Çocuklar ve gençlerle “İklimce” İletişim…

“Çocuklarla ve gençlerle iklim konusunu konuşurken, didaktik bir ifadeyle, ‘Çevreciyiz çocuklar, doğaya saygılıyız,’ demek yerine, ‘Bu bizim hikâyemiz çocuklar, ortak hikâyemizi değiştirmemiz gerekiyor,’ demeliyiz. Bu iş, bir proje meselesi değil. Bu bizim kendi hayat hikâyemizin meselesi. İklimdaşlığımızın meselesi.”

Hikâyeler bizim için çok önemli, çünkü insan türü olarak kültürümüzü hikâyelerle kuruyoruz. Her şeyi hikâyelerle öğreniyoruz; geçmişimizi, ailemizi, yapacaklarımızı… Zihnimiz hikâyelerle çalışıyor. O yüzden hikâyeler ne yapacağımızı, nereye gideceğimizi, nasıl gideceğimizi belirliyor.

İletişim de bir hikâye meselesi. Her kampanya bir hikâye anlatıyor size. İsterse araba kampanyası olsun, fark etmez. Size bir hikâye anlatıyor, onun içinde olup olmak istemediğinizi soruyor. İstediğiniz zaman markayla birlikte olmaya başlıyorsunuz. Sosyal fayda iletişimi de çok farklı değil. Bir hikâye anlatacağız, o hikâyeye insanları katmayı deneyeceğiz ve kattığımız zaman kız çocuklarının eğitimi için bir kampanyayı başarıya ulaştıracağız, erken yaşta zorla yaptırılan evlilikleri engelleyeceğiz ya da iklim krizine karşı mücadeleyi hep beraber daha hızlı, daha doğru yapabileceğiz.

Bizim hikâyemizde önce karbon vardı…

O halde, bir hikâye anlatmakla başlayalım ve bu hikâyedeki değişim noktasıyla ilgili düşünelim. İyi bir hikâye nasıl ilerler? Önce açılışı görürüz, her şey iyi ya da kötüdür, ama sonuç itibarıyla bir denge içinde ilerliyordur. Sonra bir şey olur, denge bozulur. Ana karakterler bir felaketle karşı karşıya kalırlar, sonra da heyecanla maceranın peşinden gideriz.

Bizim hikâyemizde önce karbon vardı, sonra yaşam oldu, sonra insanlar Afrika’dan çıktılar, farklı farklı toplumlar kurdular, çeşitli ekonomik sistemler oluşturdular, büyüdüler, geliştiler, aşıları keşfettiler, daha az bebek ölümü olmaya başladı… Gittikçe farklı medeniyetler kurmaya başladılar. Sonra bu medeniyetlerden bir kısmı birtakım hikâyeler anlatmaya başladı. Ne anlatmaya başladı? Daha büyük, daha fazla, daha çok al, daha çok ye, daha çok büyü, büyüme, büyüme, büyüme… Daha büyük binalar, daha büyük kentler, her şeyin daha büyüğü… Sonra ne oldu? 1972 yılında “Club of Rome” bir rapor kitap yayımladı: Büyümenin Sınırları.

Ne anlatıyordu bu kitap? “İstiap haddini doldurduk, dünyanın kaynaklarını bitirdik, biyoçeşitlilik kaybı görülmemiş boyutlara uzandı, denge bozuldu. Yaşadığımız dünyanın kaynaklarını tüketiyoruz…” 1970’lerden bahsediyorum. Bunu bugün hepimiz biliyoruz artık ve bu hikâyenin tarihi dönüm noktasındayız. Bir buçuk dereceyi unuttuk, ama küresel ısınmayı iki dereceyle sınırlamayı başaramazsak, geçmiş olsun. ODTÜ’den çok sevdiğim bir hocamın deyimiyle: “Dünya bugüne kadar beş büyük ‘tür yok oluşu’ yaşadı, altıncı da insan eliyle olur, şanımız olur, ne yapalım! Biz gideriz, evrim devam eder, Dünya devam eder.” O yüzden, bir değişime ihtiyacımız var. Bu hikâyede değişimin sırası geldi, ama “neden” ve “nasıl” gibi sorulara bakmadan çözemiyoruz.

