Edebiyat, bizim sığınağımız!

Fantastik kitaplarıyla çocuk edebiyatımıza güçlü bir soluk kazandıran, verimini gençlik edebiyatında da başarıyla sürdüren çok ödüllü yazar Aslı Der, çağdaş edebiyatın ve barış felsefesinin çocukluk ve ilkgençlikte sağlayacağı kazanımları, yazarlık deneyiminden süzerek paylaşıyor.

Kalabalık bir aileyle, kedisi hiç eksik olmayan ve çok da büyük olmayan bir evde büyüdüm. Neyse ki, insanın mekân algısı, kendi boyutuyla ters orantılı işliyor; küçükken evimizi çok büyük görürdüm. Evin uzun bir koridoru, koridorun sonunda da mutfak vardı. Hava karardığında o karanlık koridoru aşıp mutfağa ulaşmaya korkardım. Aklımda çılgınca bir soru vardı: Ben görmediğim zaman eşyalara ne oluyor? Karanlıkta eşyalar oldukları yerde, oldukları gibi duruyorlar mı, yoksa başka bir yere mi gidiyorlar? Mutfağa girip ışığı açtığımda neyle karşılaşacağım?

Küçükken beni tedirgin eden soru, felsefe okuduğum Boğaziçi Üniversitesi’nde ilk yılda, ilk derste karşıma çıktı. Öğretmenimiz, “Bakmadığınız sırada ağaçlar hâlâ orada mı, ne dersiniz?” diye sordu. O ders, benim unutulmazlarımdan oldu. Anladım ki, felsefe çocukken sorduğumuz o çılgınca sorularla başlıyor.

Evin her yanı kitap raflarıyla çevriliydi. Anne ve babamın kitaplarının yanına bir de okuma sevdalısı ablamın kitapları ekleniyordu. İstiyordum ki, benim kitaplarım da onlarınkinin yanına dizilsin. Anneme ve ablama şirinlik yaparak, onları sıkıştırarak, okuma yazmayı 1. sınıfa başlamadan öğrendim. Evde çok mutluydum, çünkü kimi bulursam deli gibi okuyordum. Ezop Masalları, La Fontaine, Gülten Dayıoğlu, Ömer Seyfettin, Astrid Lindgren, Kemalettin Tuğcu…

Boyalı Kuş’un peşinde…

1980’li yıllardı. Annemle babamın evin içinde fısıldayarak memleket meselelerini konuştukları, tuhaf, hüzünlü, tedirgin zamanlar. Yanımızda memleket meseleleri temkinli konuşulsa da, İran-Irak Savaşı’nı konuşurken o derece rahattılar. Benim için İran ve Irak, Binbir Gece Masalları’nın, Şehrazad’ın, uçan halıların, sihirli ve büyülü şeylerin olduğu, gerçekten çok uzak bir yerdi. Orada bana benzeyen, benim gibi çocukların yaşadığını düşünmüyordum. Ta ki 3. sınıfta okuduğum bir kitaba kadar…

Evdeki raflarda gözüm sürekli üç kitaba takılıyordu. Birincisi, Henri Charriere’in Kelebek adlı romanı. İkincisi Alfred Adler’in Kişilik Bozuklukları ve Toplumsal Bütünleşme’siydi. Diğeri de, 3. sınıfa geldiğimde okumaya karar verdiğim, yaşıma hiç uygun olmayan Jerzy Kosinski’nin Boyalı Kuş’uydu.

Kosinski ve Boyalı Kuş, yarattığı kocaman fırtınayla küçük dünyamı alt üst etti. Elimden bırakamadım. Bittiğindeyse, savaş ve barış kavramları benim için bambaşka şeyler ifade eder olmuştu. Barışın, peşinde koşulması, elde edilmesi ve korunması gereken bir şey olduğunu ta içimde hissetmiştim. İran’ı, Irak’ı düşündüm; oradaki insanların masal kahramanları olmadığını, bizim gibi mutlu birer hayatları olduğunu ve bunun savaşla yıkıldığını ilk o zaman hissettim.

Kosinski’nin kahramanının çocuk olması kadar dili de beni sarsmıştı, çok gerçekçiydi. Savaşın tüm sertliğini, yok ediciliğini ve haksızlığını anlatıyordu o dil. Boyalı Kuş, beni başka bir insan yaptı. Aklım karıştı, duygularım da…

Dayanağımız edebiyat

Edebiyatın, dokunduğu her okuyucusunu şekillendirdiğine ve bunu da daha iyi bir insan yaratma yolunda yaptığına inanıyorum. Kitaplar ve edebiyat, zaman içinde kendi biricikliğimi öğretti bana. Dünyanın neresinde, hangi zorluklar içinde boğuşursak boğuşalım ya da hangi keyiflerin içinde kaybolursak kaybolalım, hangi inanca sığınır, hangi dili konuşursak konuşalım, özünde hepimiz insan olarak biriz.

5. sınıfta herkes test kitaplarıyla sınavlara hazırlanırken, ben Aziz Nesin kitapları okuyarak hazırlanıyordum. Ah Biz Eşekler kitabındaki “Mutlu Kedi” öyküsü hayatımı şekillendiren okumalardandı.

Nesin’in 27 Mayıs öncesindeki sıkıyönetim günlerinde yazdığı öykü şöyle: Bir sergideki sanatçı, gece gördüğü rüyayı anlatıyor. Rüyasında, duydukları sesin komutuna uyarak, kendi çizdikleri daireler içinde hapis kalan ve o hayali daireden kurtulamayan insanlar vardı. Biri önayak olsa rahatlıkla çıkabilecekler, atacaklar kendilerini daireden. Ama yok. Bir kedi geliyor, o hayali daireler arasında özgürce dolaşmaya başlıyor. Herkes o kediye özeniyor. Öykünün sonunda şöyle diyor Aziz Nesin: “İnsanlar, insanca davranışı beceremezlerse kedilerin mutluluğuna bile özenirler.”

