En önemli müdafaa alanı edebiyattır.
Yapıtlarındaki hümanist söylemle, acıyı, aşkı, hüznü, İstanbul’u ve insana ilişkin en temel duyguları ustaca dile getiren, çağdaş edebiyatımızın iz bırakan yazarlarından Mario Levi, yayıncılık konferansının kapanışında, edebiyat ve yayıncılık dünyasına seslendi.
Çocukluk yıllarımdan bir anıyla başlamak istiyorum. Çok çelimsiz bir çocuktum ve sürekli, etrafımdakilerin beni dövmesinden korkardım. Çocuk dünyasının o acımasızlığında, haliyle içime kapanıktım.
Ortaokula başladığımda, 11-12 yaşlarında, okulda karate kursu açıldığını öğrendim. Hiç tereddüt etmeden kursa yazıldım. Çok mutluydum, çünkü artık güçlü bir adam olacaktım. Uzun sürmedi bu mutluluk. Karate kursunda beyaz kuşaktan sarı kuşağa geçiş sınavında ayak parmağımı kırdım. Eve kırık bir parmakla döndüğümde, babam, “Devam edersen kafanı da ben kırarım,” demişti. Her şeyin bittiği bir andı, gerçeklerle yüzleşmek zorundaydım.
Karate defteri kapanmıştı, ama ne yapacaktım? Bir sığınma alanı buldum kendime. İyi mi, kötü mü hâlâ karar veremiyorum; kitap okumaya başladım. İlk okuduğum kitaplardan biri, Victor Hugo’nun Sefiller adlı romanıydı. Benim müdafaa alanımdı kitaplara sığınmak. Hayatım öyle devam etti.
“Edebiyat, hayır demektir.”
Uzun yıllar, bazı karşılaşmalar neticesinde, bir tesadüf eseri yazmaya başladığımı düşündüm. Fakat sonra anladım ki, tesadüf falan değilmiş, tam anlamıyla alınyazısıymış. Zaten tesadüfe de inanmıyorum. Artık bildiğim tek bir şey vardı: En önemli müdafaa alanı edebiyattır. Dahası, bunu kendi bireysel sorunlarımdan çıkarıp, daha geniş bir alana taşımak için elimden geleni yaptım.
Bugün geldiğim noktada şuna inanıyorum: Edebiyat, hayır demektir. Her anlamda, tüm bedellerini ödemeyi de göze alarak, hayır diyebilmektir. Ne kadar başarabiliriz bilmiyorum, ama bunun için iki önemli değere çok bağlanmalıyız. Birincisi, kendimizi mümkün olduğunca kibirden uzaklaştırmalıyız; ikincisi, samimi olmaya çalışmalıyız. Bu bize, bir başkasını dinlemenin kendini anlatmaktan daha değerli olduğunu da gösteriyor. Peki, dinlemeye ne kadar hazırız?
Sadece Türkiye’ye değil, bugün dünyanın her yerine bulaşmış olan sıradanlığın edebiyata da sirayet etmesinden büyük bir üzüntü ve hicap duyuyorum. Aynı sıradanlık ve samimiyetsizlik, edebiyata da yansımış durumda.
Sen ben yoktur, sadece edebiyat vardır.
Güncel bir örnekle açıklayabiliriz bunu. İlke olarak, fikirleri ve düşünceleri yüzünden bir yazarın, gazetecinin, herhangi bir insanın gözaltına alınmasının sonuna kadar karşısındayım. Her türlü düşüncenin – ırkçılık hariç – herkes tarafından düşünülebilmesi ve hayat bulabilmesi taraftarıyım.
Peki, neden sıradanlık ve samimiyetsizlikten söz ediyorum? Çünkü üzülerek görüyorum ki, artık edebiyatımızda da “benim yazarım, senin yazarın” meselesi var. Birtakım yazarlar parlatılırken, öteki yazarların şu anda cezaevinde bulunmasına kayıtsız kalınması utanç verici bir durum. “Oh olsun, zamanında bunları yaptı,” demek, en kibar deyişle, edebiyat onuruna yakışmaz. Sen ben yoktur, sadece edebiyat vardır.
