“Dil aslında hayattır!”

Çağdaş edebiyatımızın ödüllü kalemlerinden Karin Karakaşlı, her yaş için iki anadilde yazan, okuyan, düşünen ve eğitim veren bir edebiyatçı olarak okumanın ve yazmanın olanaklarını, olanaksızlıklarını ve koşullarını tartışıyor.

Edebiyata tapıyorum elbette, ama harflerden önce sesle başlıyor her şey. Herkes sırasını bilmeli. Benim için önce ses var. Annelerimizin ninnilerini hatırlayalım, hiçbir şey yoksa onlar var. Söyleyeceğimiz her şey bittiğinde – ki maalesef bu ülkede fazlasıyla yaşadığımız bir şey bu – “ah” deriz ve aslında kuramadığımız bütün cümleler, o “ah”ın içini doldurur. Harflerin de şöyle bir ızdırabı var: Onları yan yana getirip bir dil oluşturuyoruz ve bu dili her şey için kullanabiliyoruz. O dilde küfür ediyoruz, alışveriş ediyoruz, hayallerimizi ve rüyalarımızı anlatıyoruz, âşık oluyoruz, sevişiyoruz…

Aynı zamanda dil, bir araç. Ne zaman ki, insan o aracın içinden çıkıp, kendine kutsal bir mekân yaratmaya ve bir edebiyat dili oluşturmaya çalışırsa, bu ikincil bir çaba gerektirir. Bir yazarın edebiyat dili ne kadar yetkin olsa da, kuşkusuz, o dil ilham perileriyle inmez.

İkidilli bir çocukluk…

Ben ikidilli bir çocuk olarak yetiştim; anneannem olmasaydı, anadil denen yolculuk, beni Ermenice’ye doğrudan getirir miydi, bilmiyorum. Çünkü Ermenice ve Kürtçe dediğiniz, Fransızca, Almanca ya da İngilizce’den farklı tınlıyor. Ama bu, dillerin kendi suçu değil. Diller de bebeklerin bütün seslere açık olması gibi, son derece aynı doğuyorlar. Onlara giydirilen anlamlar, siyasallaşmaları, esas anlamı dışında her şeyi ifade eder hale gelmeleri, biz insanların, daha doğrusu bilinçli devlet politikalarının ürünüdür.

Tüm bunlardan habersizce, sadece anneannemin dilini konuştum. Evimin bütün dünyam olduğu bir yerde, adı bile konmamış; evin dili. Evin dilini konuşurken, bir yandan da 70’lerde siyah – beyaz televizyonlarda yapılan yarım saatlik yayınları dinliyordum. O yayınlarda konuşulanla, sokaktaki ve evdeki dil farklıydı. Ve pek tabii, bir çocuğun en iyi yaptığı şey, soru sormaktır. Sorularım başladı: “Yaya, bu ne ?” dedim; “Türkçe,” dedi. “Benimki ?” diye sordum; “O Ermenice,” dedi.

İşte o zaman bir şeyler parçalanmaya başlıyor. Çocukluğu, o yekpare mutlu zamanlarımızın bir şekilde parçalandığı halimiz olarak tanımlıyorum. Haliyle bazı ülkelerin ikidilli çocukları, diğerlerine kıyasla daha çabuk büyüyordur. Çünkü İsviçre’de yetişen çocuğun üç resmi dili vardır, üçünü de okulda öğreniyordur. Kullanım pratiği gereği biri diğerinden önceliklidir. Ama Cenevre’deki bir çocuk Fransızca konuşurken, yanında İtalyanca ve Almanca eğitimi de alıyorsa, onun bu dillere yükleyeceği anlamla, Türkiye’de Ermenice – Türkçe ya da Kürtçe – Türkçe örnekleri anlatacak insanların bu dillere yüklediği anlamlar aynı olamaz.

“Sokaktaki dil, evdeki dil…”

Çocuk, mucizevi bir yaratık. İkidilli çocuk ise her şeyi çok çabuk kapan cinsten. Çünkü, sadece Türkçe için ilkokuldan önce özel bir çaba harcanmış olmuyor; Ermenice’ye de aynı çaba harcanıyor. Ermenice, zaten baştan sona çabalı bir hayat demektir. Dil aslında hayattır, ama hayat Ermenice akmıyor ki… Hayatını o şekilde akıtamıyorsan, o dil ya hep sıkıcı bir ders konusu olarak ya da kutsayacağın, özel anlamlar yükleyeceğin, ama bunları yaparken bile hayattan kopabileceğin bir şey olarak kalacaktır. Bu anlamda, Türkçe’yi sokakta oynarken, televizyona kulak verirken öğrendim; Ermenice’yi de anneannemden, yani evden…

Kendi varlığımı anlatmanın, kendimi daha rahat hissetmenin tek yolu olarak, dile küçük yaşta merak saldım. Sınavlara girerek Avusturya Lisesi’ne gittim. Orada tek Ermeni çocuk olarak, yeni bir sınıf ortamına girdim. Bir de Yahudi arkadaşım vardı. Dil aile gruplarını merak eder, incelerdim. Türkçe, Ural – Altay’da… Ya Ermenice nereye giriyor diye baktığımda, Hint – Avrupa diline ait olduğunu gördüm; ama sadece cümle yapısıyla. Kürtçe’yi de orada gördüm.

