Çevirmenlik, yazar olma simülasyonudur!

Fantastik edebiyatın önemli eserlerini dilimize kazandıran, “Harry Potter” dizisinin çevirmenlerinden, sinema yazarı Kutlukhan Kutlu, çevirmenin edebiyat yayıncılığındaki rolüne ve sorumluluğuna dikkat çekti.

“Dili Döndürme Sanatı” başlığında, bir çevirmenin başına bela olabilecek her şeyi görebiliriz; öte yandan, yayıncılık sektörünün üzerinde yükseldiği değerleri de anlayabiliriz. Edebiyat yayıncısının işi, her şeyden evvel mecazdır. Yakınlarda, Metaforlar, Hayat, Anlam ve Dil adında bir kitap okudum. Çevirmeni Yavuz Gökhan Demir, metaforların aslında ne olduğunu bilimsel ve sosyal açıdan incelediği, çok güzel bir önsöz yazmış kitaba. Metaforların beşeri bilimlerde, giderek sosyal, hatta bilimsel gerçeklikleri kurduğumuz malzemeler haline geldiğini belirtiyor. Bu demektir ki, gerçekliğimizi metaforlarla inşa ediyoruz. Buna nörologlar onay verdiğinde şaşırtıcı olabilir, ama bizim gibi edebiyatla uğraşan insanların bu sonuca varması çok doğal. Aramızda hangi yazar, gerçekliği metaforla inşa etmiyor ki?

Çevirmen olarak bizim işimiz de, işte bu metaforlarla  inşa  edilen gerçeklikleri alıp, bir anlamda yapıbozumuna uğratıp, onlara yeni uygun karşılıklar bulmak, bir anlamda o gerçekliği yeniden inşa etmek. Bundandır ki çeviri, yeniden inşa etme, yeniden kurgulama sürecidir. Bundan yola çıkarak, şöyle cüretkâr bir talepte bulunacağım: Çevirmenin eserde sahiplik iddia edebileceğini düşünüyorum. Bunun çok basit göstergeleri vardır. Yayıncılar içinde, bastığı edebi eserlerin üzerine çevirmenin de adını yazan kim varsa çok önemli. Çevirmenin adını yazmayanların da bu kararlarını yeniden gözden geçirmesi gerekir.

“Dili döndürme sanatı”

Ben küçükken, tüm aile fertleri dilini yuvarlayabiliyordu. Bense yapamadığım için, “Dilimi sizin gibi yuvarlayamıyorum, ama ileride çok güzel döndüreceğim,” demiştim. Gerçekten, dil benim için çok küçük yaştan itibaren bir ilham kaynağı oldu. Hem kelimelerimizi, hem de düşünmemizi doğrudan etkiliyor. Ne kadar çok dil bilirsek, o kadar çok kültürün kavramlarına aşina oluyoruz. Bildiğimiz dillerle zenginleşiyoruz; kendimizi o dille gerçekleştiriyor ve inşa ediyoruz.

Yıllar sonra çeviri yaptığım dile dönüp baktığımda, beni büyük oranda etkileyen şeyin, çocukluğumda okuduğum kitaplar olduğunu gördüm. Fark ettim ki, çocukluğumda okuduğum Agatha Christie polisiyelerinde, Hercule Poirot ve Miss Marple nasıl konuşuyorsa, ben de çeviri yaparken içgüdüsel bir şekilde o ifade biçimlerine uzanıyorum. Çünkü o karakterler ve konuşmalar, bir yerlerde benim temel ifade biçimlerimi oluşturmuşlar. Bu nedenle, çevirinin yalnızca insanların dillerini kullanma alışkanlıklarını değil; çocuklukta dil ve okuma merakı oluşurken, kişiliğin oluşumunu da etkilediğini düşünüyorum.

Okuduğum romanda, Sherlock Holmes, Dr. Watson’a dönüp “Kuzum Watson,” ya da “Azizim Watson,” diyorsa; bunun beni “Sevgili Watson,” diyen bir çeviriyi okuyan halimden daha farklı bir insan yaptığını düşünüyorum. Çünkü, bu kavramlar kafamda belli kültürlere denk gelmeye başlıyor. Çeviriden önce, “Bir metin nedir, bir yazar ne yapar?” gibi noktalara da bakmalıyız.

Hangi Faust?

Öykü, acaba yazarın dışında bir varlık mıdır? Örneğin; Marslılar’ın dünyayı istila etmesini, sonra da dünyadaki basit bir virüse yenik düşmelerini ve istilalarının anlamsızca yarıda kalmasını anlatan bir öykü fikri olsa… Bu fikir farklı yazarlara verilse, hepsi de farklı kurgulayacaktır. Ama temel meselemiz, hikâyenin nasıl kurgulanacağıyla bitmiyor. Yazarlara, kurulması gereken olay örgüsünü ve tüm senaryoyu verseniz de, her biri bambaşka çağrışımlar ve duygulanımlar yazacaktır. Bunun pek çok örneği var. Örneğin, Alman efsanelerinden Faust’un Christopher Marlowe tarafından 16. yüzyılda yazılan uyarlama oyununa ve yine aynı efsaneden çıkan, Goethe’nin yeri göğü inleten, romantik edebiyatta başyapıt olan Faust’una bakalım. İkisi de aynı öyküyü anlatırlar, ama bambaşka yerlere giderler ve bambaşka şeylere dokunurlar. Ve bundandır ki, Goethe’nin kahramanının özlemleri, Marlowe’un kahramanının özlemlerinden farklıdır. Bu farklılık, olayların başkalığının yanı sıra sözcük seçimiyle de oluşmuştur.

