Edebiyatın kırılgan yüzü: Hayat
Kıvrak, coşkulu ve incelikli diliyle kurduğu edebiyat evreninde bugüne kadar öykü ve romanları pek çok ödüle değer görülen Sema Kaygusuz, yazar duygusuyla edebiyatın ve hayatın içinde kalma direnişini anlatıyor.
Edebiyatın Kırılgan Yüzü: Hayat… Haftalardır bu başlığın altını doldurmak için ısrarla, ciddiyetle uğraşıp durdum. Son güne kadar bir türlü beceremedim. Sadece ülkede olup bitenler yüzünden değil; içimde bir his, kendi kurduğum cümleye direniyordu. Edebiyatın kırılgan yüzü, gerçekten hayat mıydı?
Derken, bu cümlenin aslında zihinsel bir sürçme olduğunu fark ettim. Korunma güdüsüyle mi artık bilemiyorum; hayatı edebiyatın küçük bir parçası kılarak ondan kaçma, hatta mümkünse, yazının mutlak mekân olduğu evrensel bir kütüphaneye kapanma fantezisiydi benimki. Borges gibi kör olup yalnızca kelimeleri görerek, kelimesel boyutta şiddeti soyutlama hilesine başvurmuştum. Böylece kötülük, yazının içinde kıstırılmış olacaktı.
Oysa hepimizin bildiği gibi, edebiyatın kırılgan yüzü hayat değildir. Çünkü ontolojik olarak edebiyat bütünüyle kırgınlıktır. Hayatın gücenik yüzüdür. Karanlığı, ağrısı, dehşet karşısındaki yetersiz ifadesiyle hezeyanın ta kendisidir.
Hezimettir edebiyat.
Sadece hezeyan değil, aynı zamanda hezimettir edebiyat. Tümüyle başarısızlıktır. Sevilme arzusuyla, hükmetme bilinciyle, zenginlik veya şöhret hırsıyla fermente edilemez. Tartışmasız periferiktir, iptidai koşullarda kendi başına şarabileşir. Tahripkâr sorular sorma gücünü, acı çekirdeğindeki yenilgiden alır.
Gelgelelim, güzelliği olmadan yazıya katlanamayız. Edebiyatın teninden müziği, dil dünyasını, kurgusal mimariyi çekip alın, onu salt hikâyeye bırakın, geriye ölüm, yoksulluk, mahvoluş, adaletsizlik, çıldırtıcı yalnızlık kalır. Hayatın sonsuz trajedisine bağlanan kederli kesitler, gerçeğin en çiğ hali kalır.
Sözün özü, edebiyat hayatın o çiğ kesitlerini birer düşünce nesnesine dönüştürürken, illa ki estetik bir tasarımla, özel biçimiyle kendini teklif eder. Dünyadaki bazı insanları okur yapan dilsel bir estetikle.
Peki nedir bu güzellik? Bir sırdır… Sanmıyorum ki, yazınsal güzellik enikonu açıklanabilsin. Tarif etmeye kalkıştığımızda, oldukça uzun, kapalı cümleler kurmak zorunda kalıyoruz hep. Kendisinden çok, bıraktığı hissi betimliyoruz.
İçimden diyorum ki; yazı, bir düşünceye dönüştüğü, yani tam olarak kavrandığı an yazı olur. En azından bir cümle gibi tamamlanması gerekir. Öte yandan, yazınsal güzelliğin, okunurken düşünceye gereksinimi yoktur. Yazı tamamlanmazdan önce görünüp kaybolan bir haldir güzellik. Bir an için öne atılıp derhal geri çekilerek okuru çağıran bir şey. Güzellik, ruhun bilgisidir. Düş, iç yakan ıstırap, saf sevinç ya da kendinden geçiş olarak okunaksız biçimde eşyaya yayılır. Yazınsal güzelliğin bir nedene gereksinimi yoktur. İmgeye, senin güzelliğin nereden, diye soramayız. İmge kendisini belirtir. Güzellik nesneyi tarif edemez, tersine onu ortada bırakır. Tüten buğu nasıl köze aitse, güzellik de edebi nesnenin kaçınılmaz uzantısıdır.
Edebiyat, ölebilen bir şey değildir.
Gelin görün ki, ülkenin en iyi huylu gençlerinin bombalandığı, şehir meydanlarında feci kayıpların yaşandığı, cansız bedenlerin kaldırımlarda bırakıldığı, gazetecilerin ve yazarların hapse atıldığı böyle sert zamanlarda, güzelliğe içkin bütün estetik kaygılar ister istemez tartışmalı hale geliyor.
Tam bu noktada, Marc Nichanian’ın Edebiyat ve Felaket kitabını hatırlatmak isterim. Nichanian, nazariyesinde dehşet ânındaki tanıklığın imkânsızlığından söz eder. Korkunçluğu anlatıya çevirecek olan tanık / yazar gerçekte orada değildir. Gaddarca yarılan zamanın içinde parçalanmış bir zihin olarak, imgeye erişemeyecek “yakınlıktadır”. O da saldırıya uğramıştır. Onun da Ali İsmail’i, Berkin Elvan’ı öldürülmüştür. Yazmaya kalkışırsa, mahvolmuş kelimelerle yazabilir ancak. Böylece edebiyat, bizzat krizin kendisi olur. Dillendirilemez olanın sancısını çeker.
