Edebiyat eğitimi bize ne katar?

“Okul, bilginin değil, konumların iktidarının öne çıktığı bir mekân değildir, olmamalıdır. Okul, problemlerin çözülmesi konusunda klişelere mahkûm bireylerle dolu bir mekân değildir, olmamalıdır. Okul, monologların kutsandığı, diyalogların ayıplandığı bir mekân değildir, olmamalıdır.” 

Öğrenim hayatım Ankara’da geçti. Devlet okullarından ve devlet lisesinden mezunum. Hani şu “düz” denilen okullardan. Düz ilkokul, düz ortaokul, düz lise. Hani öğretmenlerinden velilerine, öğrencilerinden servis görevlilerine herkesin “edebiyat” bölümünde okuyanlara belli belirsiz bir acımayla baktığı okullar. Edebiyat bölümünde okumak, öğrenci ailelerinin teselli edileceği anlamına gelir. Falancanın çocuğu matematikte fırtına gibi esiyormuş, bizim ne çilemiz vardı ki başımıza bu geldi falan denir.

Çünkü edebiyat bölümünden mezun olan çocuğun makbul bir işe giremeyeceği, iyi bir geliri olamayacağı, devlette iş bulamayacağı, memuriyette kıdem alamayacağı kaygısı vardır ailelerde. Çünkü edebiyat, pek de akıllı olmayan çocukların romantik anlar geçirdiği, soyut bir olgudur.

Sahi edebiyat nedir ki? Tamam, kitap okumak iyi bir şey olabilir, ama en fazla boş zamanlarda yapılması gereken bir şeydir. Hobiden öteye geçen bir okuma yolculuğu ne katabilir insana? Hani bilimsel kitaplar, iş dünyasına kapı açacak kitaplar olsa neyse… Ama hele bir de roman falan okumak… Öykü ya da şiir demiyorum bile, onları edebiyatçılar da az okuyor zaten.

Peki, gerçekten de edebiyat eğitimi bir şey katar mı bize?

Elbette doğru dürüst bir müfredat ve bu eğitimi bilgi birikimiyle aktarabilecek öğretmenlerin olduğu ideal bir edebiyat eğitiminden söz ediyorum. Bu eğitimi verebilmek için yeterince okuyabilen, kitap alırken o maaşla ay sonunu nasıl getireceğini düşünmeyen öğretmenlerin olduğu, okulların bir ticarethane olarak görülmediği gerçek bir eğitim yapısı içinde, gerçek bir edebiyat eğitiminden söz ediyorum.

Edebiyatı sadece “güzel söz sanatı” olarak görmeyen bir eğitimden; edebiyatı sadece, milli değerler sınırları içinde görmeyen bir müfredattan söz ediyorum. Eğitim yıllarına yayılarak edebiyatı tarihsel bir çizgide anlatırken, günceli, şimdiki zamanı ıskalamayan bir müfredattan söz ediyorum. “Yazar burada ne anlatmak istemiştir?” sorusuyla tektip bir doğruya ulaşmaya çalışmayan bir eğitim. “Bu eserin özeti nedir?” diyerek, öğrenciyi yapay zekâ programlarının özetleme becerisine mahkûm etmeden, eser üstüne çok yönlü düşünmesini sağlayacak bir eğitim. Tıpkı öğrenciler gibi, edebiyat eserlerini de klişelere sıkıştırmayan bir eğitim.

Bir öğrencinin Karacaoğlan’ı hiç konuşulmayan bir yerden anlatabildiği, bir diğer öğrencinin de Ursula K. Le Guin anlatısından yola çıkarak günümüzü analiz edebildiği bir sistem. Bir öğrencinin Sait Faik’le insanın iyi ve kötü yönlerini, bir diğer öğrencinin Raymond Carver öykülerinde birey-toplum ilişkisini anlayabildiği bir sistem. Divan edebiyatından Tanzimat’a kendi edebiyatının köklerini öğrenirken, Güney Amerika ya da Uzak Doğu edebiyatını ıskalamadığı bir sistem. Öğrencinin kendi dilinden taşıp dünyayla kucaklaşabildiği bir sistem. Atatürk’ün “muasır medeniyetler seviyesi” dediği noktanın, edebiyatın içinde bulunabileceğini anladığımız bir sistem.