Bir gün, Atatürk İlke ve İnkılâpları dersinde öğretmenimiz bize, “Kürtler kart kurt sesini çıkarırlar, o yüzden onlara Kürt denmiştir,” hikâyesini anlattı. “Dil yoktur, o çıkardıkları ses de budur, zaten Kürtçe de yoktur,” açıklamasını duydu kulaklarım. O zamanlar Kürt arkadaşım da yoktu, kimliksel hezeyanlarım falan da. “Olur mu hocam, ben Kürtçe’yi Hint – Avrupa dil grubunda görmüştüm,” dedim. Öğretmenimin bana dehşetle baktığını hatırlıyorum, o derste hangi dilin neye denk geldiğini de…

Arada olma hali…

Anadilimin edebiyat diline evrilmesi için yalıtılmış olmam ya da Ermenice konuşulan Beyrut gibi bir yere gitmem gerekiyordu. Benim öyle lükslerim olmadı; burada mücadele edilmesi gereken çok şey vardı. Dolayısıyla, iki anadilim var. Edebiyat dilim halen Türkçe ve benden doğallıkla Ermenice edebiyat dilini de geliştirmem bekleniyor. Çünkü, benden önceki kuşakta yalnızca 70 yaşlarında bir yazarımız var. İstanbul, bir zamanlar Ermeni edebiyatının, Batı Ermenicesi’nin kültür beşiğiyken, bugün bir yazar çıkaramıyor. Ondan da kötüsü, eski yazarlarımızın eserlerini okumaktan aciz bir kuşak var.

Yapım gereği ikidilli olduğum için, hep karşılaştırmalı edebiyat denen alanı istiyormuşum; en yakın bulabildiğim de mütercim tercümanlık oldu. Bugün hâlâ, çevirmen olmayı isteyişim bana mantıklı geliyor. O arada olma hali, çok zenginleştiriyor insanı. Sanıldığının aksine çeviri, yabancı dilleri değil; doğrudan anadili, benim için Türkçe’yi geliştiren bir şey oldu. Kendi dilinize belli bir mesafeden bakıp, düşünmeyi ve ayrıntıyı tadabilir hale gelmeyi mümkün kılıyor. Edebiyat dilimin oluşmasında, mütercim tercümanlık sayesinde Türkçe’nin o tınısını kavramamın büyük etkisi oldu.

Bu aradalık hali benim için çok şey ifade ediyor, belki de aidiyeti. Hatta ben İstanbul’u da öyle yaşıyorum. İstanbul, vapur olarak tanımladığım bir şehirdir. Yerle gökyüzü arasında, geçmişle gelecek arasında, çıktığım iskeleyle varacağım durak arasında gibi.

“Ermeni” sözcüğüne yüklenen anlamlara bakılırsa fazla olumlu şeyler gelmeyecektir akıllara. Bazı kuşaklarımızın Ermeni arkadaşları, komşularıyla yaşama şansı vardı. Pek çok bilgi çocuklara aktarılmadığı için, kaçınılmaz olarak, Ermenistan’dan çıkıp gelen enteresan insanlarmış gibi bile algılanabiliyor. Anadolu’nun en köklü halklarından biri olduğu bilgisi verilmiyor. Özellikle bu alanda, Türkçe ile Ermenice’yi birbirine yakınlaştıran, Ermeni edebiyatını ve dolayısıyla bu toprağın bütün birikimini Türkiye’ye sunmak isteyen Aras Yayıncılık’ın önemli çalışmaları var.

Müfredat, hayat mıdır?

Müfredatın hayat olmadığı bilgisiyle devam etmemiz gereken günlerdeyiz. Çünkü müfredat sisteme kilitli. Sistem kimi zaman şu ideoloji, kimi zaman bu ideolojidir; ama sonuçta, tekdüze, üniforma gibi insanlar ister. Sistem, herkesin rahat olmasını, soru sormamasını, güdülebilmesini ister. Dolayısıyla, sistemde değişiklik istemek, devrim için direnmek hoş ve büyük işler; ama daha pratikte, sistemde gedikler açmak ve oralardan sızıntılar yaratmak gerek. Sınıf ortamları bunun için inanılmaz, büyülü alanlar. Tabii öyle kullanmak istersek. Aynı zamanda da çok tahakkümkâr – eğer başka türlü kullanmak istersek.

Bize cesur ve özverili gazeteciler, öğretmenler ve yayıncılar lazım. Sözünü sakınmayan, dediğinin arkasında durabilen, sözüyle eylemi çelişmeyen omurgalı yazarlara ihtiyaç var. Bunlar hepimize sığınak yaratır ve kimliğin kalıplara oturtulamadığı, geçmişte olduğu gibi kapana dönüşmediği zamanlar sağlar. Ben, nefretin ve acının yükünün hafiflediği, bu üç dilin – Ermenice, Kürtçe ve Türkçe – bütün yabancı dillerden daha çok sahiplenildiği ve “hepimizin dili ve bizim canlarımız” denilen bir ülke için çalışmaya devam edeceğim.