Ekonomimiz nereden geliyor, nereye gidiyor?
Ekonomist Fatih Keresteci, yayıncılığımıza ve Türkiye ekonomisine etki eden yerel ve küresel gelişmeleri, geçmişten bugüne eksilerimizi ve artılarımızı değerlendiriyor.
Türkiye’nin bugününü anlamak için dünü bilmek, yarını okumak içinse ikisini toparlayıp ortaya bir sonuç çıkarmak gerekiyor. Türkiye ekonomisini doğru yorumlayabilmek içinse önce dünyayı anlamalıyız.
Dünya majör bir değişim yaşıyor. 1989’da Berlin Duvarı yıkıldığında, dünyadaki son duvarın yıkıldığını düşündük ve, “Artık duvarlar yok!” dedik. Küreselleşme hayatımızı öylesine esir aldı ki, dünya için “sınırsız köy” yorumları bile yapıldı. 2000’lere gelindiğinde küreselleşme sayesinde, tüm dünyada milliyetçilikten uzaklaşan bir anlayış egemen oldu.
Sınırsız köyler yıkıldı, duvarlar yeniden inşa edildi.
2010, 2020 ve 2030’larda artık sınırların olmayacağı bir dünya hayal ediyorduk. Oysa önce 2001’de İkiz Kuleler yıkıldı. Derken 2008’de büyük ekonomik kriz yaşandı. Krizden sonra sistem duraksadı ve şunu düşündü: Devletlere ihtiyaç var, devletler olmalı ki, bizi ve ekonomik yaşamı korusun. Duvarlar yine ana gündemi oluşturmaya başladı; bu kez yıkılan değil, yeniden dikilen duvarlar!.. Döndük dolaştık yine ulusalcılığa geldik.
Ulusalcılığın geldiği nokta ilginç. Dünyanın en sosyalist devletlerinden İsveç, dönemsel seçim yapıyor ve aşırı milliyetçi parti ikinci oluyor. Almanya, Fransa, Hollanda, Avusturya, İtalya… pek çok ülkede milliyetçilik yükseliyor. İngiltere o kadar milliyetçi ki, Brexit (British exit from the European Union – Birleşik Krallık’ın Avrupa Birliği’nden ayrılması) ile Avrupa’dan çıkmak istiyor. ABD’de de Donald Trump yönetime geliyor.
Bu gidişat, doğal olarak bize de sirayet etti ve “tek millet, tek bayrak, tek devlet” söylemi yükseldi. Kavramlar değişir, dünya bir yerden bir yere hızla meylederken, bütün bunları iyi okumalıyız. Dünya, ticari ve ulusal çıkarlara yönelik olarak korumacılık noktasına geldi. Ticari ve siber savaşlar, uluslararası terörizm her yerde. Yanı başımızda süren vekâlet savaşları var. Bu çatışmacı ve korumacı ortam, gelecek beş on yılımızı şekillendirecek.
Dünya bu duruma nasıl geldi? 2008 yılında dünyada yaşanan büyük krizde Amerika’daki konut kredileri battı. Krizin sonrasında sistem inanılmaz ölçüde para bastı ve parasal bir gelişme yaşandı. Dünyadaki altı büyük merkez bankasının bilanço büyüklüğü 3 trilyon dolar iken, şu anda 22 trilyon dolar. Ancak bu para, paradan para kazananları daha da zenginleştirirken, işgücü daha da fakirleşti.
Ekonomimiz, grinin bütün tonları gibi.
Son 10 yılda ABD’nin işgücünün reel geliri %2 arttı, ama sermaye 3,2 katı büyüdü. Gelir dağılımı bozulunca işler değişti, bugünkü gibi bir ortamla karşılaştık. Dünya devinim halinde ve bu devinim hayatlarımıza her zaman olumlu yansımıyor.
