Şiddet Labirentinde Yazmak

Şiddet! Evde, sokakta, medyada, işyerinde, her an her yerde… Günlük yaşamı ele geçiren, her canlıya yönelebilen fiziksel ve duygusal şiddet, yazma uğraşını, sözcüklerle üretenleri nasıl etkiliyor? Yazar, gazeteci Pınar Öğünç, şiddetin, nefretin, öfkenin, günümüzde yazıya ve yazara yansımalarını yorumluyor.

Hevesle üstlendiğim “şiddet labirentinde yazmak” başlığı, üzerine düşündükçe biraz ürküttü açıkçası. Öncelikle şiddet kavramı hacminin genişliğiyle üzerime geldi. Diğer yandan basmakalıp cümleler etmeye müsait bir yanı var, bu tuzaktan kaçınmak gerekliydi. Üçüncüsü de bu, yani çağın yarattığı şiddetin ortasında yazmak, benim temel meselem. O nedenle ahkâm kesemem, kendimden yola çıkmayan bir söz anlatamam, doğru olmaz.

Şu an sesimin ulaştığı hiç kimsenin, bu çağın şiddeti hakkında ikna edilmeye ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum. Kadın cinayetleriyle ilgili istatistik mi vereyim? Kapitalizmin hayatın her alanına sızdırdığı şiddeti kim, neden bir daha benden duysun ki… Çünkü onu biliyorsunuz, ruhlarımızı kemirdiği, bedenlerimizi çürüttüğü yerden siz de duyuyorsunuz. Mültecilere yönelen şiddeti, LGBTİ+ bireylerin yaşam hakkına saldırıları, din adına meşrulaştırılan cinayetleri, ırkçılığın aldığı yeni şekilleri, çocuklara yönelen acımasızlığı, hayvanlara yapılan zorbalığı… bunların örneklerini benden duymanıza gerek yok. Barbarlığın şiddetini işaret edeceğimiz zamanı çoktan geçtik. Labirent gibi hissedişimizin nedenlerinden biri bu.

“Kanın hiç kurumadığını, külün hiç çökmediğini görmek, geçmişle bugün arasında karanlık bir bağ kuruyor.”

Bir yandan hepimiz asıl meselenin yazmaktan daha önce, şiddetin ortasında yaşamak olduğunu biliyoruz. Ve biliyoruz ki bunlar birtakım sahneler, birbirinden kopuk hadiseler değiller. Hepsini var eden bir maya, çalışır kılan bir makine, bundan müteşekkil bir düzen var. Büyük istila, büyük bir vahşet sahnesi… Kanın hiç kurumadığını, külün hiç çökmediğini görmek, geçmişle bugün arasında karanlık bir bağ kuruyor. Ne yazık ki o karanlık bağdan aydınlık bir gelecek tasavvur etmek de imkânsızlaşıyor. Bu yüzden de labirent gibi.

Şiddet gibi cüsseli, dallı budaklı kavramlardan konuşurken, zihnimizde iki tür temkin gereği beliriyor. Birincisi, yaşadığımız çağda yatay olarak yayılan bir sorgulama. Neden söz ediyoruz? Bundan kimin payına ne düşüyor? Eşitlik ve hakkaniyet ihtiyacı, buna bakmayı gerektiriyor. Failleri belirlemeyi, labirenti doğru tarif etmeyi sağlayacak olan bu.

