Yayıncılık da “iklimce” konuşmayı öğrenmek zorunda!

Yayıncılık da “iklimce” konuşmayı öğrenmek zorunda!

Yayıncılık, iklim krizinin iletişimini, dilini, araçlarını nasıl düşünmeli? İklim değişikliğini anlatan profesyoneller, Myra Ajans’tan Damla Özlüer ile EKOIQ ve İklim Haber’den Barış Doğru, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) Türkiye’den Nuri Özbağdatlı’nın kolaylaştırıcılığında yayıncılara öneriler sunuyor.

Nuri Özbağdatlı: UNDP, iklim krizini bir eşitsizlik krizi olarak ele alıyor. İklim krizinin nedeni; kadınla erkeği, yaşlıyla genci, fakirle zengini, doğayla insanı, kısacası bir bütünü birbirinden ayıranlar arasında kim güçlüyse onun tahakküm kurduğu bir sistem. Bunu anlamak, çalışmak, iletişimini yapmak çok zorlandığımız bir konu. Belli noktada bireyleri insanlıktan çıkaran, karşılıklı iletişimi mümkünsüz kılan bir konudan bahsediyoruz. Bu bir algı konusu ve belki de iletişimi en kritik noktalardan biri.

Barış ve ben bu sabah döndük Mısır’daki COP27’den (Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi). Bu nedenle önce kendisine söz vermek istiyorum. Barış, iklim krizini nasıl algılamalı ki, iletişimini doğru yapabilelim? Nesillerarası, mekânlar arası, zamansal boyutuyla dinamik olan iklim krizini kime, hangi ortamda, hangi dille, hangi boyutta, nasıl anlatabileceğiz?

Barış Doğru: COP27’de hem verimli hem de çok yorucu bir süreç yaşadık. Bu yıl iklim değişikliği taraflar arası konferansının yirmi yedincisi, Mısır’ın Şarm El Şeyh kentinde düzenlendi. Yıllık konferanslara Birleşmiş Milletler’in çerçeve sözleşmesini imzalayan tüm ülkeler katılıyor. Bu seferki özellikle Afrika COP’uydu; geniş bir sivil toplum, uzman, akademisyen katılımı da vardı. Uluslararası sivil toplumun gelişmekte olan, az gelişmiş ya da yoksul ülkeler cephesini gördük. Onlar gerçek bir çığlık atıyorlar! Bizim için iklim krizinin sonuçları şu anda çok yıkıcı değil belki, ama bazı ülkeler için bizden çok ötede; var oluş ya da yok oluş meselesi.

İklim istikrarı bozuldukça, insanlığın sürecin içinde var olup olamayacağına ilişkin daha çok soru doğuyor. Korku iletişimi üzerine eleştiriler geliyor. Bunlar, bizim de konuştuğumuz iletişimin önemli konuları. Ancak bazı küçük ada devletleri, bazı sahil ülkeleri, sadece okyanusların yükselmesinden dolayı topraklarını kaybetmekle karşı karşıya değil. Yaşadıkları doğrudan açlık, yoksulluk anlamına da geliyor. Dünya’daki eşitsizliklerin iklim krizinin çarpan etkisiyle arttığını görüyoruz.

Türkiye’de büyük çoğunluk iklim değişikliğini kabul ediyor.

İklim krizi aslında her konunun temel altlığı. Çünkü insan uygarlığı belli bir iklim istikrarı üzerine kuruldu. İnsan uygarlığının ortaya çıkışı, iklim istikrarının ortaya çıkışıyla mümkün oldu. Şimdi iklim istikrarı doğrudan, temelinden sarsılıyor, her şey değişiyor, kartlar yeniden dağıtılıyor. Zengini daha zengin yapıyor mu bilmiyorum, ama yoksulu çok daha fazla etkiliyor.

Türkiye’de entelektüel camianın, okumuş yazmışların bu konuya yeterince ilgi göstermediğini düşünüyorum. Hatta bazıları bana, “Biraz abartmıyor musun?” diyor. Bunun temelinde belki de, “Ya tamam işte, çevre mevre…” gibi bir fikri tembellik yatıyor. Dolayısıyla konuyu tam anlamıyorlar, anlamak için uğraşmıyor, çaba sarf etmiyorlar. Türkiye’de okumuş yazmışların durumu böyleyken, İklim Haber olarak dört yıldır KONDA’yla yaptığımız “Türkiye İklim Değişikliği Algı Araştırması”nda çok başka sonuçlar çıkıyor. Türkiye’de neredeyse dört insandan üçü iklim değişikliğini inkâr etmiyor, varlığını kabul ediyor ve bundan endişe duyuyor. Bu çok yüksek bir oran, ne Amerika’da ne Avrupa’da bulabilirsiniz. Tabii bizde bunun tarihsel, coğrafi nedenleri var.