Değişmeye cüret edecek miyiz?

Bu görseli hatırlayanlar var mı? 14 Ekim 2012’de, Felix Baumgartner adında bir adam Dünya’nın tepesinden Dünya’ya atladı ve ölmedi. Neden? Çünkü cüret eden yapar. Cüret edecek miyiz? Sorumuz bu, değişmeye cüret edecek miyiz?

Cüret eden yapar, ama işler asla bir gecede değişmiyor. Kısacık ömürlerimizde büyük ülkülere inanıyoruz ve onlar için çalışıyoruz, ama kısacık ömrümüzde, onun sonucunu göremeyebiliriz. Bunu en iyi öğretmenler biliyor. Birçok nesil yetiştirirler, o nesiller içinden kimler, neler yapacak bilmeden tuğlaları koymaya devam ederler.

Bu arkadaşlar suffragists, yani oy hakkı savunucuları. Biz kadınlar kendilerine çok şey borçluyuz. Yüzyıllarca süren bir mücadeleden bahsediyoruz. Bu kadın hareketinin ilk dünya kongresi Londra’da yapıldı, ikinci kongre 1800’lerin sonunda İstanbul’da yapıldı. Kadın hareketi, o günden bugüne Türkiye’de çalışıyor ve haklar elde ediliyor, ama uzun vadeli mücadelelerle.

Sonra bir gün, birdenbire bir şey olur, bir gecede bütün dünya değişir: Bastille! Fransız Devrimi’nin başladığı yer.

Peki ama değişimi ne tetikliyor? Nasıl değiştiriyoruz, niye değişiyoruz? Eğer bir hayalperest olsaydım, “Çünkü insanlar büyük hayaller kurarlar ve değişmeyi severler, değişerek gelişirler,” derdim. Ama neden başka, aslında bu bir hayatta kalma mücadelesi. Hayatta kalabilmek için uyuma, değişmeye ihtiyacımız var, değişimden kaçmamız mümkün değil. Bugün de değişmek zorundayız. Büyüme, daha fazla alma, daha fazla tüketme… Bunların hepsini değiştirmeye ihtiyacımız var.

Değişim ne yöne gider?

Yine şahane bir hayalperest olsaydım, “Değişim her zaman daha iyiye gider,” derdim; yalan! Öyle bir şey yok, daha kötüye gidebilir. İnsan türü, daha kötü koşullarda yaşamasına sebep olacak seçimler yapabilir, kendimizi daha kötü sistemlerde yaşamaya mahkûm edebiliriz. Bu nedenle, değişimin ne yöne gideceği, mücadelenin gücünün nerede kurulduğuna bağlı. Değişim biz nereye istersek oraya gidiyor. O değişimin nereye gideceğine hep birlikte karar vermemiz lazım. Nasıl karar vereceğiz?

İşte bu muhteşem organ. Dil, sekiz kastan oluşuyor. Ders verenler gayet iyi bilirler, vücudumuzdaki en esnek sekiz kastan bahsediyorum; bütün gün kullanabilirsiniz ve yorulmaz. Kullandığımız dil, düşüncelerimizi belirler. Kullandığımız dil, davranışlarımızı belirler. Kullandığımız dil, kalıplar ve bu kalıplarda kullandığımız anlamlar ve değerler silsilesidir. Bunların hepsi bizim bilişsel çerçevemizi oluşturur.

Bugünkü bilişsel çerçevenin temeli popülerlik, servet, imaj gibi dışsal değerlere dayanıyor. “Bunu değiştirmemiz mümkün mü?” Yani, “Biz bunu kabullenerek aidiyet, uyum gibi değerlerle değiştirebilir miyiz?” Birinci sorumuz bu. Ama ikinci sorumuz da şu: “Bu mümkünse bile yapmalı mıyız?” ya da “Sadece bunu mu yapmalıyız?” Biz bir şeyleri değiştirmek istiyoruz, ama öte yandan hedef kitlemiz ne yapıyor? Onlar neye değer veriyorlar?

