Bizi kurtaracak olan edebiyattır!
Yarım asırlık edebiyat yolculuğunun her adımında, Türkçe’nin niteliklerini öven, dilin eksilmesine, yanlış kullanımlarına direnen “dil gönüllüsü” Feyza Hepçilingirler, her yaştan okura dokunan verimiyle hem eğitimci hem yazar dünyasındaki engin deneyimlerini paylaştı.
35 yıldır etkin bir biçimde yazıyorum. İlk şiirim 1966’da yayımlandı.15-16 yaşlarındaydım ve büyük bir hevesle bir yerlere göndermiştim. Ama ben hiçbir zaman onu başlangıç olarak saymıyorum. O ilk şiirden diğer eserlerime kadar uzun bir aralık var.
Benim eserlerim, dil ve edebiyat olmak üzere iki koldan gidiyor. Her ikisini de birbirine karıştırmamaya çalışıyorum, ama bir biçimde karışıyorlar. Son zamanlarda biraz daha dile ağırlık verdim. Yayıncılık ve eğitim dünyamız, Türkçe’nin ne halde olduğunu biliyor zaten. Dilimizde, İngilizce’den gelen sözcükler, kalıplar ve hatta cümlelerle durmaksızın süren bir etkilenme var.
Bir dil nasıl sağlıklı kalır, nasıl hasta hale gelir, nasıl gücünü yitirir? Bunun telaşındayım ben. O nedenle de, ağırlığımı dile verdim. Haliyle, edebiyat kısmı mahzun kaldı bu durumda.
“Senin yazarlığın kaç yazar?”
Geçtiğimiz aylarda kaybettiğim eski kocam –hoş yenisi de yok– karizmatik bir adamdı. Beraber bir yere gittiğimizde, benim yanımda ona, “Yazar mısınız?” diye sorarlardı. O da, “Yok, eşim yazardır,” derdi. Onlar da bana şaşırarak bakarlardı; çünkü hiç kimse benim yazar olduğuma ihtimal vermiyordu. Üstelik, yazar olduğumu belirtmemin gerekli olduğu zamanlarda da ödüm kopuyor! Çünkü adımı ve soyadımı söylediğimde, gelecek cevabı biliyorum: “Hiç duymadım!” Bu şu demek: Ben bile duymadıysam, sen ne yazıyorsun? Senin yazarlığın kaç yazar?
Bazıları da bu gibi durumlarda ayıp olmasın diye, “Ne yazıyorsunuz?” sorusunu soruyorlar. Bu da yanıtlaması zor bir soru. “Ne yazmıyorsun?” diye sorsalar, hemen cevaplarım: Şiir yazmıyorum.
Ama, “Ne yazıyorsun?” diye sorduklarında; öykü, roman, deneme, anı, eleştiri, inceleme yazdığımı söylemem gerek. Hatta 11-12 tane de çocuk kitabım var. “Ne yazıyorsun?” diye sorduklarında kilitlenip kalıyorum ve, “Her işi yaparım abi,” gibi bir tepkim oluyor.
Geride kalan yıllara baktığımda, öğretmenliğim galiba biraz daha ağır bastı. 41 yıl öğretmenlik yaptım, yeni ayrıldım. Ben hep öğretmenliğimi yazarlığımdan, yazarlığımı öğretmenliğimden korumaya çalıştım. En çok da öğretmenliğimi yazarlığımdan korumaya çalıştım.
Ancak dil kitaplarım, zaten ben istesem de, istemesem de öğretici olmak zorundaydı. Onlar aracılığıyla birçok kişiye, daha çok öğretmene ulaştığımı hissediyorum. “Kitaplarınızdan çok faydalandık,” diyorlar. Zaten ben de bu fayda için yazıyorum o kitapları.
En büyük icattır dil !
Öte yandan yüreğim titriyor, edebiyatçılığımı da bilsinler istiyorum. Sekiz öykü kitabı yazdım, iki tane de romanım var, denemelerim var. Onları da bilsinler istiyorum. Ama çok da önemi yok; hâlâ benim soyadımı duyduklarında insanlar, “ne kadar uzun”dan fazla bir şey söyleyemiyorsa, kendimi tanıtmak için daha çok yazmam gerek galiba diye hissediyorum.
Öğretmenlik ve yazarlık olmak üzere, önümde iki yol oldu hep. İkisini de birbirine karıştırmamaya çalışıyorum. Ama her ikisinin de çok önemli olduğunu düşünüyorum. Özellikle, öğretmen aracılığıyla çocuklara verilmesi gereken iki zevk var. Birincisi dil zevki, dil beğenisi. Yalnızca Türkçe’yi yazan biri olduğum için sadece onu koruyan, diğer dillere dirsek çeviren biri gibi algılanmak istemem. Her dilin, her anadilin ayrı bir önemi var.
Her dil kutsaldır. Çünkü insanların en büyük icadıdır dil. İnsan, daha büyük bir icat başaramadı henüz. O nedenle, öğrencide bir dil sezgisi yaratmak için, kaç yaşında olursa olsun, ona çok güzel örnekler sunmak gerekiyor. Bu noktada eğitimcinin de Milli Eğitim Bakanlığı’na eleştirel gözle bakması gerekiyor. Okullarda okutulan ders kitaplarını zamanım oldukça inceliyorum. Bir dil beğenisi vermekten o kadar uzak ki bu kitaplar.