İnsan uygarlığının ortaya çıkışı, iklim istikrarının ortaya çıkışıyla mümkün oldu. Şimdi iklim istikrarı doğrudan, temelinden sarsılıyor, her şey değişiyor, kartlar yeniden dağıtılıyor. Zengini daha zengin yapıyor mu bilmiyorum, ama yoksulu çok daha fazla etkiliyor.

Türkiye toplumu çok hızlı modernleşti, kentleşti, ama bir yanıyla hâlâ “toprağa yakın” bir ulus. Toprağa yakınlık, mevsimleri, doğa olaylarını takip etme açısından da önemli temel bilgiler içeriyor. İkincisi, bu durum umutsuzluktan doğuyor. Kentlerde çok fazla iklim afeti yaşıyoruz. Hem kırsalda hem de kentlerde ciddi şekilde hissedilmesi, iklim değişikliği konusunda güçlü bir uzlaşı yaratıyor. Nasıl oluştuğunu bilmesek de iklim değişikliğini biliyoruz. Oysa örneğin Amerika’da iklim krizi için ikna edilmesi gereken çok insan, “Öyle bir şey yok!” diyen büyük bir nüfus var. Türkiye’de ise tespitlerimize göre nüfusun sadece %6,5’u iklim krizini inkâr ediyor. Bizdeki önemli bileşenlerden biri bu. Siyasi yelpazede sağ ya da sol hiçbir siyasal akımda iklim inkârcısı bir grup bulamazsınız.

Türkiye’de kitap okuyan, gazete takip eden, dünyayı anlamaya çalışan entelektüeller iklim kriziyle çok az ilgilenir, çok az üretirken, ülkenin genel kamuoyunun konudan çok haberdar olması çelişkili. Eğer bir toplumun entelektüel düzeyi genel ortalamaya yakın ya da altındaysa bir sorun vardır. Elitist bir anlayışla söylemiyorum, ama kültür ve düşünce dünyası toplumun temel, dip akıntılarını yaratmada önemli bir etkendir. Bu her zaman böyle olmuştur. O nedenle Türkiye düşün dünyasında okuyup yazanların konuya ilgisi çok önemlidir. Benim bazı arkadaşlarım bile, “Bu işin sorumluluğu da Türkiye’nin entelektüellerine mi kaldı? Bir tek onların mı bu eksiklik?” diyebiliyor. Hayır, ben entelektüellere suç atmak için değil, tam tersine onlara büyük anlam ve önem atfettiğim için bu noktanın üstünde duruyorum.

İklim değişikliği var; çok korkuyoruz, çok endişeliyiz ve neler yapabileceğimize ilişkin hiçbir bilgimiz yok. Bu durum zamanla ya nihilizme, geri çekilmeye ya da inkârcılığa yol açar. Çünkü insanın normal reaksiyonu budur. Anlayamadığı, çözemediği ve üstesinden gelemeyeceği şeylere gözünü kapatır. Doğrudan iklim değişikliğiyle ilgili romanlar yazın demiyorum, kastettiğim bu değil. İkinci Dünya Savaşı sırasında geçen bir roman yazıyorsunuz, ama savaştan hiç bahsetmiyorsunuz. Ortamı, arka planı belirleyen temel şeylerden biri savaş değil midir? İklim krizi de böyle; her şeyin altına yerleştirilebilecek bir temel belirleyici; kadın erkek eşitliği, toplumsal cinsiyet gibi birçok boyutu var.

Yayıncılığın hikâye yayma kapasitesi!

Nuri Özbağdatlı: Konunun Türkiye’deki durumu, algısı deyince aklıma, iklim krizini bir bütün olarak ele alıp çoksesli paylaşarak konuşabildiğimiz, iletişimini yapabildiğimiz “İklimce Sohbetler” geliyor. O sürecin mimarlarından biri de Damla Özlüer. Damla, senin içerik ve iletişim kısmına ilişkin görüşlerini almak isterim. Öte yandan yayıncılık da iklim gibi değişiyor, “iklimce yayıncılık” diyorum ben. Bu değişim içinde, yayıncılığa emek veren insanların fikirsel ve bedensel olarak hayatını devam ettirmesi de gerekiyor. Bu doğrultuda nasıl ipuçları vereceksin bize?