Ortak paydamız, iklimdaşlık!

İçinizde yeni araba almayı düşünenler, son zamanlarda arabasını satmayı düşünenler vardır muhakkak. Düşünmeyenlere soruyorum: Bugün yolda yürürken hiç araba ilanı gördünüz mü? Görmediniz. Ama bu yok demek değil, vardı, bir sürü vardı ama görmediniz. Neden? Çünkü ilginiz orada değil. İlgiyle başlıyor her şey. İlgi iyi bir hikâye kurmakla başlıyorsa, hedef kitlemiz hangi hikâyeyi dinlemek isteyecek, önce bunu sormamız gerekiyor.

Öğrencilerimiz hangi hikâyeyi dinlemek isteyecek? İlkokulda, ortaokulda, lisede kendi aralarında neler konuşuyorlar? Hangi sözcüklerle konuşuyorlar? Bunları öğrendikten sonra, anlatmak istediğimiz hikâyeyi o sözcüklerle harmanlayacağız, yavaş yavaş değiştireceğiz.

Malezya’daki büyük sel felaketinde hayatını ya da evini kaybedenlerle, Marmaris yangınlarında evini boşaltmadan bekleyenler arasında; 70 yaşındaki bir çiftçiyle 20 yaşında yeni işe başlayacak, iki yıl sonra üniversiteden mezun olacak bir genç arasında; 5 yaşındaki bir çocukla öğretmeni arasında ortak payda ne? Hiyerarşiyi ortadan kaldırdığımızda ne var aralarında? İklimdaşlık.

Kendi hayat hikâyemizin meselesi…

Bizler, dünyanın daha önce görmediği, yaşam koşullarımızın artık aynı olmayacağı bir dönemde yaşayan son kuşağız. Eğer bu değişimi bugün yapmayı başaramazsak, bir sonraki kuşağa yaşanabilir bir dünya devredemeyeceğiz. “Önemli değil,” diyebilirsiniz, bu da mümkün, ama bizler de çok rahat yaşamayacağız. Gıda fiyatlarındaki enflasyon, sadece küresel politik gelişmelerden kaynaklanmıyor. Gıda güvenliği zinciri kayboluyor, tarım dönüşüyor, içinde yaşadığımız dünya da dönüşüyor, yazlar dönüşüyor, kışlar dönüşüyor… Rahat yaşayabileceğimiz bir dünya ihtimali yok oluyor. Bu yüzden hepimiz iklimdaşız.

Çocuklarla ve gençlerle iklim konusunu konuşurken didaktik bir ifadeyle, “Çevreciyiz çocuklar, doğaya saygılıyız,” demek yerine, “Bu bizim hikâyemiz çocuklar, ortak hikâyemizi değiştirmemiz gerekiyor,” demeliyiz. Elbette okullarda plastik atık projesi yapacaksınız, elbette daha az kâğıt kullanacaksınız… Bu tür projeler sıralanıyor, ama bu iş bir proje meselesi değil. Bu, bizim kendi hayat hikâyemizin meselesi. İklimdaşlığımızın meselesi.

Mesele; iklimdaşlıkta nasıl bir değerler sistemi kuracağımız, nasıl bir dil kullanacağımız, nasıl bir dönüşüme sebep olacağımız. Dolayısıyla, bundan sonra iletişimleri, iklimdaşlık üzerinden kurmak, çocuklarla konuşurken ortak iklim hikâyelerimizi yazmak durumundayız. Sadece ve sadece iklim konuşmak değil, ne konuşuyorsak iklimce konuşmak, iklimce düşünmek… ayağımızı yorganımıza göre değil, iklimimize göre uzatmak zorundayız. Her şeyi, bütün terimleri, atasözlerini, gerekirse bütün dili, ne olursa olsun, her şeyi iklimce bir daha düşünmeli ve iklimi öne koymalıyız. İklimce düşünmeliyiz. İşte ihtiyacımız olan bu.