İnsanı ve toplumu anlamanın pek de makbul olmadığı zamanlar…

En basit tarifiyle şöyle denir: Edebiyat insanı zihnen terbiye eder. Hassasiyet ve farkındalığı artırır. İnsanı ve toplumu anlamak, çözümlemek bakımından önemlidir. İyi de günümüzde bunlara ne gerek var? Zihnen terbiye edilmiş insanlar yeterince para kazanıyor mu? İnsanı ve toplumu anlamanın pek de makbul olmadığı zamanlardan geçiyoruz. Hele ki anlayıp bir de çözümlemek… Vahşi piyasa koşullarında çözümlemeye falan zamanımız yok. Amacımız satmak, daha çok satmak, daha çok tüketen bir toplum olmak.

Şimdi kısaca edebiyat eğitiminin katkılarına bakalım. Hepimizin bildiği “hayal dünyasını geliştirmek”, “kendini ifade yeteneklerini artırmak”la falan sınırlamadan birkaç başlık çıkaralım. Edebiyat eğitimi alan bir çocuk, bir genç şu kazanımları elde eder:

  • Edebiyat eğitimi dil becerilerini geliştirir. Edebi metinler, öğrencilere kelime dağarcığı, dil bilgisi, okuma anlama ve yazma becerilerini geliştirmeleri için zengin bir kaynak sağlar. Dilin nasıl kullanılması gerektiği hakkında bilgi sahibi olmayı ve daha etkili iletişim kurmayı teşvik eder.
  • Yaratıcı yazma yeteneklerini geliştirir. Edebiyat, dilin nasıl kullanıldığını ve sözcüklerin anlamlarının metin içinde nasıl değişebileceğini gösterir.
  • Yorumlama yeteneğini geliştirir. Edebiyat metinleri, öğrencilere metinlerdeki farklı yorumları ve perspektifleri görmeleri için fırsat sunar. Bu, öğrencilerin çeşitli bakış açılarını anlama ve değerlendirme yeteneklerini geliştirir.
  • Eleştirel düşünme yeteneğini geliştirir. Metinleri analiz etme yeteneği kazandırır. Edebiyat, çoğu zaman farklı karakterlerin ve yazarların farklı bakış açılarını sunar. Okuyucular, bu farklı perspektifleri inceleyerek, farklı insanların düşünce tarzlarını ve motivasyonlarını anlama yeteneğini geliştirebilirler.
  • İyi okuyan bir kişi, tema ve sembollerin çözümlenmesini öğrenebilir.
  • Edebiyat analizi, öğrencilere argüman geliştirme becerisi kazandırabilir. Öğrenciler, kendi tezlerini desteklemeyi öğrenirler. Bu da analitik becerileri güçlendirir. Edebiyat, öğrencilere metinleri ve hayatı derinlemesine sorgulamayı öğretebilir.

Tam bu noktada bir parantez açmalı. Derinlemesine sorgulama, analitik düşünce, eleştirel yaklaşım, bilimin de alanına girer ve bu noktada “fen-edebiyat” ayrımındaki sınırlar kendiliğinden ortadan kalkar. Bilimle sanatı keskin çizgilerle ayrıştırmak hem anlamsız hem de mümkün değil.