Damla Özlüer: Ben iletişimciyim. Neyin iletişimini yapmak üzere ve hangi iletişime, neyi eklemek üzere buradayız diye bakıyorum. 2021’de ilk kez basılan kitap başlık sayısında ciddi azalma olmuş. Veri sadece o yıla ait değil aslında, bir gidişatı, bir trendi gösteriyor. Ben sosyal faydacı olabilirim, ama aynı zamanda reklamcıyım. Bu belirsiz sürece kendi alanımdan da baktığımda, “Sektör nasıl dönüşüyor? Nasıl hayatta kalacağım? Bir yıl sonra kendi işimi yapıyor olabilecek miyim? İşimi iyi yapabilecek miyim? Her şey nasıl değişiyor, ayağımın altındaki zemin niye kayıyor?” diye düşünüyorum. Aynı korkuyu yayıncıların da hissettiklerini biliyorum. Önemli olan, bunu neye bağlıyoruz, buradan hangi yöntemleri kullanarak nasıl çıkacağız? Çıkış için büyüme odaklı düşünmek yerine, yayıncılığın, tüm dinamikleri değiştirerek, yeniden yapılandırarak, hayatta kalma üzerine kuracağımız yeni bir sistemde nasıl yer alacağını düşünmeliyiz.

Yayıncılık diğer sektörlere göre farklı özelliklere sahip. Bunlardan biri, yayıncılığın içerik yayma kapasitesinden kaynaklanıyor, elinde müthiş bir içerik ve hikâyeler bütünü var. Belki bu nedenle yayıncılara genelde, “Daha çok iklim hikâyesi yayınlayın,” deniyor. Ama gözden kaçırdığımız nokta şu: Hikâye yayma kapasitesine sahip olan yayıncılık, üretilen hikâyelerin nasıl yayıldığına da müdahale edebilir.

Yayıncılık olsa da olmasa da hikâyeler üretilmeye devam edecek. Çünkü hikâyeler insanlık birikimimizi aktarma, yaşamı öğrenme biçimimiz. İki yaşındaki çocuğunuza tuvalet eğitimi verirken gidip bir kitap alıyorsunuz ve, “Teo’nun kakasının nereden geçtiğini” o hikâyeyle anlatıyorsunuz. Biz böyle öğrenen bir türüz. Jack London’ın Buck’ını (Vahşetin Çağrısı) okuduğumuzda, kölelikle ilgili başka şeyler düşünmeye başlıyoruz. Alice Walker’ın Renklerden Mor’unu okuduğumuzda, dayanışma ve direnişte neler yapılabileceğine dair duygumuz yükseliyor.

Yayıncılığın, tüm dinamikleri değiştirerek, yeniden yapılandırarak, hayatta kalma üzerine kuracağımız yeni bir sistemde nasıl yer alacağını düşünmeliyiz.

Yayıncılık sektörünün değişeceği, değişmek durumunda olduğu açık. Yayıncılık da Türkiye gibi, yönetim kurullarının çoğu 45 yaş üstü erkeklerden oluşuyor. Ama artık genç okuyucular var. Onlarla nasıl temas kuracaksınız, birlikte nasıl ilerleyeceksiniz? Gençlerin çoğu iklim duyarlı okuyucular. Biz sosyal fayda iletişimi yaptığımızda, kavramsal evrende başka hangi değerler var diye bakarız. Sizin de bir yayıncı, bir kurum olarak kitaplarınızı kimler okuyor, öykülerinizi kim okuyacak, bundan sonraki sürdürülebilirliğinizi bu kitle nasıl sağlayacak gibi sorular üzerinden bakmaya ve iletişim kurmaya ihtiyacınız olacak.