Sürüklenme, kabullenme ve kayıtsızlık…

İkinci sorgulama boyutu da dikey bir haritalandırma ihtiyacı. Örneğin tarih boyunca, kolektif yüzleşmeden mahrum bırakılmış şiddet sahnelerini düşünüyoruz. Türkiye’de yaşadığımız için bunların çoğuna fazlasıyla aşinayız ne yazık ki. O çürümenin nasıl bir şey olduğunu, o kokunun aramızda nasıl dolaştığını ve bugünü nasıl dönüştürdüğünü biliyoruz. O haritada insanlığın büyük trajedilerini görüyoruz ve haklı olarak, “Şiddetten azade bir çağ mı var?” diye soruyoruz. Zaten hep böyleydi. Kan, istila ve enkaz, insanlık tarihi bundan ibaret zaten. Sonra bu bilgiyle ne yapacağımız önemli oluyor. Yaşadığımızın, tarihin ilk ve en derin acısı olmadığını hissetmek, bu ağırbaşlılık doğrudur, bize bir terbiye verir. Ayrıca her şeye rağmen bir bütünün parçası da hissettirir. Ama bir tehlikesi var, üzerimize çökene, içimizden geçene, tenimizi acıtana karşı onu hafifseyen bir tavrı da getirebilir. İnsanın zaten aldığı nefese, canına indirgendiği bir zamanda, bilakis üzerimize çökene sahip çıkmak gerektiğini düşünüyorum. Payımıza düşen bu diye değil, buna neden olanı kabullenmek ya da normalleştirmek için değil, her şeyden önce ne olduğunu anlamak için o ağrıyı sahiplenmeliyiz. Bir bütünün parçası gibi hissetmek istiyorsak, tarihte farklı zamanlarda tüm bunlara yükselmiş itirazın, direnişin bir parçası gibi hissetmektir ihtiyacımız olan.

Bir labirentte gibi hissediyoruz. Gerçekçi olmak gerekirse labirent demek bile iyimser kaçabilir. Çünkü labirentin doğası gereği bir çıkış yolu, ulaşılacak bir noktası vardır. Kaybolmak ihtimaldir ve kaybolmak sonunuz da olabilir, ama bir yerde bir çıkış durur. Bugün hissettiğimiz trajedinin ağırlığı, ne çıkışın ne de ortada bizi bekleyen bir şeyin bulunduğu bir labirentte gibi hissetmemiz. Belki bir çıkış, bir yol var, ama bizim böyle hissedişimiz labirentin ta kendisi haline geliyor.

Bunu yaratanlardan biri de aslında bütün bu cinayetlerin, bu istilanın, vahşet sahnelerinin bu kadar açıkken, insanların büyük kısmı tarafından görülmüyor oluşları. Hatta sadece görünmemesi değil; şehvetle de desteklenmesi. Bu büyük bir küskünlük ve çıkışsızlık yaratıyor. Ve bu hal, başka bir yerden dolanmasına rağmen, “Zaten insanlık hep böyleydi, tarih sadece şiddetten ibaret,” demenin bizi getirdiği yerle kesişiyor; sürüklenişi, kabullenişi ve kayıtsızlığı daha da arttırıyor.

Bu çürüme bir yol kazası değil, yolun ta kendisi.

İşgal, istila, vahşet derken de soyut bir manzaradan konuşmuyoruz, alegori yapmıyoruz. Adını koymamız gerekiyor. Acısını ve ağırlığını hissettiğimiz bu şiddetin bir karşılığı var. Sömürgeci ve cinsiyetçi tahayyülün ve kendisini bu ikisinin bileşiminden var etmiş kapitalizmin tezahürü bu manzara. Şiddet bu mayanın beklenmeyen bir defosu değil, özü. Ücretli kölelik, bu makinenin arızası değil, bizatihi aksamı, bununla işliyor. Bu çürüme bir yol kazası değil, yolun ta kendisi.

Bu manzarayı bu derece net görmek bize “zaten beş yüz yıldır böyle” de dedirtebilir. Aslında tam öyle de değil. Bu zamana mahsus halleri konuşmak gerekiyor. Şiddetin atomlarını biliyor olabiliriz ama o atomların meydana getirdiği yeni maddeler var. Emek sömürüsünün, savaşın, yoksulluğun yeni biçimleri, devletlerin ve sermayenin yeni gözetleme mekanizmaları var. Gen teknolojisi, yapay zekâ eklenmiş. Bütün bunlar yeni bağlar oluşturuyor, algımızda değişimler, dönüşümler yaratıyor. Tüm bunlara itiraz edebilmek, karşısında durabilmek için önce anlamak gerekiyor.

Bu noktada yazmanın kıymeti ortaya çıkıyor. “Tüm bunların ağırlığı karşısında yazmayı anlamlı bulmuyorum artık,” ya da “Yazmanın gücünün yetmediğini düşünüyorum,” diyen olabilir. Bunu anlayabilirim. Ben edebiyata inancımı sürdürerek, sözüme ve yaptıklarıma devam etmek istiyorum. Bu, edebiyata bir misyon atfetmekten ya da yazarın kalemine mesaj yüklemekten değil, edebiyatın mayasındaki güce inançtan kaynaklanıyor. Tarih içinden tarif ettiğim bu şiddet sahnelerindeki örtük bağları, tahakküm ilişkilerini ve çelişkileri anlamamızı sağlayacak olan en önemli araçlardan biri edebiyat ve sanat çünkü.