  • Edebiyat metinleri, farklı kültürlerden ve yaşam deneyimlerinden karakterler ve hikâyeler içerir. Öğrenciler, bu metinleri okurken farklı kültürlere ve yaşam tarzlarına dair daha fazla bilgi edinirler. Bu da kültürel farkındalığı artırır.
  • Edebiyat, okurların, karakterlerin duygusal deneyimlerini ve yaşadıkları zorlukları anlamalarını sağlar. Bu, öğrencilerin başkalarının bakış açılarını anlama ve empati kurma yeteneklerini geliştirir. Böylece toplumsal adaletsizlikler, ayrımcılık ve diğer önemli meseleler hakkında düşünmeyi ve tartışmayı öğrenirler.
  • Özgür düşünceyi teşvik eder. Edebiyat metinleri sıklıkla karmaşık fikirleri, tartışmaları ve etik sorunları ele alır. Öğrenciler, bu metinler aracılığıyla çeşitli perspektifleri incelemeyi ve eleştirel düşünme yeteneklerini kullanmayı öğrenirler. Bu, özgür düşünceyi teşvik eder.
  • Dilin ve kültürün devamlılığını sağlar. Edebiyat, bir toplumun dili, gelenekleri ve değerleri hakkında bilgi sunar. Edebi metinler, dilin evrimini ve kültürel değişiklikleri gözlemlememizi sağlar. Bu nedenle, edebiyatın okutulması, bir dilin ve kültürün devamlılığını sürdürmeye yardımcı olabilir.
  • Tarih ve kimlik bilincini geliştirir. Edebiyat metinleri, bir toplumun tarihini ve kimliğini yansıtır. Öğrenciler bu metinleri okuyarak, kendi geçmişlerini ve kültürel kimliklerini daha iyi anlama fırsatı bulabilirler. Bu da kültürel mirasın korunmasına katkı sağlar.
  • Farklı kültürleri tanıtır. Edebiyat, farklı kültürlerin ve yaşam tarzlarının anlatıldığı metinler içerir. Bu metinlerin okutulması, öğrencilere farklı kültürleri tanıma ve anlama fırsatı sunar. Bu da kültürel çeşitliliğin korunmasına katkı sağlar.

Bu liste uzar gider. Amacım, çok değerli edebiyat öğretmenlerinin, edebiyatçıların karşısında bir liste oluşturmak değil. “Edebiyat eğitimi” deyince birkaç konuyu hatırlatmak istedim sadece. Bu hatırlatmaları yaparken, okulu ve eğitimi “fen-edebiyat” diye, “bilim-sanat” diye ayırmadığımın bir kere daha altını çizeyim.

Kişisel olarak edebiyatla iç içe olmak, onu hayat yolculuğumun merkezine almak şu sıraladığım maddelerden çok daha fazlasını kazandırdı bana. Hani şu başta söylediğim “hayal kurmak” meselesi var ya; onu da hiç yabana atmayın lütfen. Her hayal bir yolculuktur. İçinde merak, kararlılık, yaratıcılık, farkındalık ve hedef barındıran bir yolculuk. Ama ben yine de işin “hayal” kısmında çok durmayacağım.

Okul nedir, ne olmamalıdır?

Edebiyat eğitimi deyince, aklımıza doğal olarak okul geliyor.

Peki, okul nedir?

Okul; apolitik kitlelerin, klişelere mahkûm bireylerin oluşturulduğu, bir tektipleştirme ve evcilleştirme mekânı değildir, olmamalıdır.

Okul; basmakalıp yargıların, tartışılmayan doğruların, öğrencilerin sadece almakla mükellef olup vermelerinin engellendiği, itaatin tek yöntem olduğu bir mekân değildir, olmamalıdır.

Okul; öğretmenlerin sadece kendilerine çizilen sınırlar içinde “anlattığı”, öğrencilerin anlatılanla sınırlı kalarak “anlamak” zorunda olduğu bir mekân değildir, olmamalıdır.

Okul; bilginin değil, konumların iktidarının öne çıktığı bir mekân değildir, olmamalıdır.

Okul; problemlerin çözümleri konusunda klişelere mahkûm bireylerle dolu bir mekân değildir, olmamalıdır.