Hayatta kalmak için hakikatin iletişimini yapmak…

Bir başka önemli nokta da hakikatin iletişimini yapmak gerekliliği. İklim krizinin iletişimi dediğimizde, sarkaçta iki uç görüyoruz. Sarkacın bir tarafı, “Eyvah! Yandık, bittik, öldük!” diyen felaket iletişimi. Bu iletişim dili, insanları durduruyor; “Yapacak bir şeyimiz yok, o zaman hadi dondurma yiyelim ve yansın bu Dünya!” ruh haline sokuyor. Öbür tarafta da, “Ağaç diktik, güzel çocuklarımız var, çok güzel fotoğraflar çektik!” diyenler var. İki uç da doğru değil. Hakikatin iletişimini yapmak, hakikati bulmak, o hakikat üzerinden ilerlemek zorundayız. Yayınevleri de hayatta kalmak için hakikati konuşsunlar ya da kendilerini değiştirsinler. Hepimiz, bütün sektörler değişmek zorundayız.

Bugün reklam sektörü değişiyor. Tüketime değil, değer yaratmaya odaklanan yeni bir sektör haline gelmeye çalışıyor. İngiltere’de pek çok iletişim ajansı “stop selling carbon” kampanyalarına katılıyor, müşterilerini de buna göre seçmeye başlıyor. Aynı şekilde yayıncılık sektörünün de bir dönüşüm yaşayacağını düşünüyorum. Bu noktada sektörlerimizin arasındaki temel bağ, hikâyemizin temeli “iklimdaşlık” olabilir.

“İklimce Sohbetler”de en çok konuştuğumuz kavram buydu. Bugün burada buluştuğumuz herkesle ben “iklimdaşım”. Benden 20 yaş büyük biriyle de, Endonezya’daki son sellerde evini kurtarmaya çalışan insanla da “iklimdaşım”. Biz iklim krizinin son kuşaklarıyız. Üstelik bir başka hakikat daha var: Hepimiz aynı gemide değiliz. Hepimizin aynı gemide olmadığını bilmeye ihtiyacımız var. Ama hepimizin aynı gemide olmaması, bu tüketim hırsıyla ve bu dille devam edersek önünde sonunda geminin batacağı gerçeğini de değiştirmiyor. Bir kısmımız daha önce batıyor, bir kısmımız daha sonra batacak, bir kısmımız batarken elindeki olanaklara göre bir adada bir şeyler bulacak belki, ama bugünkü yaşamımızı sürdüremeyeceğiz. O halde değişmeye ihtiyacımız var.

Hakikatin iletişimini yapmak, hakikati bulmak, o hakikat üzerinden ilerlemek zorundayız. Yayınevleri de hayatta kalmak için hakikati konuşsunlar ya da kendilerini değiştirsinler.

Bu konferansa çağrıldığımda, büyük yayın şirketlerinin sosyal medya hesaplarını taradım, çünkü iletişimciyim. Sosyal medya hesaplarında, temelde hâlâ arkaik biçimde yayınlanan yazıların ve yazarların iletişiminin yapıldığını gördüm. Yayınevi olarak neyin iletişimini yapıyorsunuz, nerede duruyorsunuz, insanlara ne söylüyorsunuz? Bunlara dair pek bir şey yoktu. Oysa yayıncılık sektörünün elinde inanılmaz bir içerik var. Elinizde, 17 “Sürdürülebilir Kalkınma Amacı”nın (Birleşmiş Milletler’le Uluslararası Yayıncılar Birliği – IPA’nın işbirliğiyle hazırlanan “Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları Yayıncılar Sözleşmesi”nde sıralanan 17 amaç) her birine ilişkin çok güçlü hikâyeler var. Örneğin, akıllı şehirler ya da toplumsal cinsiyet eşitliği sizin dışınızdaki hedefler değil. Ergenlerin çok sevdiği fantastik edebiyatta kadınların güçlenmesine, beraber yaşamaya, dayanışmaya yönelik inanılmaz örnekler var.

Yayınevlerimizde neden “yeşil editörlük” yok? Kitaplarınızdaki, daha iyi bir ortak yaşamı hepimiz için kurgulayabilecek hikâyeleri neden öne çıkarmıyorsunuz? Neden Instagram’da sürdürülebilirliğe, yaşamımızı değiştirebileceğimize dair hikâyeleri paylaşmıyorsunuz? Özetle, “iklimce” konuşmaktan, dili “iklimce” kurgulamaktan bahsediyoruz. Bizler gündelik dile girmeye çalışıyor, “Ayağını iklimine göre uzat!” diyoruz. Bu dile siz ne katkı yapabilirsiniz? Bu dile katkı vermek, geleceğin parçası olmanızı sağlayacak.

