Edebiyatın özgürlük dili

Yazar Burhan Sönmez, güçlü dili ve çokkimlikli mesleki duruşuyla, özgürlüklerin hızla kısıtlandığı günümüz edebiyat ve yayıncılık ortamını masaya yatırıyor. Yeni çıkış yollarını ve edebiyatın özgürlük dilini geçmişten bugüne çarpıcı örneklerle düşündürüyor.

Edebiyatın özgürlük dilinin birkaç boyutu var. Fiziki özgürlük, zihinsel özgürlük gibi meseleleri konuşabiliriz. Yazarın fiziki özgürlüğü, kitabın fiziki özgürlüğü ile aynı anlama gelir. Eğer, Fahrenheit 451’de anlatıldığı gibi, yazarlar özgür değilse, kitaplar zaten bu hakka hiç sahip olamaz. Peki ne yapılabilir?

Hayat, edebiyatı taklit eder.

İnsan her tür zorluğa ve baskıya karşı yaratıcı çıkışlar, koruyucu yollar bulma konusunda maharetli. Ray Bradbury’nin romanında, bütün kitaplar yakılmaktadır. İnsanlar bu kitapları korumak, onları geleceğe taşımak için bir yol bulurlar ve kitapları ezberleme yoluna giderler. Birçok kişi farklı kitapları, uzun kitaplar dahil, ezberler. Böylece bunları koruma, kitaplar yakılsa bile insan yaşadığı sürece kitapların da yaşayacağı inancıyla gelecek kuşaklara aktarma imkânı bulurlar. Fahrenheit 451 adlı bu kitap, 1953 yılında yayımlanmıştı.

Edebiyatta söylenen genel bir şey var, biliyorsunuz: “Edebiyat hayatı yansıtır, taklit eder.” Belki tersi doğrudur, pek çok kişinin inandığı gibi, belki hayat edebiyatı taklit ediyor, onu tekrar ediyordur. Bu kitabın yayımlanmasından 15 yıl sonra Endonezya’da olduğu gibi. 1960’larda, Endonezya’da yaşanan o dehşet darbe sürecinde bir milyondan fazla kişi katledildi, iki milyon kişi hapishanelere dolduruldu.

Hapse atılanlar arasında, Endonezya’nın Nobel’i olarak anılan büyük yazar Pramoedya Ananta Toer de vardı. Kısa adıyla Pram dedikleri bu büyük yazar, Buru Adası’na hapsedilmişti. Buru Adası’nda romanlarını yazmayı sürdürürken bazen kâğıt bulur, bazen kalem bulur, notlar alırdı. Ama bunları koruma, dışarıya aktarma garantisi tabii ki yoktu. Ne yaptılar? Yanındaki mahkûm arkadaşları, yazdığı romanları ezberledi. Yayımlandığında büyük ses getiren eserlerdi bunlar. “Buru Dörtlemesi” olarak bilinen bu kitapları, Pram’ın arkadaşları kendi zihinlerinde taşıdılar, onları kendileriyle beraber yaşatmayı garanti altına aldılar. Başta İngilizce olmak üzere, Batı’da bazı önemli dillere çevrildi bu kitaplar. Hayatın kitapları taklit ettiğini, onu örnek aldığını gördüğümüzde bu bize heyecan verir.

Edebiyatın yazarla beraber özgürlüğünü konuşurken, onun politik ve sosyal yanı üzerine düşünmüş oluruz. Keşke imkân olsa ve ülkemizdeki zorluklar bize olanak tanısa, biz de edebiyatın başka sorunlarıyla, başka ihtimalleriyle ilgili de böyle canlı tartışmalar yürütebilsek.

Roman yazan robot

Geçen yıl Japonya’da üretilen bir robot, roman yazdı. Evet, roman yazan robot geliştirildi. Robotun yazdığı roman, kapağına takma bir isim konarak, bir edebiyat yarışmasına gönderildi ve roman, jürinin birinci aşama değerlendirmesini geçmeyi başardı. Yeni bir durumla karşı karşıyayız. Geçen yıl Amazon firmasının Amerika’daki e – kitap satışının basılı kitapların satışını geçtiğini duyurmasından farklı bir gelişme bu.

Kimileri bunu ürkütücü bulabilir, ama belki de bu bize yeni imkânlar, yeni özgürlük alanları sunmaktadır. Henüz bilemiyoruz. Belki ileriki kuşaklar, “yaratıcı özgürlük” yerine, “yaratıcı egemenlik alanı” gibi meseleleri tartışmak zorunda kalacak.

İnsan zihni ne tür hayallere sahip? Edebiyat dediğimiz şey iki kavşakta gelişir. Birincisi, onun hafızası, yani anıları vardır; geçmişe aittir bu. Bir de hayalleri vardır; bu da geleceğe aittir. İşte geçmişe ait hatıralarla, geleceğe ait düşlerin birleştiği yerde karakter ve olay ortaya çıkar. Edebiyatın, özellikle romanın yoğunlaştığı yer burasıdır. Bir robot bunu nasıl ele alabilir? Bunu hep beraber göreceğiz ve orada biz insan olarak kendi zihnimizin üretimini, onun yaratıcılığını yeni baştan zorlamak zorunda kalacağız.

Edebiyat ulusu

“Biz” derken, buradaki “biz” kim? Bir ulusa mı ait? Bir Japon yazar mı burada muhattaptır, yoksa bir Alman yazar, ya da bir Türk, bir Kürt yazar mı? Kimdir bunun muhatabı? Aslında her dil, bir nehre benzetilebilir. Genel ve kolay bir benzetme olarak bunu kullanayım. Her dilin nehri akar ve sonunda bir denize ulaşır. İşte bu deniz, edebiyatın kendi denizidir. Bütün dillerin, bütün ulusların yarattığı edebiyatın buluştuğu, o büyük küresel dünya edebiyatıdır bu.

Aslında yazarların tek bir ulusu var: Büyük dünya edebiyatı ulusu. Bizim tek bir dilimiz vardır. Bunu rahatlıkla söyleyebiliriz; edebiyat dili, bizim anadilimizdir. Bu yüzden, Dostoyevski okurken Dostoyevski bizdendir. Shakespeare bizdendir. Belki de bütün çabamız, bütün hayalimiz, o büyük edebiyat dilinin, o büyük edebiyat ulusunun denizinde sadece bir sözcük olabilmektir. Eğer o denizde bir sözcük olabilirsek, ne mutlu bize, ne mutlu hepimize.