10 yıl boyunca edebiyat öğretmenliği yaptım, sonraki yıllarda da 15 yıl kadar üniversitede ders verdim. 41 yıllık eğitimcilik hayatımın geri kalanında da, dershanelerde öğretmenlik yaptım. Yani her yaştan öğrenciyle bir araya gelme şansım oldu. Onlarda gördüğüm en büyük –giderek de artan– eksiklik, okumaktan kaçmaları, okumayı büyük bir külfet gibi görmeleri. Genç öğretmenlerin bunu daha büyük bir çabayla önlemesi gerek.
Güvenli bir toplum için edebiyat
“Ben hiç kitap okumadım,” diyen öğrencim oldu benim. Yıldız Teknik Üniversitesi gibi, bileğinin ve aklının gücüyle girebileceği bir üniversiteye gelmişti, ama bunu söyleyebiliyordu. “Aferin!” demek gerekiyor… İnsan üniversiteye kadar gelip de, kendini kitaptan koruyabilmişse, önemli bir çaba göstermiş demektir. İşte bunun önlenmesi için, daha büyük bir çaba göstermesi gerekiyor öğretmenlerin. Çünkü artık dijital ortamlar da var. İnsanlar, özellikle de gençler ellerinde bu cihazlarla dolaşıyorlar. Onları oradan alıp da kitaba yönlendirmek çok zor. Ama kitabın, edebiyatın tadını hissettirmeden de dili sevdirmek çok zor.
Tüm bunlar iç içe geçmiş kavramlar. İnsan edebiyatı severse, dili sever; dili severse, korur; dili koruduğu zaman kendine güveni artar. Asıl yararı da budur. Biz anadilimizi, Türkçe’yi durmaksızın hor görürken, “Türkçe lastik gibi, nereye çekersen oraya gider,” dedikçe ne yazık ki, kendimize güvenimizi de yitirdiğimizin farkında olmuyoruz. Oysa diline güvenmeyen insan neye güvenir? (Neye güvendiğimizi ülkenin durumundan görebiliyoruz aslında; kaba kuvvete.)
Dünya şiddetin dünyası olur; toplum, gücü elinde bulunduranın baskısı ve korkusu altında yaşamaya çalışır. Tüm bunlardan kurtulmak adına, edebiyattan başka kurtuluş umudumuz yoktur. Bizi kurtaracak olan edebiyattır.
Çocuklarımıza destek olmak istiyorsak, okumayı onların sevdiği bir uğraş haline getirmemiz gerekiyor. Bunu başaramazsak, gelecekten umudumuz kalmayacak.
Sistem, iyi yetişmiş öğrenci –bilimle uğraşan, kafası bilimsel boyutta da çalışan, matematiğe ağırlık vermiş, doğru düşünmeyi bilen insan yetiştirmek istemiyor. Sistem başka yöne ayarlanmış; iman gücüyle yaşayan, biat eden, susan ve itaat eden insanlar yetiştirmek istiyor. Buna karşı çıkamazsak, sürüleşmemiz kaçınılmaz olur.
Tüm bunlara karşı çıkabilmek için de, birey olmanın gücünü ve nasıl birey olunacağını çocuklarımıza ve gençlerimize birer yol gösterici olarak öğretmemiz gerekiyor. “Öğretmek” derken, onlara ulaşmanın, onlarla iletişim kurmanın yöntemlerini bulup, onlarla doğru dilde konuşabilmekten söz ediyorum. Her birinin kendine güvenen bireyler olmasını sağlamak gerekiyor. “Herkes kendi kapısının önünü süpürse, her yer tertemiz olur”, deyişindeki gibi. Herkes kendine güvense, güvenli bir toplum olur.
“Dünya el değiştiriyor.”
Böylece korkan, bir yerlere saklanan, korkuyla bekleyen insanlar olmaktan kurtuluruz. Çok söylenen laflar bazen inandırıcılığını yitirir. “Gelecek gençlerindir!” de öyle bir laf, ama gerçek bu. Dünya el değiştiriyor. Oktay Akballar, Tarık Dursun K.lar, Yaşar Kemaller gittiler; gidecekler, biz de gideceğiz. Kim kalacak geriye ? Çocuk olanlar kalacak, dünya onların!
Onları iyi yetiştirmek, yazarlar, yayıncılar ve öğretmenler için büyük bir ödev. Kutsal bir uğraşın içindeyiz. Öğretmeden dinletmek, anlatmadan sevdirmek gibi birtakım yolları bularak, onlara ulaşmanın müthiş coşkusunu da yaşamak zorundayız. Bu coşku, bizlere de yaşama sevinci verecektir. Ben hâlâ, bir yerlere gelmiş, kendini kanıtlamış, profesör olmuş öğrencilerimi gördükçe, onların başarısıyla gururlanıyorum. Bugün bu başarılarla nasıl gururlanıyorsak, çocuklarımızın ve öğrencilerimizin başarısıyla yarın da gururlanabilmek için, bir an önce işbaşı yapmamız gerekiyor.