi edebiyatın güzergâhını göstermek ve böylelikle iyi okuru da yetiştirmektir. Bu sayede, okuduğum metnin alt katmanlarını görmeyi bir ölçüde öğrendiğimi düşünüyorum.

Eleştirinin gördüğü yerlere baka baka, yeniden okumanın nasıl yapılacağını da anlayabiliriz. Bu eleştirel okuma, metni geliştirerek, edebiyatın içinde bir şey haline geliyor. Yazarın ortaya koyduğu ve geri çekildiği metni, yeniden yazmayı ve yeniden okumayı sağlıyor, çoğaltıyor.

SG: Eleştirel bir okuma, yazarın edebiyat metninde belirlediği hacmi ve sınırları genişletmeli. Yüzyıllar önce böyle değildi. Ama günümüzde yazar biliyor ki, romanı okurun zihninde devam edecek, genişlemeyi sürdürecek. Bu her okumada değil, özellikle eleştirel okumada mümkün olur. Üstelik eleştirel okuma, edebiyat metnini ve okurun zihnini genişletmekle kalmaz, başka bir okuru da ortaya çıkarır. Eleştirinin bu geliştiren rolü olmasaydı, bazı kitaplar yüzyıllar boyunca okunmayı sürdüremez, unutulur giderdi zaten.

Yazar için müthiş bir kaynak

IZ: Eleştirinin okura ve esere katkısı kadar, yazara da katkısı gözardı edilemez. Yazar metne ne kadar hâkimdir ki, eleştiriye ihtiyacı yoktur? O eleştiri, yazara kendi metnine bir okur olarak tekrar dönüp bakmasına olanak sağladığı için müthiş bir kaynaktır. Ancak edebiyatımız- da tartışma ortamının ve farklı fikirlerin olamaması, diyalogtaki eksiklik, herkesin kendi alanında yazılar yazması, ama kimsenin birbiriyle konuşamaması gibi durumlar var.

SG: Eleştiriye ihtiyacın olmaması, hepimiz için, bütün edebiyat dünyamız için çok ciddi bir sorun. Milan Kundera, “Büyük müzik eserleri nasıl sayısız kere dinlenirse, büyük romanlar da tekrar tekrar okunmak için yazılmıştır,” diyor. Meraklı okur bunu yapar. Gençlik yıllarında okuduğu bir kitabı aradan 10 – 20 yıl geçtikten sonra tekrar okuduğunda şaşırır, farklı tepkiler verir. Peki, bir yazar ne yapmalı? Bir yazarı, başucu kitapları olmadan düşünemeyiz. “Yeni bir romana başlamadan önce Stendhal’ın Kırmızı ve Siyah’ını okur, ondan sonra yazmaya başlarım,” diyen bir yazar gibi.

Tüm bu eksikliğin altında insani ve toplumsal nedenler var. Eleştiri sevmeyen insanlarız. Bu toplumun en büyük arızası, eleştiri sevmemek ve özeleştiri yapmamak. Bir diğeri de meraklı olmamak. Yayıncılığımızda, bir yılda yayımlanan çeviri kitap oranı dünyada başka hiçbir ülkede olmadığı kadar yüksek, en az %51. Oysa örneğin İngiltere’de, başka dillerden çeviri kitapların yıllık payı %2 civarında.

Başka dillerde yazılıp çizilenleri okumaya ilgiliyiz, ama bu bizim meraklı olduğumuzu göstermiyor. Meraklı olmamak, eleştiriye uzak durmayı getiriyor. Eleştiriyi okumak da yazmak da düşünce üretimi yapabilmek demek.

“Çanı titreten kar tanesi”

IZ: Okur ve yazar açısından eleştirinin katkısını konuştuk. Peki, yayıncıya faydası ne durumda? Ülkemizde, eleştirinin mecra bulamamasının en önemli nedenlerinden biri, eleştiriyi yazanın okurla buluşabilmek için edebiyat dergileri ve kitap eklerine muhtaç olması. Akademinin duvarları içinde kalmaktansa, sokaktaki okura ulaşmak istiyorsa, bu mecraları kullanmak zorunda.