Bir yazar kelimelerini seçerken, bilerek ya da bilmeyerek, onu yazar yapan özün ve birikimin güdülendirmesiyle ortaya bir doku çıkarır. Sevdiğiniz bir yazar, bazen bir trajedi, bazen bir casusluk öyküsü, bazen de bir aşkı anlatabilir. Ve okur olarak siz, o yazar da tam olarak neyi, niçin sevdiğinizi belirtemezsiniz. Çünkü bu, yazarın kurduğu dille okuru beslemesi anlamına gelir. Yazarın kurduğu dil dünyası, sizin insan olarak kendi karakterinizi biçimlendirmenize ve zenginleştirmenize belli bir katkıda bulunur. Çevirmen olarak bizim işimiz de, metnin zenginliğini yitirmesine izin vermeden, bu zenginliği yeni bir dilde olabildiğince ortaya dökebilmektir.

Çevirmen, öncelikle yazarın kullandığı ifadeleri çevirmekle sorumludur.  Sonra da terimleri… Daha geniş bir açıdan bakarsak, çevirmen, kitabın duygusunu, hatta sürükleyiciliğini ayakta tutmakla meşguldür. İngilizce’de çok okunan kitaplar için page turner diye bir deyiş vardır. Türkçe çevirisi (yani kötü çevirisi), “sayfa çevirttiren” olabilir. Yazar kitabı öyle bir yazar ki, elinizden bırakamazsınız. Türkçe’de bu tabirin iyi çevirisi de şöyledir: Elinizden bırakamadığınız kitap…

Peki, çevirmen neyi tercih edecek? Estetik açıdan sadakati tercih edip cümlenin düz kurulmasını mı, yoksa cümlenin polisiyesine ve gerilimine sadık kalmayı mı tercih edeceğiz? Çevirmen olarak her gün yaptığımız pek çok seçimden biri. Ama bu seçimleri istikrarlı olarak yanlış yaparsanız, bir kitabın okurda bıraktığı duygulanımı ve keyfi, doğrudan etkileyebilirsiniz.

Cümlenin polisiyesi

Peki, yazarın hangi özelliği bunu sağlar? En temel anlamıyla, bir sayfada yazanlar, diğer sayfadakileri merak ettirmeli. Bir yazarın anlattığı şey, cümleden cümleye de okuru merak ettirebilir. Nasıl olur bu? İngilizce’deki cümle kurulumunda; özne, yüklem, arkasından nesne, sonra da eylemi açıklayan ve süsleyen cümleler gelir.

Türkçe’de ise, yüklemleri sona atılan bir kurgu kullanıyoruz. Basit gibi görünebilir, ama çevirilerde tırnak içinde konuşmayı verip, arkasından devrik bir “dedi Holmes, Watson’a,” cümlesi kullanma nedenimiz, yazarların kendi dillerinde cümle içinde yarattığı gerilimi, çeviride de yaşatabilmek, ayakta tutabilmek isteğimizdir. Bu nedenle, “Holmes,Watson’a ‘Ama onu geçen sokakta gördüm, ayaklarının altı kırmızıya boyanmıştı,’ dedi”, gibi bir cümle kurmuyoruz. Önce cümleyi, sonra söyleyeni koyuyoruz.

Bir bakıma, çevirmenler olarak, İngilizce söz dizimini taklit ediyoruz. Sürükleyici kitaplar yazan, özellikle bestseller dediğimiz çok satanları yazanlar, gerilimi ayakta tutmak adına bu yapıyı kendi lehlerine kullanırlar. Çevirmen de, o cümleyi düz dizdiğinde tüm gerilimin gideceğini bilir. Ben buna, cümlenin polisiyesi diyorum. Yani her kitabın kendi polisiyesi, kendi merak ettiriciliği vardır.

Bir yazar metnini; birikimi, olmuşluğu, yazarlığı ve insani tecrübesiyle yaratır. “Harry Potter”ı ele alalım. J. K. Rowling adında bir yazar, hayatında gayet kötü bir dönem geçirirken ve hiçbir şeye dair umudu yokken, oturup bambaşka bir dünyaya geçen çocuğun hikâyesini yazı- yor. Aslında bir anlamda o çocuğun ümidinin, yazarın ümidini yansıttığını düşünebiliriz. Yazar, kitabında yarı acı, yarı tatlı, ümitle dolu, ama büyük acılarla da dolu ve çocuk kitaplarında görülemeyecek kadar sert birtakım trajedilerin de yaşandığı umut dolu bir dünya kuruyor.