Albert Camus bu çağın hezeyanı karşısında, onun ortasına dalmak dışında yazarın iki seçeneği olduğunu söylüyordu. Bunlardan biri sessiz kalmak, diğeri de yalan söylemek. Bir okur olarak itiraf edebilirim önce, bu hezeyanın ortasına dalmaya teşebbüs etmemiş, bunu arzulamamış metinler, gittikçe daha az değiyor, değip geçiyor bana. Bu tahakküm ilişkileri üzerine kafa yormayan, neden böyle diye sormayan bir edebiyata okur ömrümün yetmediğini hissediyorum. Çok nefis bir görsel şölen olabilir karşımdaki, ama dille yapılan akrobasiden etkilenmiyorum, daha fazlasını istiyorum.

Denebilir ki, “Çok iyi yazan faşist yazarlar var,”; var mı hakikaten? Biri kusursuz yazıyor ama kadın düşmanı; kendini gizlemeyi başarmış. Kendimi çetrefil bir köşeye soktuğumun farkındayım, ben de üzerine düşündüğüm için soruyorum bunları. Ya da sadece içine kapanmış, kapanması bir sorun olduğundan değil, kendi içiyle dışarısının hiçbir bağı olmadığını varsayan bir yazar mesela neyi çok iyi anlatabilir bize? Yalnızlığı mı, ölümü mü, şiddeti mi, aşkı mı anlatabilir? Bu şekilde kurduğu bir metinden etkilenir miyiz gerçekten?

Hakikate yakınlaşmış bir edebiyat.

Bunları hakikaten anlama isteğiyle soruyorum. Derimiz o kadar inceldi ki, bu gerçekliği hissederiz, bir biçimde ortaya çıkar gibi geliyor bana. Doğru yerde durmak bir tesadüf değil çünkü, doğru anlatabilmek o kadar kolay olmuyor. Olup bitenin içinizden geçmesi, sizin onun bir parçası olmanız gerekiyor. Öyleymiş gibi yapabileceğiniz bir dilden değil, taklit edilemeyen, kopyalayıp yapıştırılamayan, o sızıyı duymaktan çıkan bir dilden söz ediyorum. İnanmak istediğim şey, illa doğrudan bunu yazmak gerekmiyor, tahakküm ilişkileri ve şiddetin kaynakları üzerine düşünmenin yazarı, daha iyi bir yazar yapacağıdır. Bununla birlikte açılan bir algı var. Böylelikle girilecek çatlaklar, alınacak kokular var. Gözünüzü karanlığa alıştırmak ve bir süre sonra daha iyi seçmek gibi biraz da.

James Baldwin bir yazısında caz ve blues üzerinden giderek beyazların ahmaklığından söz ediyor. İşaret ettiği “beyazlık” aslında. Beyazlar, mutlu şarkıları mutlu, hüzünlü şarkıları da hüzünlü zannederler ve ne yazık ki öyle söylerler. Çok ahmak ve zayıf bir ses çıkar ortaya. Derin dondurucudan çıkmış gibidir. Cinsellikten yoksun, hayattan yoksun bir sestir, diyor. Bunu bir örnekle de açıklıyor. Big Bill Broonzy’nin “I Feel So Good” şarkısı, bir adamın uzun zamandır görmediği sevgilisini istasyondan almaya gidişi ve bu esnada kendini ne kadar iyi hissettiği üzerine. O iyi hissedişte öyle büyük bir coşku var ki, aslında kadının yokluğunun nasıl bir yas olduğunu anlıyorsunuz. Bir yandan kadının ne kadar kalacağı belli değil, belki de hiç kalmayacak; bunu, çok iyi hissettiğini söyleyen kişi de biliyor. Baldwin, beyazlar için, “Buradaki ironik azmi, tenselliği ve bu yaşam gücünü anlayamazlar” diyor.