Savaşa tepkisiz kalmak

Felsefe eğitimli bir çocuk kitapları yazarı olarak söyleyebilirim ki, edebiyat, bizim gibi yeni nesli felsefeden uzak tutan toplumlarda, çok daha büyük bir öneme sahip. Koşulsuz şartsız kabullenmek ve biat etmek üzerine kurulmuş bir hayatı sürdürmek yerine, sorgulamanın, düşünmenin, nezaketle tartışarak yaşamanın kapılarını küçük yaşta aralamamızı ve bu görüşle büyümemizi sağlayan tek dayanağımız edebiyat.

90’lı yıllarda Körfez Savaşı’na ilk kez televizyonlardan tanık olduk. Savaşın gerçekliğiyle ilgili algıları değiştiren, insanların savaşı kurmaca bir film izler gibi izlemesine neden olan bu durum, hayatımda ilk defa şahit olduğum dehşet verici bir durumdu. Kosinski’nin sarsıcı kelimelerine görüntüler de eklenmişti.

Bugün yamacımıza düşmeyen bombalara, kendi mahallemizi tehdit etmeyen kuşatmalara, haksızca uygulanan adalete ses etmiyorsak, bunda televizyonlarda izlettirilen savaşlar kadar, okumadığımız kitapların ve uzağımızda tutulan edebiyatın ve sanatın eksikliğinin de etkisi var. Belki de Körfez Savaşı’nı izleyen insanlar, Yaşar Kemal, Nâzım Hikmet, Yusuf Atılgan, Sabahattin Ali okuyarak büyüselerdi, bugün bu kadar tepkisiz durmayı seçmezlerdi. Barışı elde tutmak ve sürdürmek için savaşa karşı dururlardı.

Dili edebiyatla gelişen, ruhu edebiyat ve sanatla şenlenen, hayatı bunlar üzerine yeşerten insanlar, savaşın herhangi bir şekline tepkisiz kalamaz. Edebiyatla buluşan her bireyin, savaşın yıkıcı, yok edici gücüne karşın, barışın uzlaşmacı diline sığındığına inanıyorum.

Barış odalarımızı inşa etmek…

Felsefe eğitimim, mutlak doğru ve mutlak yanlış diye bir şey olmadığını öğretti bana. Hayata böyle bakmak, beni çok daha anlayışlı ve nazik kıldı. Has edebiyat metinleri ise, daha felsefe eğitimine başlamadan bana sorgulamanın, önyargısız yaşamanın, karşımdakini ötekileştirmeden anlamanın önemini çok önce kavratmışlardı.

Öğretmenlerim de çok önemli kapılar açtılar. Nurullah Ataç’la, Ece Ayhan’la, Turgut Uyar’la, Cemal Süreya’yla, Edip Cansever’le, Murathan Mungan’la, Osman Şahin’le ve daha nice yazarla onlar sayesinde tanıştım. Lise yıllarında beni Camus ve Kafka’yla buluşturan öğretmenim olmasaydı, ergenliğin o tuhaf ruh hali içinde, bir sabah başka biri olarak uyanmaktan korkmamayı beceremezdim. Liseden önce Aziz Nesin’in bana verdiği destek gibi, bu yazarlar da üniversite sınavına hazırlanırken ciddi birer psikolojik destek oldular.

Edebiyat, çocukluğumun o kafa karıştıran sorularını çözmeye çalışırken, ergenlik yıllarımda da bana neler oluyor diye düşünürken sunduğu benzersiz destekle hayatımı şekillendirdi. Janne Teller’in Ağaçtaki (ON8) adlı romanından da bu nedenle çok etkilendim. Arkadaşlarının hiçlik söylemini kabullenemeyen, anlamı bulma peşine düşen ve sınırları zorlayan bir grup çocuğun hikâyesini lise yıllarımda okumayı, tartışmayı çok isterdim.

Salt Edebiyat ve Türkçe derslerinde değil, edebiyatın karıştığı her dersteydim. 6. sınıftaki müzik öğretmenimiz bize “Aldırma Gönül” şarkısını çaldığında, Sabahattin Ali’yi anlattı. Sayesinde daha o zamanlar Sabahattin Ali’yle tanıştım ve edebiyatla, yazarlarla buluşmak için, dersin illa ki edebiyat olması gerekmediğini gördüm. Çünkü, edebiyata sadece sınavdan geçmek için ihtiyaç duymayız, duymamalıyız da. Hayatın anlamı kafamızı kurcalamaya başlamışken, yaşadığımız dünyanın renklerini bize sunan, varlığımızı sorgulamak için sayısız yol gösteren edebiyat, bizim sığınağımızdır.

İçine daldığımız metinlerde fark etmeden kendimizi bulduğumuz, kendi yolumuzu adım adım çizdiğimiz, insanın türlü hali içinde kendimizle yüzleşip hesaplaştığımız, kendi barış odalarımızı inşa ettiğimiz, gerçek bir sığınaktır edebiyat. Edebiyat aracılığıyla kendisiyle yüzleşen insanın, savaşa, yokluğa, açlığa, eşitsizliğe, adaletsizliğe taraf olması mümkün mü? İçindeki korku ve kaygılarla yüzleşen okur, tüm bunların baskı unsuru olmasına ve bir korku imparatorluğu kurulmasına izin verir mi?