Peki, biz bu devinimin neresindeyiz? Türkiye yapısal anlamda her zaman sorunlu bir ekonomiye sahipti, bu hiç değişmedi. Ülkemiz, ne beyaz ne de siyah bir ekonomiye sahip oldu; grinin bütün tonlarını taşıyoruz. Konjonktür pozitif olduğu zaman, griyi beyaza çalar gibi görüyoruz, ama aslında açık gri. Hava olumsuz olduğunda, griyi siyaha çalar görüyoruz, ama aslında koyu gri. Türkiye, açık gri ile koyu gri arasında gidip gelen bir ekonomi.
“1989’da Berlin Duvarı yıkıldığında, dünyadaki son duvarın yıkıldığını düşündük ve, ‘Artık duvarlar yok!’ dedik.”
Yedi yılda bir, kriz yaşıyoruz. 1973, 1980, 1987, 1994, 2001, 2008, 2015… 2015’te dünyada o kadar çok para vardı ki, bu kriz ötelendi, halının altına süpürüldü. Halının altı öyle doldu ki, şimdilerde hep takılıp düşüyoruz.
2008’de basılan paralarla bir tür parti havası verildi ekonomiye. Güzel yemekler, içecekler, müzik… Çağırdılar, biz de gittik o partiye. Ancak yıl 2013 olduğunda, Amerikan Merkez Bankası Başkanı Ben Bernanke, “Parti bitebilir. Çok yiyip içiyorsunuz, biraz da geleceği düşünün,” dedi. Parti 2016’da bitti, eve döndük. Evde yemek bile yoktu.
Kazanmadan harcamak, üretmeden tüketmek…
Hiçbirimiz masum değiliz. Durmadan, kazandığımızdan fazlasını tükettik, tasarruf ettiğimizden fazlasını harcadık. Bir yurtdışında varlıklı insanların kullandığı arabalara, telefonlara bakın; bir de bizde asgari ücretle çalışan insanımızın cebindeki iPhone’a bakın. Böyle bir tüketim, böyle bir hayat tarzı dünyada yok. Elbette bir bedel ödenecek ve bunu hep birlikte ödeyeceğiz.
Bu bedel ödeme halini öncelikle finansal piyasada görüyoruz. Dolar-Türk Lirası kurunun 6,20’ye çıkması, büyük zahmetlerle kurulan SEKA kâğıt fabrikasının özelleştirilip kapatılması, kâğıdı ithal etmeye başlamak ve bir top kâğıt fiyatının 7 liradan 25 liraya gelmesi… Tüm bunları yaşayınca krizi de anlamaya başlıyoruz.
Kazanmadığımızı harcadığımız, üretmeden tükettiğimiz için önümüzdeki dönemlerde daha büyük sıkıntılarla karşı karşıya kalma olasılığımız var. Ama yine de bu sıkıntılar bile bizim için siyah olamaz, sadece grinin koyu tonları olabilir. İnsana, topluma güvenimiz tam, ancak önemli hataları çözmemiz de gerekiyor.
Çürük elmalar dökülecek…
Öncelikle üretmeye başlamalıyız. Üretmek önce fikirle başlar. Fikir üretilmeden hiçbir ürün ya da hizmet ortaya çıkmaz. Fikir üretmek için de eğitim sistemine odaklanacağız. Daha sonra, fikri mülkiyeti koruyacağız ki, fikri mülkiyet para kazansın, ortaya bir eser çıkabilsin. Bunu hukuk sistemiyle çözemezsek yine çatışmalarla karşılaşacağız. Çatışma ortamında hiçbir fikir değerini bulamaz, üretime geçemez. Biz buna, yapısal reform diyoruz.
Tabloya mikro bir açıdan bakarsak, herkes yaşasın, kimse batmasın istiyoruz. Oysa bu mümkün değil, doğanın yaradılışına aykırı. Sistem çürüğü atar, atmazsa o yapı sorunlu hale gelir. Amasya’nın meşhur elma ağaçlarını önce budarlar ki, ağacın gücü dallara gitmesin, meyveye gitsin. Mayıs gelip elmalar olmaya başlayınca da, ağaçları sallarlar. Çürükler dökülsün ki, ağacın suyu güçlü elmalara gitsin.