Nuri Özbağdatlı: Damla, sözünü ettiğin “hakikatin iletişimi” gerçekten çok kritik noktalardan biri. Barış, sen de hakikatin iletişimine gazetecilik perspektifinde yıllardır emek veriyorsun. Hepimiz, sanki her şey iyiymiş gibi iletişim yapıldığının farkındayız. Örneğin Coca Cola, COP27’ye sponsor oldu! Hakikat şu anda örtülüyor, bunu hepimiz biliyoruz. Peki, hakikatle yanlışı nasıl ayırt edeceğiz? Yayıncılığın rolü, gazeteciliğin rolü, bizlerin, okurların destek alabileceği noktalar neler olacak? Neler söylemek istersin Barış?

Ya korku iletişimi ya da “lay lay lom” iletişimi…

Barış Doğru: Öncelikle böyle tartışmalara çok ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Bu konuları sürekli konuşacak böyle çok platform yok. Gerektiği kadar çok konuşmuyoruz. Bizim iki yayınımız var: İklim Haber ve EKOIQ. EKOIQ’nun çizgisi daha çok sürdürülebilirlik üzerine. “Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları”nın 17’sine de değen, birleştiren, birbiriyle konuşmasını sağlayan haberlere yer veriyoruz. İklim Haber’de ise daha çok iklim krizine odaklıyız.

İklim krizi iletişiminde iki temel şey var. Biri, Damla’nın anlattığı korku iletişimi, ki doğrudan etkisi kafa çevirme ve görmezden gelme oluyor, nihilizmden başka işe yaramıyor. Diğeri içinse “lay lay lom” iletişimi diyebiliriz, ki çoğu şirket bunu yapıyor. Hikâye anlatıcılığını çok önemli buluyor ve EKOIQ’de haberciliğe, hikâye anlatıcılığını da katmaya çalışıyoruz. Gerçekten habercilikte de yapılacak sonsuz şey var. Bakış açısı değiştiğinde yeni ürünler doğuyor. Toplumsal fayda iletişimi, çevresel fayda iletişimi çok önemli.

Bir şeyi değiştirmek istiyorsanız, ilk önce bakış açınızı değiştirmeniz gerekiyor. İklim krizinden mağdur olmuş birini ya da Dünya’daki sera gazı oranlarının yükselişini, neyi nasıl anlatıyorsak bakış açımızı değiştirmeliyiz. Dünya’nın rasyonalitesinin değiştiğini düşündüğümüzde başka bir boyuta geçeceğiz. Oranın hikâyeleri de o geçişten sonra akmaya başlayacak.

Mars’a gidecek roketi yapanın yarattığı iklim krizini çözmemesi mümkün değil.

Biz aslında bir tür “savunuculuk gazeteciliği” yapıyoruz. Objektif ve en doğru verileri, en doğru şekilde kullanmaya çalışıyoruz. Ancak biz bu konuda tarafız. Taraf olarak, bütün sayıların, bazen korkunç hikâyelerin insanın üstüne gelmesinden korkmalıyız. Frank Herbert’in Dune romanında “Korku akıl katilidir,” denir. Korkunun üzerinden geçtiği bir insandan yeni bir şey yapmasını beklemek zordur. Buna iyi reaksiyon verenler de vardır belki. Korku değil de durumu anlamak için merak ya da şaşkınlık duyanlar.

İnsanlık, kendisinin yarattığı sorunları çözebilecek kapasiteye mutlaka sahiptir. Mars’a gidecek roketi yapanın yarattığı iklim krizini çözmemesi mümkün değil. Bunun için kamu, ülke yönetimleri, yerel yönetimler gibi bir sürü etken olsa da okumuş yazmışların, hikâye anlatıcılarının rolü çok önemli.

Nuri Özbağdatlı: Barış, çok güzel veriler aktardın bize. Bir yanda hakikatin iletişimi bir yanda algı, bakış açısı, ama bir yanda da altını çizdiğin kritik noktalar var. Tamam, iklim krizini çözebiliriz, ama kimseyi geride bırakmadan bunu nasıl yapacağız? Çözerken, konunun derin yoksullukla ilişkisini nerede göreceğiz? Bunu yaparken, çözümlerimizin yeni bir eşitsizliğe neden olmamasını nasıl sağlayacağız? Kabul edelim, hepimiz körüz, ayrıcalıklarımızı görmüyoruz, kendi ayrıcalıklarımızın farkında değiliz. Örneğin ben, COP27 için pek güzel emisyon saldım, gidip gelirken uçağa bindim. Ayrıcalığın görünmez olması eşitsizlikleri tetiklerken, insan bakış açısını nasıl değiştirebilir, hakikatin iletişimini nasıl yapabilir? Damla, neler söyleyeceksin bize?