Dergi ve ekler, yayıncılardan aldığı reklamlarla ayakta durabildikleri için, eleştirinin varoluşu da piyasa ilişkilerinden muaf tutulamaz. Yayınevi, kendi yazarı ve kitabı hakkında olumsuz eleştiriler gördüğü mecraya verdiği ilanını geri çekebilir. Bunu aşmanın tek yolu, eleştiri kültürünü benimsemek. Diğer deyişle, yayıncının eleştiriye olan ihtiyacını kavraması gerekiyor.

SG: Yayıncılığı, ticari yayıncılık ve kültür yayıncılığı olarak ikiye ayırırsak, kültür yayıncısının bu sözünü ettiğin gibi bir tutumu olmamalı. 1980’den bu yana piyasa kültürü içindeyiz ve bu kültür, içinde popüler yazarlar ve yayıncılar olan aktörler üretiyor.

Kitapları çok satan bir yazar ve yayınevi için, kendileri hakkında eleştiri yapılıp yapılmaması önemli değil artık. Çünkü artık yayınevlerinde en önemli pozisyonlar, satış ve pazarlama. Hiçbir büyük yayınevinde editörler en önemli çalışanlar değil maalesef. Eleştiriye kimin ihtiyacı var? Editörün. Yazar ve okurdan sonra, eleştiriye en çok ihtiyacı olan editördür.

Eleştiri, bu kitap iyi ya da kötü demek değildir. Eleştiri, yazınsal bir metnin ortaya koyduğu dünyanın karşısına onunla aynı düzeyde başka bir dünya koymaktır. Metinden bağımsız olarak okunan bir metindir eleştiri. Eleştiri de yazınsal bir türdür, ama bunu diyebilmek için o niteliğe ulaştırmak gerekir eleştiriyi. Edebiyat kuramcısı Maurice Blanchot, “Eleştiri, yukarıdan aşağıya inerken çanı titreten kar tanelerine benzer,” der ve ekler: “Zamanla kar taneleri gibi yok olup silinip giderler…” Düşünsel bir içeriği de olduğu için, eleştiri zamanla eskir. Neden geçmişte yazılan eleştiriye dönüp bakarız? Çünkü tarihsel bir değeri vardır ve dönemine ışık tutar.

Polemik, eleştiri değildir.

IZ: Bir de eleştirinin üslubu meselesi var. Özellikle akademide, eleştiriye bilimsel bir metin olarak bakılması, o kitabın tek bir okuması varmış gibi anlaşılmasına yol açıyor. Her kitap için sayısız okuma yapılabilir. Dolayısıyla, eleştiri üslubunun da bu sayısız okumanın farkında olan, tepeden bakmayan, gerektiğinde kendi eleştirisini yapabilecek bir çizgide olması gerektiğini düşünüyorum. Bu durumda, eleştiri kültürü yaratılması anlamında, eleştirmene de bir pay düşüyor. Polemikçi, kavga eden, kibirli bir dil yerine, kapsayıcı, çoğaltıcı ve diyalog kuran bir üslup gerekiyor.

SG: Eski kuşakların birçoğunun yazdığı eleştiriler, çanı kar taneleri gibi titreten yazılar değil, tokmakla vuran eleştiriler. Tokmakla vurduğunuzda sesiniz çok çıkabilir, ama ötekinin yazarda, okurda ve editörde bıraktığı etkiyi bırakamazsınız. Polemik, eleştiri değildir; siyasetin dilini kullanmak, siyasetin dilini edebiyata taşımaktır. Kafamızın içinde etki bırakıyorsa, o zaman eleştiri gerçekleşir.

Dahası, eleştiri sadece eleştirmenin ya da akademisyenin yaptığı bir iş değildir. Eleştiriyi bir kültür olarak görmek; yazarın, şairin, öykücünün, editörün ve okurun onu sahiplenmesi gerekir.