Bizse ekonomimizde herkesi kurtaralım derdindeyiz. Hayatta kalmak için fiyat düşüren, kalitesiz mal satan, işini kötü yapan örnek teşkil ederken, işini iyi yapan ortada kalıyor, emeğinin karşılığını alamıyor.
Türkiye’deki iş dünyasına bakıldığında, mikro ölçekte gözlemlenen diğer sorun da nereye ve nasıl yatırım yapıldığı. Bir yatırımın kararı, bazen haftalarca, hatta aylarca süren inceleme ve analizlerin sonucunda verilir. Dünyada bu böyledir ve bu nedenle herkes aynı sektöre giremez. Bizde ise, “Amcaoğlu inşaat yapmış ve iyi para kazanmış, o zaman ben de yapayım!” kafası var. Bu kafa yüzünden kalite ve kârlılık düşüyor.
Küçülmeyi bilmeyen büyüyemez.
Ekonomimizin geldiği bu noktadan sonra neler olacak? Reel kesim, borçları ödemeye çalışacak. Ödeyebilecek mi, göreceğiz. Önümüzdeki birkaç yıl boyunca, Türkiye ekonomisi “stagflasyon” etkisi altında kalacak. Stagflasyon, yüksek enflasyon ile negatif büyümenin, yani resesyonun bir arada görüldüğü bir durumdur. Ekonomi durgun da olsa fiyatların hızla yükselmeye devam ettiği bir tablo. Elbette zor bir ortam. Ama bu duruma karşı da herkesin kendi ev ödevi var.
Böylesi bir süreçte, birkaç ticari ilkeyi benimsemek gerekiyor. Birincisi, bugün küçülmeyi bilmeyen, yarın büyüyemez. İkincisi, devir kâr devri değil, ar devridir, yani değerlerini koruma devridir. Uzun vadede ülkemize ve insanımıza güvenmemiz gerekiyor. Biz geçmişte de suyu, hep dar boğazlardan çıkarıp, akacağı bir yatağı illa ki oluşturmuşuzdur.
Her talebe göre arz yaratma devri…
Bazı şeyleri farklılaştırmamız gerekiyor. Hep aynı şeyleri yaparak ekonomide de öteye gidemeyiz. Çok kitap basmak, aşırı sayıda bina dikmek, her yere üniversite açmak… Bu kadar “çok ve aynı” yapmak yerine, bir şeyleri “az ama nitelikli” yapmayı denemeliyiz. Gelecek için nicelik ve nitelik sorunumuzu bir an önce çözmeli, değişen dünya şartlarını doğru okumalıyız, önümüzdeki mikro sorunları düşünmeliyiz. Yayıncılık ve kitap sektörü de mevcut sorunlara göre kendi mikro önlemlerini almalı.
Değişen dünya şartları şunu getiriyor: Biz belirleyici değiliz, sektör bizim dışımızda belirleniyor. Dünya değiştikçe oluşan yeni koşullar, yeni bir ürünü ya da hizmeti de beraberinde getiriyor. 1800’lerde doğan, “Her arz kendi talebini doğurur” hikâyesi geçerliliğini yitirdi. Artık her talebe göre bir arz yaratmamız gerek. Nitelikli olanı üretmeye devam etmeliyiz, ama toplumun taleplerini de göz ardı etmemeliyiz ki, ortaya daha makul bir yapı çıkabilsin.
Döviz kurunun gidişatı da önemli bir belirleyici unsur. Bundan sonra daha da yukarı gidecek, bu çok net. Kısa vadede sorunlu bir tablo bizi bekliyor. Ancak mesele, kurun nereye gideceğinden çok, ufkumuzu geniş tutmak, uzun vadeli düşünmek. Ekonomik anlamda Türkiye’yi daha zor günler bekliyor. Böyle bir dönemde kendimizi, olabildiğince üretim odaklı ve tasarrufa eğilimli konumlamalıyız. Yoksa, Amasya’daki elma ağacı gibi, ilk sallamada düşen elmalardan olabiliriz. İşini doğru yapan herkes, uzun vadede ayakta kalacak.