İklim krizini çözerken kimseyi geride bırakmamak!

Damla Özlüer: Hakikatin iletişiminden, hakikati aramaktan bahsediyorsak şunu unutmamalıyız: Aslında bu binlerce yıllık bir soru, biz de sormaya devam ediyoruz. Platon da sordu, Kant da sordu bu soruyu. O yüzden büyük laflar sarf etmek istemiyor, tam tersine küçük şeyler söylemek istiyorum.

Bir kere kibrimizi bir tarafa bırakmak zorundayız. Çünkü kibir, durumu anlama biçimimizle de ilişkili. İklim krizi ve bunun sonuçları insanlığın bir problemi. Doğa devam edecek, Dünya devam edecek. ODTÜ’den çok sevdiğim bir hocam, “Bugüne kadar beş kitlesel yok oluş oldu, altıncısı da insan eliyle gerçekleşiyor. Şanımız olur, biz gittikten sonra yaşam yeniden başlar,” demişti. Öncelikle bunun kendi kendimize yarattığımız ve kendi varlığımızı tehdit eden bir mesele olduğunu görelim. Bunu, bütün bu süreçte biyoçeşitliliğin içinde yok ettiğimiz binlerce türü dışlamadan söylüyorum. Kendi varoluş savaşımızı verdiğimizi görmeliyiz. Asıl soru, doğayı kurtarmayı değil, yaşamayı istiyor muyuz istemiyor muyuz?

İkincisi, kendimin de bir çevirmen olarak içinde bulunduğum yayıncılık sektöründeki, “biz bir şeyler yapacağız insanlar ondan öğrenecek” yaklaşımının değişmesi gerekliliği. Hayır, asıl bizim birlikte öğrenmeyi ve değişmeyi başarmamız gerek. Bir iletişimci olarak tüketicilere suyu az kullanın, poşetleri ayırın denmesinin toplumsal dönüşüm için gerekli olabileceğini, ama çözüm olmadığını düşünüyorum. Örneğin, koskoca tekstil sektörünün yarattığı yıkım varken, evinde çocuğunu yıkayan tüketiciye bunları söylemek gerçekçi değil. O yüzden, bizim yüksek kaidelerimizden inerek toprakla, iklimle, gündelik hayatla daha fazla bağı olan kişilerle bir araya gelebilmeye ve onlardan öğrenerek bu mücadeleyi örgütlemeye ihtiyacımız var. Bu, kimseyi geride bırakmamanın da öz koşulu.

Kimseyi geride bırakmamak gerekliliğini zaten büyük çoğunluk biliyor. Oxfam’ın (İngiliz yardım kuruluşu) raporuna baktığımızda sadece %1’in, dünyanın emeğinin çok üzerinde bir getirisi olduğunu görebiliyoruz. Belki de bu bağı tekrar kurmalıyız. Ben çevre hareketinin müthiş bir başarı kaydettiğini düşünüyorum. Ancak bu başarının yanı sıra ekonomik sistemimizin dönüşümünün zorlandığını, “Akıllı, sevimli, güzel çocuklar çevreyi koruyorlar,” algısının çok zararlı bir noktaya geldiğini görüyorum. Dönüp o bağları tekrar kurmamız gerektiğini, özellikle derin yoksullukla iklim krizinin bağını kurarken aynı zamanda derin yoksullukla bizim geleceğimiz arasındaki bağı da kurmanın gerekli olduğunu düşünüyorum.

Yukarıdan bir bakışla hep birlikte dünyayı kurtaralım yerine, hep birlikte yeni bir yaşamı örelim diline geçmek iyi olabilir. Bu noktada iletişimci olarak en sevdiğim iki sloganı hatırlatayım: Biri, “Yaşasın yemek yemek!” diğeri, “Okumak iptiladır, müptelalara selam!” Hep birlikte daha çok müptela üretmemiz gerekiyor. İçerik üreten, hikâye üreticisi olan herkes daha çok müptelayla bir araya gelmeli ve bu iptilayı daha çok yaymalı. İptilayı yayabilmek için yeni nesillerle ve sokakla bağ kurmaya, “iklimce”yi yaymaya ihtiyacımız var.