Okul; monologların kutsandığı, diyalogların ayıplandığı bir mekân değildir, olmamalıdır.

“…söz söylediklerim bu gerçeklere erişmişlerdir.”

Okul deyince, hafızamda olan bir görüntüyü paylaşmak isterim.

Tarih: 22 Eylül 1924. Yani Cumhuriyet henüz ilan edilmiş. Ama Mustafa Kemal ve arkadaşları her alanda tam bağımsızlık mücadelesine devam ediyor. İşte böyle bir süreçte Mustafa Kemal, Samsun İstiklâl Ticaret Okulu’nda öğretmenler tarafından verilen bir çay ziyafetine katılıyor. Gün boyu konuşulanları dinliyor ve sonunda o meşhur konuşmasını yapıyor.

Efendiler!
Dünyada her şey için; uygarlık için, hayat için, başarı için en hakiki mürşit ilimdir; fendir. İlim ve fennin dışında rehber aramak dikkatsizliktir, bilgisizliktir, yanlışlıktır. Yalnız, ilmin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki devrelerinin olgunlaşmasını kavramak ve yükselişini zamanla izlemek şarttır. Binlerce sene önceki ilim ve fen dilinin çizdiği kuralları, şu kadar bin sene sonra bugün olduğu gibi uygulamaya kalkışmak, elbette ilim ve fennin içinde bulunmak değildir. Çok mutlu bir duygu ile anlıyorum ki; söz söylediklerim bu gerçeklere erişmişlerdir. Mutluluğum artıyor. Şöyle ki söz söylediklerim, öğretim ve eğitim altında bulunan yeni nesli de gerçeğin ışıklarıyla doğuşuna sahip olacak şekilde yetiştireceklerine söz vermişlerdir. Bu, hepimiz için övünmeye açık bir noktadır.

Hepiniz gayet iyi biliyorsunuz bu konuşmayı. Hani sadece bir cümlesini alıp “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir!” diye özetlediğimiz konuşma.

İşte bu uzun ve muhteşem konuşmada Atatürk, okulun, öğretmenlerin, eğitimin, eğitmen olmanın ne olduğunu o kadar iyi anlatıyor ki… Üstelik bütün bunları, tarihsel bir bağlama, memleket sevdasına, bağımsızlık bilincine oturtarak anlatıyor. Çok iyi bir okur olduğunu bildiğimiz Atatürk, konuşmasının her noktasında bu edebi bilgisinin kazanımlarını aktarıyor. Salonda bulunan öğretmenlere hem yol göstererek hem de onların ne kadar değerli olduğunu her cümlesiyle hissettirerek. O kadar nazik bir konuşma ki bu… Bakın şöyle bitiriyor sözlerini:

Bu toplantıda söylenen sözler o kadar duygulanmama, etkilenmeme neden oldu ki, kulağımda o kadar ilâhi bir ses oluşturdu ki, bunu bozmamak için bir kelime bile söylemek düşüncesinde değilim. Fakat varlığınızın ruhumda oluşturduğu duygulanma beni düşüncelerimi açıklamaya yöneltti. Beni dinlemek zahmetine katlandığınızdan dolayı hepinize teşekkür ederim.

Muhteşem bir nezaket, değil mi? Artık unuttuğumuz bir üslup. Gerçek bir söz söyleme sanatı örneği.

En azından şunu söyleyebilirim; edebiyat eğitimi bize hiçbir şey katmasa şu nezaketi, karşımızdakine saygı duyma becerisini kazandırır. Günümüzde bu nezaketin bir değeri kalmadığını düşünenlere bile…

O büyük insandan sonra bu sözü söylemek bana düşmez ama, bu konuda da izinden gitmek ve konuşmamı onun sözleriyle bitirmek isterim: “Beni dinlemek zahmetine katlandığınızdan dolayı hepinize teşekkür ederim.”