Tarif etmeye çalıştığım labirentin bir dili var ve o dil böyle böyle kuruluyor. Ten rengi olmayan “beyazlığın” bönlüğünden, toplumsal cinsiyet rolü olarak erkekliğin yıkıcılığından, orta sınıf ayrıcalıklarının verdiği kibirden arındırılmış, bunu başardığı için incelmiş ve derinleşmiş bir edebiyat. Hayata doğru yerinden bağlanmış, böylelikle hakikate yakınlaşmış bir dil.

Yaşamın çeşmesinde kendini yenileme yeteneği.

“En çok direnmemiz gereken şeylerden biri, kayıtsızlığın labirenti. Hakikatle aramıza, ezberlenmiş tavırlardan, misyonlardan ve dillerden örülmüş o labirent.”

Bu şarkıdan bugün bahsetmek istiyordum ama James Baldwin’in aynı sayfada bir de labirentten söz ettiğini yeni fark ettim. Tıpkı bu şarkının özünü olduğu gibi, bir gerçekliği ve hayata dair bir bilmeceyi çözmeye yarayacak şey için “yaşamın çeşmesinde kendini yenileme yeteneği” diyor Baldwin. Buna ve de kendine güvenmenin öneminden bahsediyor. Kendine güvenmek dediği, kendini bir ölçüt almak ve kendini bir ölçüt olarak metne sokmak. Eğer bunu başaramazsanız, etrafınıza bir labirent örersiniz. O da tarihin ve çevrenin size ezberlettiği tavırlardan inşa edilmiş bir labirent olur, diyor. Beyazların bu şarkıda anlayamayacakları şeyler, kendilerinde bulunmayandan kaynaklanıyor. Kendilerine dair bilmedikleri yüzünden göremeyecekler o inceliği. O yüzden yazarken kendimizden çıkmayanı, kendi içimizden geçmemiş olanı anlamamız da, anlatmamız da mümkün değil. O yüzden en çok direnmemiz gereken şeylerden biri, kayıtsızlığın labirenti. Hakikatle aramıza, ezberlenmiş tavırlardan, misyonlardan ve dillerden örülmüş o labirent.

Bütün bunlar üzerine düşündüğüm günlerde Giorgio Agamben, “Ev Alev Alev Yanarken” başlıklı bir yazı yazdı. Orada anlattığı ev ve o yangın tanıdık geldi. Agamben diyor ki mealen, yanan bir evin içinde, alevlerin ortasında, yapmakta olduğunuz işe devam edersiniz. İşin niteliği değişmez, ama ortaya çıkan değişecektir. Çünkü alevlerin ortasında olmak ve kimsenin sizi duyma ihtimalinin bulunmadığı o evden sözünüzü kurmak, daha hakiki ve daha haklı kılacaktır yazdıklarınızı. Hakikate ancak yanmakta olan bir evin içinde konuşanlar erişebilir.

Bugün yaşadıklarımıza bakınca, alev alev yanan değil de parça parça çökmekte olan bir ev görüntüsü beliriyor zihnimde. Bir oda yıkılınca başka bir odasına kaçıyoruz, sonra bir diğerine ve evin hâlâ ayakta olduğunu düşünüyoruz. Bir açıdan, ev gerçekten ayakta, her zaman yapmakta olduğumuz işleri yapmaya devam ediyoruz. Agamben o yazıda, “Bu dünyanın enkazından kendimizi kurtarabileceğimizi düşünmemiz bir hata olur,” diye de ekliyor. Çünkü o çöküş aslında bizi hedef alıyor, biz de enkaz halindeyiz. Achille Mbembe’nin tarif ettiği enkaz-insanız.

Yazısında bu enkazdan, bu evden ansızın veya ağır ağır yükselecek başka bir şeyin daha olduğunu da söylüyor Agamben. İnsan değil, tanrı değil, belki bir hayvan, belki başka bir ruh. Başka bir dil. Daha haklı ve hakikate daha yakın. İnanıyorum ki bizi hakikate yakınlaştıracak olan bir şey de o evde durmakta inatçı olmak, o sızının içimizden geçmesine izin vermek, kayıtsızlığa düşmemek. O evden hakikate yakınlaşarak çıkmanın ihtimali var; belki de yok, yanılıyoruz. Ben Baldwin’in bahsettiği o ironik azmin, ihtiyacımız olan şey olduğunu düşünüyorum, buna inanmak istiyorum.