İşte bu yüzden, bugünün edebiyat üretimi epey kekeliyorsa, hınçlıysa, kaba, kılçıklı ve parçalıysa, bozuk sözdizimine sığınarak bütünlüklü anlatıdan kaçıyorsa, uğulduyorsa, hırlıyorsa, her pırıltılı cümlede suçluluğa batıyorsa, yazılmaya zorlanan yazılamazlar yüzünden gerçeklerden utanıyorsa; kahramanları silik, karakterleri gölgede kalıyorsa, gerçeğin cinnetiyle baş etmeye çalıştığı içindir. Ve en önemlisi, beceriksizliğinden değil, derdindendir. Derdinin bilincindedir yazar.
Bugün elimizdeki yazı, buhranlı bir edebiyattır. Çünkü parçalanan bir bedeni anlatmak için parçalanan bir bedenden söz edemez yazar. Bunu yapamaz. Yapmaya kalkışırsa, kahramanından önce edebiyatı öldürmesi gerekir. Üstüne üstlük edebiyat, ölebilen bir şey de değildir.
Sanki yazarın içindeki yazma dürtüsü öldürülebilirmiş gibi, son birkaç yıldır kimi yazar dostlardan yazmanın beyhudeliği üzerine karamsar konuşmalar dinliyorum. Hatta romancılığı bıraktığını ilan eden yazarlar da oldu. Epey eleştiri alan bu tür çıkışları, kendi adıma poetik açıdan değerlendirmeyi tercih ederim. Belki de edebiyattan kaçan yazarın kaygısı, edebiyattan öte edebiyatın estetik veçhesidir. Kendi edebiyat kültürünün bigâne kaldığı yeni bir estetik sıçramanın gerilimini yaşıyor olabilir.
Ağaçlarla kardeşlik kuranlar…
İnce, rafine bir dilin uyandırdığı hijyen, günümüzdeki kokuşmuşluğu karşılamıyor olabilir. Zihninde yıkılan estetik yerine nasıl bir çılgınlığı ya da başıbozuk tasarımı koyacağını henüz bilmiyor olabilir. Bugün burun buruna geldiğimiz hıncı, kokusunu duyduğumuz kini yansıtmak için, bir başına sövmek yetmiyor olabilir. O kadar fazla erkek, o kadar fazla erkeksidir ki yazar, dünyanın isyancı ruhu dişiyi içinden çıkarıp avazlı yazıyı icat edemiyor olabilir.
Öte yandan yazar, şiddetin tehdidini bizzat üstünde hissederek ülkesini kişisel meselesi yapmış olabilir. Yurttaşlığı, yazarlığına çelme atıyordur belki.
Bunun gibi, daha onlarca faraziye sıralayabiliriz. Yine de tıkanıklıktan söz edemeyiz. Edebiyatın gündelik taşkınlığı ile zaman-dışı kudreti arasında bir seçim yapmaktır mesele. Yaşadığımız hayat bize bozuk bir edebiyat mı getirecek, yoksa bozguncu bir edebiyat mı, bunu zamanla göreceğiz.
Benim tahminim şu ki, bugünden geriye bozguncular ve onların okuduğu edebiyat kalacak, bir de her zamanki gibi paganlar. Ağaçlarla kardeşlik kuranlar kalacak. Devlet tapınağında namaza durmayı reddeden büyücüler, çok tanrılı efkârlılar, hiçbir ölümü başka bir ölüme indirgemeyen matemliler, matemle başkaldırıyı aynı anda yüklenip geleceği ittirenler, koçbaşlarla kendini ittirenler kalacak.
Bozguncu yazar, kendini dışarıda arayandır, her bir harfi teslim edilmiş Kürt’ün, Suriyeli mültecinin içinde uyanandır. Sesin ve sözün boğulduğu yerden, hapishaneden konuşandır. Necmiye Alpay’ın, Aslı Erdoğan’ın omuzdaşı olandır.
Bu arada, şu çizdiğim çerçeve, sadece yaşayan paganları kapsamıyor. Sofu ve mistik bilinen Arabî, Hafız, Simon Weil, John Milton dahil, Maurice Blanchot’dan Leyla Erbil’e, Sevim Burak’tan Lautreamont’a, Bilge Karasu’dan Coleridge’e kadar bütün paganların katıldığı kışkırtıcı bir başlangıç bekliyor bizi.
Nefrete kesen, maneviyatın sıfıra vurduğu, bu bomboş, bu kof zeminden elbet bir gün neşet edecek erdemi konuşurken, edebiyata devam edeceğiz. Edebiyatın sarmal zamanına katılan ölülerle birlikte, mutlaka hakikati taşıyacağız. Çünkü yaşamayı böyle öğrendik.