Dergiler ve kitap ekleri

IZ: Koşullarımız demişken, bir de dergiler var tabii. Herkesin herkesi eleştiremediği, arkadaşlık ve yoldaşlık duygularıyla gruplaşmaların olduğu, yazılan her eleştirinin yayımlanmadığı mecralar. Eleştiri yapmak bir kötülük müdür? Bir mecranın eleştiri yayımlamama tutumunda, piyasa ilişkileri dışında, biraz da feodal bağlarımızın payı var. Edebiyat dergileri haricinde, eleştirinin mecrası neresidir?

SG: Eskiden, benzer ortamlarda ve düşüncelerde birleşenler, belli bir edebi ya da politik anlayışta dergiler çıkarırlardı. Ama artık herkes kendi hayatını yaşıyor. Bugünkü dergilerin eleştiri yayımlamama tercihleri daha bireysel.

Bugün bir de kitap ekleri var tabii. Eskiden yoktu, bugün çoklar. Oysa bugün kitap eklerinin etkisi oldukça azaldı. Radikal Kitap’ta uzun yıllardır yazılar yazıyorum. Gazete kapanınca, kitap eki Hürriyet’in eki olarak yayımlanmaya devam ediyor. Ama beni en çok ilgilendiren, yazıların Radikal’in internet sitesinde hâlâ okunabilir olması. Okurun, kitap ekinde basılı olarak gördüğü sayfadan ziyade, internet sayfasındaki yazıyla daha aktif bir ilişki kurduğunu düşünüyorum.

Öte yandan, edebiyat dergileri olmadan olmaz. Bugün dergilerin ciddi ekonomik problemleri var ve eskiye nazaran daha az yayımlanıyorlar. Dergiler, edebiyat dünyasının kan dolaşımını sağlar; onun yaşayan halini resmeder.

Dijital dünyanın dışında kalmak!

IZ: İnternet mecraları, dergi ve kitap eki yayıncılığını giderek daha bağımsız hale getirebilmek adına daha da gelişecek gibi duruyor.

SG: Maalesef, geleneksel anlayışları nedeniyle yayıncıların çoğu önem vermiyor internet yayıncılığına. Ben dijital yayıncılığı, e-kitap ve e-dergi yayınlarını çok önemsiyorum. Cep telefonu çıktığında da, “Ben kullanmam !” diyen çok olmuştu. Bugün dünyada cep telefonuna ulaşan kişi sayısı 6 milyarmış; ama insani koşullarda bir tuvalete ulaşabilen 4,5 milyar insan var.

Türkiye’de 40 milyon Facebook ve 13 milyon Twitter kullanıcısı varken, günde 7 milyon adet tweet atılıyorken, “Ben dijital dünyanın dışındayım, e-kitap yayınlamıyorum,” demek hakikaten çok tuhaf.

IZ: İnternet ortamında telif verilmemesi de bir problem. İyi kalemler neden orada yazsınlar? Yayın dünyamızın kanayan yarasıdır bu. Çeşitli dergiler, yazı yazdırdıklarında cüzi bir telif ödemesi yapıyor, ama bazısı hiç yapamıyor. Ancak, internet ortamında yazı yazanlara yapılacak telif ödemesi, nitelikli yazarların bu alana daha çok emek vermesini de sağlayacaktır.

SG: Burada biraz ayrılıyoruz. Ben her dergiye telif li yazmıyorum. Örneğin, Radikal Kitap ekine yazdığımda telif alırım, ama Varlık Dergisi’ne yazdığımda, verseler de almam. İlkelerden söz ediyorum aslında. Telif kadar önemli bir konu da, dergilerin ömrünün kısa oluşu.

Bir dergi telif ödeyemeyecek durumdaysa ne yapabilir? Bizim Notos dergimizde, telif ödediklerimiz de var, ödemediklerimiz de. Ekonomik olarak mümkün olsa, ilkesel anlamda, ödemekten yanayım. Ödeyemiyorsanız da bir denge tutturabilmelisiniz.