Dil üretebilmek…

Bazı yazarlar bazı eserlerini, ancak bazı dönemlerinde verebilirler. Yazarlıkta olgunluk dönemi diye bir şey vardır. Örneğin Borges, yıllarca öykü yazdığını, amaKum Kitabı’nı ustalık zamanında yazdığını, yazarlığının en başından beri yazmak istediği kitap olduğunu söyler. Aynı şey, çevirmenler için de geçerli. Bazı çevirilere hazır değilizdir. Birikimimiz hazır değildir. Örneğin, “Harry Potter”ın çevirisine çok genç yaşta katıldım. Roman çevirmeni olarak ilk ciddi deneyimimdi.

Normalde, benim pek çok açıdan “Harry Potter”a hazır olmamam gerekiyordu. Fakat hazırdım; çünkü Rowling’in düşünsel olarak geçtiği yolların önemli bir kısmından geçmiş, onun ilham aldığı öykülerin bir çoğunu okumuş ve onun düşündüğü tipte öyküler üzerine ben de düşünmüştüm. Dolayısıyla, göndermelerini doğallıkla yakalayabilecek noktadaydım.

Çevirmenlik, salt çeviriyi aldıktan sonra üzerinde uygulanan çalışma değildir; çevirmenin kendi üzerinde yaptığı çalışma, yani hayatını nasıl yaşadığı, o eserin önemli bir kısmıdır. Nasıl ki bir yazarın hayatı, ortaya çıkardığı eserin önemli bir kısmıysa, bazı çevirileri de bazı yazarlar yapabilir.

Hepimiz yapamayacağımız klasik çevirileri örnek verebiliriz. Örneğin, İngilizce’nin “Everest tepelerinden biri” James Joyce’un Ulysses’idir. Çoğu insanın çarpıp geri döndüğü, çok zor bir çeviridir. Ama bunların hayat tecrübesiyle ilgisi yoktur belki de, dil üretebilmekle ilgisi vardır. Yani yaratıcılıkla…

Çeviri, şifre çözme işi değildir. Böyle bir anlayış, tamamen matematiksel bir şeydir ve yoruma açık değildir. Kişinin dışındadır. Google Translate gibi bir canavara, sevdiğiniz bir yazardan, sevdiğiniz bir cümleyi yerleştirin ve Türkçe’ye çevirin; nasıl felaket bir şey ortaya çıkacağını göreceksiniz. O yazarı, o haliyle okumak ister misiniz?

Bu tür on-line çeviri makinelerinin vereceği pek çok kelime karşılığı var. Ama  o karşılıklar arasında sizin neyi seçeceğinizi sezginiz, edebiyatsever okur olarak nasıl bir birikiminiz olduğu ve yaratıcılığınız belirler.

Yazar damarı

Bu noktada yaratıcılığa fazla kapılmak gibi bir tehlike de var. Bence çevirmenlik en iyi, içinizde yazar damarını bulduğunuzda yapılabiliyor, ama o yazar damarında fazla ileri de gidebiliyorsunuz. Bu konuda sizin sağlam bir freniniz var:  yayıneviniz, en önce de editörünüz. Çevir- men olarak, arkamda iyi bir editör olduğunu hissettiğimde yaratmak konusunda her zaman kendimi cesur hissederim. Böylece serbest uçuşla bir sürü yaratım çıkarırım. Editör devreye girer ve der ki: “Ben şunu beğendim, şurada iyi gidiyorsun, şu çizgide aynen devam et.” Dolayısıyla, bu süreç benim yazarı okumamdan, yazar gibi düşünmemden, editörün benim gibi düşünmesine kadar varır.

Böylece, edebiyat için son zamanlarda çokça söylenen şey gerçekleşir: “Edebiyat başkası olma simülasyonudur.” Ben, “yazar olma” simülasyonuna girerim; yazar, “karakter olma” simülasyonuna girer; editör, “ben ve yazar olma” simülasyonuna girer. En son okura gelir iş ve o da, bu birçok insanın beyninin etkileşiminden ortaya çıkmış,damıtılmış,mümkünse doğal bir dille ortaya konmuş eserin keyfini çıkarır. Dolayısıyla da çeviri, aslında birçok zihnin ortak yaratımı olan bir şeydir ve bu ortak yaratım, okurun kendi yaratıcılık sürecini tetikler.

Biz eğer çevirmen olarak yaptığımız işin önemine inanıyorsak, insanların düşünsel dünyasına doğrudan etki edebileceğimiz ve çocukların gelişiminde pay sahibi olabileceğimiz gerçeğiyle yüzleşmeli ve bu sorumluluğu almalı, bu sorumluluğu aldığımızı da yayınevlerine iletmeliyiz. Onlar da bizden kendimizi geliştirmiş, bu birikimi sağlamış, bu karşılığı verebilecek yeterlilikte insanlar olmamızı talep edebilmeli.