Nuri Özbağdatlı: Kendimizi anlayarak, ama biraz da eleştirerek haksızlık ya da yanlış yaptığımız yerleri bilmemiz, doğrudan ayrılmayarak çalışmamız önemli. Buna etkisi olan gazetecilere, yayıncılara ve insanlarla iletişim kurmamızı sağlayan konularda algımızı açan herkese teşekkür ediyorum.

SORU: Anlattıklarınızın hayata geçebilmesi için yayıncılık sektörüne emek verenlerin, özellikle iletişimcilerin iklim krizi ve çevre konularında donanmaya ihtiyacı var. Bunu nasıl yapacağız? Konuya hassasiyeti olanlar işe nereden başlamalı?

Damla Özlüer: Okuyarak başlamalı. Yayıncılık konferansındayız, bu alanda çok kaynak var. Yol haritasını düşünmek için 17 “Sürdürülebilir Kalkınma Amacı”na bakabiliriz. İletişime çoğunlukla sihirli değnek muamelesi yapılıyor. Bir kampanyaya çıkacağız ve birden bütün Dünya değişecek! İletişim, maalesef böyle bir şey değil, sahası olmadan işe yaramaz. Eğer bir “hak kampanyası” yapıyorsanız ve içinde sokak yoksa, iletişim dediğiniz sadece hepimizin beğendiği güzel filmler yapmak olur. Kurumun kendi içinde dönüşmeye başlaması, kendi içinde bir sürdürülebilirlik politikası ya da yeşil politikalar belirleyecek adımları atmaya başlaması, ancak ondan sonra iletişimine de bunu taşıması sağlıklıdır. Öbür türlüsü, özellikle “greenwashing” dediğimiz “yeşil badana”, “yeşil aklama” türünden kampanyalar çok fazla. Bugünün tüketicileri de üreticileri de gençleri de bu türden kampanyaları çok hızlı anlama konusunda müthiş bir beceriye sahipler. Bu da yaptığınız iletişimin yarardan ziyade zarar getireceği ve bir sonraki adımı atamayacağınız anlamına geliyor. O yüzden küçük adımlarla başlamak, kendinizi nasıl dönüştüreceğinizi, kurumun bu konuyla ilgili öngörüsü, politikası, vizyonu ne olacak, bunları düşünmek doğru olacaktır.

Barış Doğru: Demokratik işlemeyen bir kurumdan harika sürdürülebilirlik projeleri çıkmaz. 17 “Sürdürülebilir Kalkınma Amacı”nın hepsi birbirine bağlı. 17. amaç, 16 amacın gerçekleşmesini sağlamak için “ortaklıklar kurun” diyor. 16 somut başlık için 17. amaç küçük bir anahtar niteliğinde. Bu ortaklıkların ilki, birlikte çalıştığınız iş arkadaşlarınızdır. Kurumun içinde bu konudaki çalışmalar konuşulmamışsa, birlikte örgütlenilmemişse, karbonsuz ne üretirseniz üretin mutlaka bir süre sonra iş tavsar. İnsan, sosyal bir varlık. İnsanın toplumsal özü iletişimde, sosyalliğinde yatıyor. Sorunları çevre ya da insan hakları gibi başlıklara bölüp, şunları sonra yapsak da olur diye bir şey yok. Bakış açınızı değiştirin, 17. kutudaki anahtarı cebinize koyun ve yola çıkın.

Nuri Özbağdatlı: Her birey nefes alıp verdikçe aslında karar veriyor, karar alıyor. İster yayıncı olalım ister cumhurbaşkanı ister iletişimci ister okur, tam karar verme noktasındaki motivasyonu nasıl etkileyebiliriz? Her nefes alışta bir fırsat yaratıyoruz. Ne yazık ki, herkes her fırsata eşit erişemiyor. Bizler sahip olduğumuz fırsatları nasıl paylaşabiliriz? Erişebildiğimiz ya da diğerlerinin erişemediği fırsatlar için nasıl ortamlar yaratabiliriz? Yayıncılarla işbirliği için neler yapabiliriz? Biz UNDP olarak bütün bunları kendimize ödev olarak alıyoruz.