Hakikatin peşinde
Oscar Wilde, Dorian Gray’in Portresi adlı romanı nedeniyle yargılandığı mahkemede şunu söyler: “Ahlaki ya da gayriahlaki kitap yoktur. İyi ya da kötü yazılmış kitap vardır.” Aradan 100 yıldan fazla zaman geçti, ama hâlâ bunu anlamayanlar var. Yazar olarak, bunu düşünmemiz gerekiyor.
Bazı meslektaşlarımın yaptıkları işi gereğinden fazla önemsemelerinden, gereksiz bir kibir göstermelerinden o kadar utanıyorum ki…
Neticede, hiçbir şey yapmıyoruz. Yaratıcılık çokça vurgulanan bir konu, ama yazarlık ile yaratıcılık arasında hiçbir ilişki yok. Çünkü, insan yaratıcılığı diye bir şey yok. Sadece ve sadece keşfetmek var. Bir hakikatin peşindeyiz ve var olan hakikati keşfetmeye çalışıyoruz. Var olan bir hakikatin içinde, kendimizi var etmeye çalışıyoruz, hepsi bu. Oyunu ancak böyle oynayabiliriz ve eğer biz, bütün bunları yaparken yazarlığımızı da bir reklam ikonuna dönüştürürsek, yazarlıktan sonuna kadar uzaklaşmış oluruz. Yazarlık payesini bile hak etmemiş oluruz.
Kuyucaklı Yusuf’u okudunuz mu?
Bu noktada, son zamanlarda çokça tartışılan Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna adlı kitabı iyi bir örnek. Sabahattin Ali, bu romanının çok satmasından mutlu olmazdı, bunu rahatlıkla söyleyebiliyorum. Bir romanın bu kadar çok satılmasından, bir yazar olarak olsa olsa sevinç duyarım. Ancak, bence Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali’nin en kötü romanı.
Öte yandan, o çok büyük bir yazar. En önemlisi de büyük bir hikâyeci. Ondan çok şey öğrendik; ama bu roman, edebiyatın dışında her şey olmuş durumda. “Hiç olmazsa bu kitabı alsın, okusun, edebiyatla tanışsın,” gibisinden yorumlara da katılmıyorum. Katılmıyorum, çünkü bu tarz okumaların arkası gelmiyor. Kürk Mantolu Madonna’ya bayıldığını söyleyen öğrencilerime soruyorum; Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’unu ya da “Kağnı” adlı öyküsünü okudunuz mu?
Jean -Paul Sartre yok, kimsecikler yok.
Edebiyatın varmış olduğu yer, maalesef burası. Bunun için savaşmalı ve mücadele etmeliyiz. “Bugün dünyanın en büyük sorunu nedir?” diye düşünsek, hiç şüphe yok ki, herkes kendine göre haklılığı olan sorunları koyar ortaya. Bana göre en önemli sorun, açlık. Günde 2 dolar gelirle yetinmek ve geçinmek zorunda kalan insanların varlığı ve savaşlar elbette…
Hepsi önemli sorunlar, ama – ne kadar uygar olduğu tartışılır olan – “uygar dünya”nın en büyük sorunu sıradanlaşma.
Her anlamda ve her alanda sıradanlaşma. Müzikte, edebiyatta ve siyasette… 1960’lı yıllarda Paris’in Saint – Germain semtinde, herhangi bir kafede Jean -Paul Sartre’a rastlayabilirdiniz. Şimdi öyle bir şey yok, ortada kimsecikler yok.
Her şeye rağmen, sanat ve edebiyat, bizi kurtaracak olan tek yoldur. Başka nefes alacak hiçbir alanımız kalmadı. Bizim için edebiyat, hem bir sığınma alanı, hem de haykırma alanı. Sesimizi duyurabilecek miyiz, bilmiyorum. En azından denedik, diyeceğiz. Kesin olan bir şey var ki, iyi kitap, iyi edebi eser, er ya da geç okurunu bulur. Ya hemen, ya 15 yılda ya da 150 yılda, hiç fark etmez. Yapacağımız tek şey, sabırlı olmayı bilmek. Gerisi lafügüzaf.