Çare çocuk edebiyatı
Blogcuanne.com adlı blog sayfasında binlerce yetişkine dillendirici, düşündürücü ve eğitici yazılar ve konular paylaşan Elif Doğan, Keçi’nin dördüncü sayısında konuk yazar olarak yer alıyor. Doğan, bireysel edebiyat yolculuğunu ve çocuklarıyla birlikte okuma deneyimini anlatıyor.
Küçükken az kitap okuyan bir çocuk değildim, ama elinden kitap düşürmeyen bir kitapkurdu da değildim hani… Çok sevdiğim kitapları bir nefeste bitirirdim, ancak eline geçirdiği her şeyi okuyanlardan hiç olmadım. Babamın yazları sayfa başına para teklif ederek bana gazete okutmaya çalıştığını – ve işe yaramadığını– çok iyi hatırlıyorum.
Lisedeyken edebiyata özel bir ilgim yoktu. Edebiyat öğretmenimi çok sevişim bile, dersleri sıkıcı bulmamı engelleyememişti. Ne de olsa, aklı bir karış havadaki gençlere eğer temelleri yoksa hele de geleneksel yöntemlerle edebiyatı sevdirmek kolay değildi. Evimizde edebiyat birikimi vardı, zengin sayılabilecek bir de kütüphanemiz. Ancak annemde babam da bana kitap okumazlardı. Öyle bir alışkanlık yoktu o zamanlarda. Oysa çocukla edebiyatı, edebiyatla çocuğu tanıştırmak; çocuğu bir nevi deryanın içine atmak gerekiyordu. Bunun da çok basit bir yolu vardı: Kitap okumayı eğlenceli bir hale getirmek. Bu da kitapları daha çok küçük yaştan itibaren, hayatın bir parçası yapmakla gerçekleşebilirdi.
Çocuklarıma kitap okumaya başladığımda, onların kitapkurdu ya da edebiyatsever olmaları değildi niyetim. Çocuk kitabı okumanın, onlarla vakit geçirmek için iyi, kolay, eğlenceli bir yol olacağını düşünmüştüm sadece. Bana açacağı kapıları hiç hesaba katmadan…
Bir taze anne…
İlk oğlumu kucağıma alıp ilk kitabını okumaya başladığımda henüz üç aylıktı. P. D. Eastman’ın Are You My Mother (Benim Annem Sen misin?) isimli kitabı, yumurtadan çıktığı sırada ona yemek bulmaya giden annesini arayan, yavru bir kuşun hikâyesini anlatıyordu. Elbette, henüz başını yeni tutmayı öğrenmiş bir bebek olan oğlum, kitabı başından sonuna dinliyor, hikâyeyi takip etmiyordu. Bir taze annenin, bebeğine okuması için çok romantik bir kitaptı ve benim içinde bu kadarı yeterliydi.
Oğlumun yaşı ilerledikçe, kitabı daha da dahil ettim gündelik hayatımıza… Dişlerinin çıkmaya başladığı dönemde, dişetlerini bez kitaplarla kaşıdı. Banyo yaparken su fışkırtan oyuncakların yanı sıra ıslanabilir kitapların sayfalarını çevirdi. Dışarı çıktığımız zamanlarda oyuncakların yanında kitapları da aldık yanımıza, çünkü onlar da bir insanın – bebek de olsa– güzel vakit geçirmesini sağlardı. İkinci oğlum doğduğunda da kitap rutinimizi korumaya çalıştık.
Çok oyuncu bir anne olmadım hiç. Benim çocuklarımla vakit geçirme anlayışım, onlarla dışarı çıkıp parka bahçeye gitmek ve evde olduğumuz zamanlarda birlikte kitap okumak, yapboz gibi sakin ve planlı oyunlar oynamak ya da çocuklarımı ev işlerine dahil etmekti. Bulaşık makinesini yerleştirdiğim sırada, onların tencere tavayla konser vermesini dinlemek gibi.
Çocuklarıma kitap okudukça, sadece onlara kitap okumayı değil, kendime de çocuk kitapları okumayı ne kadar sevdiğimi fark ettim. Çok klişe bir tabirle “bizim zamanımızda böyle kitaplar yoktu” çünkü.
Çocukluğuma dair resimli kitap deyince, bir “Ayşegül” serisi geliyor aklıma, bir de çizgi romanlar… Doğan Kardeşler, Milliyet Çocuklar o zamanın hazineleriydi belki, ama birlikte okunacak, okul öncesine hitap eden resimli kitaplarla asıl kendi ebeveynliğimde tanıştım ben…
“Öğrenmek” deyince…
Sonraları işin içine bir de blog eklendi. Bloğumda her hafta kendi kitaplığımızdaki bir kitabı tanıtmaya başladım. Beğendiğim – ya da beğenmediğim– kitapları diğer annelerle ve babalarla paylaşmaktı niyetim. Nihayetinde ben bir kitap eleştirmeni değil; çocuklarına ve çocuklarıyla kitap okumayı seven bir anne, çocuk kitaplarından öğrenecek birçok şey bulan bir yetişkinim.
Çocuk kitaplarından öğrenecek şeyler demişken, çocuklara bir şeyler öğretmek gayesiyle yola çıkan didaktik kitaplara da bir alerji geliştirdim. Neticede, anne tarafım bazı konuları başkalarının üzerinden (buna kitaplar da dahil) anlatmayı kolay bulsa da, hikâyeyi eğlenceli olmaktan çıkaracak kadar mesaj kaygılı kitaplara mesafeliyim.
Taşa işlenen nakış gibi…
Başım sıkıştığında aradığım soruların yanıtını, en azından yalnız olmadığım hissini de bulabiliyorum çocuk edebiyatında.
Okuldaki sıkıcı ve kısır din bilgisi dersinden kafası karışan çocuğuma, ahlâkın ne olduğunu ve ne olmadığını “Çıtır Çıtır Felsefe” dizisiyle anlatabiliyor; ölen köpeğimize ne olduğunu soran oğluma, ölen kedisi Barney’nin toprağın altından ağaçları büyüttüğünü fark eden çocuğun hikâyesi olan The Tenth Good Thing About Barney’i (Barney Hakkındaki Onuncu İyi Şey) okuyor; goril bile olsa, her anneden öğrenilecek bir şey olduğunu Benim Annem Bir Goril’le (Apstjaernen) keşfediyorum.
Çocuklarımın kitaba olan ilgileri bilmiyorum ileride devam eder mi ? Büyükbabamın bir sözü varmış; “Çocuklukta kazanılan alışkanlıklar, taşa işlenen nakış gibidir,” dermiş. Eğer öyle olursa ne âlâ… Olmazsa da bunca kitap dolusu eğlence yanımıza kâr kalacak, sefamız olmuş olacak.
Sanırım çocuklarıma kitap okuyarak, biraz kendi ihtiyacımı tatmin ediyor, adeta geçmişin eksiğini kapatıyorum. Evet, çocuk kitabı okumayı çok seviyorum. En az kendi çocuklarıma okumayı sevdiğim kadar, içimdeki çocuğa okumayı da seviyorum.