Edebiyat öğretmez!

Öykü, roman, deneme, anı gibi birçok türdeki kitaplarıyla sevilen, “Türkçe gönüllüsü” üretken yazar, deneyimli eğitimci Feyza Hepçilingirler, öğretmen meslektaşlarını edebiyat okumaya ve okutmaya davet ederek selamlıyor.

savas-ve-barisDoğrudur; edebiyat öğretmez. Biz Türkçe ve edebiyat öğretmenleri, edebiyatın, öğretici kitaplardan ayrı tutulması gerektiğini vurgulamak için hep söyleriz bunu. Elbette öyledir. Savaş ve Barış’ı Rus-Fransız savaşını öğrenmek için okumayız. Romanı okuduğumuzda o savaşı da öğreniriz öğrenmesine, ama kitabı bu yüzden okumamışızdır. Yine de, “Edebiyat bir şey öğretmez,” yargısının yanına, “ders kitapları gibi“ diye bir ekleme yapmamız gerek bence. Çünkü, benim aklıma gelen soruyu siz de sorabilirsiniz kendinize: Edebiyat hiç mi bir şey öğretmez?

İnsanın ta kendisidir edebiyat!

İnsanı insana öğreten ne, peki? Ya da kim öğretiyor bize insanın içini, özünü, benliğini, kim olduğunu, kendi kimliğine nasıl ulaşacağını? İnsan ilişkileri yalnızca yaşamın kendisinden mi öğreniliyor? Yaşanmış aşkları anlatarak kendi aşkını nasıl yaşayacağını duyumsatan, edebiyattan başka bir şey mi? Cinselliği yücelten, sevdalara güzellemeler yapan; bunları yaparken bize aşkın, cinselliğin nasıl yaşanacağını, nasıl dillendirileceğini örnekleyen şiirler, öyküler değil mi? Başkası dediklerimizin aslında başkası olmadığını, başkalarının bizden, bizim başkalarından önemli bir farkımızın bulunmadığını, okuduğumuz romanlardan daha iyi kim ya da ne anlatabilir?

Bizi yiyip içen, yediklerini sindirdikçe acıkan, yeniden yiyen, çalıştıkça yorulan, yoruldukça uyuyan biyolojik varlıklar olmaktan çıkarıp insan dediğimiz bir üst basamağa yükselten edebiyat değil mi? Düşünürsek, “bir şey anlatan” bütün güzel sanatların temelinde de edebiyat var. Dallarıyla, kollarıyla, etkilediği, esinlediği bütün güzel sanatlarla insanı anlatmak üzere yola çıkar edebiyat; vardığı nokta yine insanın ta kendisidir.

FEYZA-760

 

 

 

 

 

 

 

Roman kahramanlarıyla yaşamak

Kendi babamızı, Balzac’ın Goriot Baba’sı kadar iyi tanıyabilmiş miyizdir acaba? Gördüğümüz kadar ya da bize yansıttığı kadar olduğunu sandığımız o baba, büyük olasılıkla hiç anlatmamıştır bize kendisini. Onu daha yakından tanımak için belki de Turgenyev’in Babalar ve Oğullar’ını okumamız gerekmektedir. Nikolay Petroviç Kirsanov’u çok yakınında, hemen yanında bulunmuş, onunla birlikte yaşamış kadar iyi tanırken, gerçekten yıllarca yanında olduğumuz, çocukluğumuzu kucağında geçirdiğimiz babamızı o kadar da iyi tanımadığımızı bize bir romandan daha iyi ne fark ettirebilir?

“Hadi, kitap okuru değil, edebiyat okuru yetiştirmek zorunda olduğumuz gerçeğini de dikkate almayalım; asıl can yakıcı soruyu kendimize sormaya var mısınız? Biz yeterince okuyor muyuz?”

Sorsam şimdi, en iyi arkadaşınızı mı, yoksa Emma Bovary’yi mi daha yakından tanıyorsunuz diye… Hangi dostunuzu Anna Karenina’yı tanıdığınız kadar içinden tanıyabilirsiniz? Bir roman kahramanından başka kimseyi düşüyle düşüncesiyle, ürküsüyle korkusuyla, umuduyla sevinciyle, içine girmiş gibi, onunla birlikte yaşamış gibi tanıyamazsınız. Hadi itiraf edelim: Kendimizi bile romanlardan, öykülerden tanıyoruz. Körleşme’nin Profesör Kien’ini bilmesek, birey olarak toplum karşısında zavallılığımızın farkına bile varmayacaktık belki. Raskolnikov’la tanışmasak, ne içdünyamızdaki fırtınaların ne de vicdanımızın sesini o kadar net duyabilecektik.

Neleri, ne kadar okuyoruz?

Yeni kuşağın kitap okumadığından yakınmayı bir konuşma alışkanlığı haline getirdik. “Kitap“ın ne kadar genel bir sözcük olduğunu görmezden gelelim hadi; kitap okuru değil, edebiyat okuru yetiştirmek zorunda olduğumuz gerçeğini de dikkate almayalım; asıl can yakıcı soruyu kendimize sormaya var mısınız? Biz yeterince okuyor muyuz? Cep telefonu mesajları değil, Facebook paylaşımları, Twitter hesapları değil, zorunlu ya da eğlencelik okumalar değil, edebiyatın tadına varmak, zevkini almak için ne kadar okuyoruz, neleri okuyoruz?

Yıllarca değişmeyen okuma listeleri…

Önereceği yeni kitapları okumak zorunda kalmamak için, aynı okuma listesini yıllarca çocuklara sunan öğretmenler olduğunu duyuyorum. Önerdiği kitabı önceden okumadığı için tatsız durumlarla karşılaşan meslektaşlarım olduğunu biliyorum.

İşe kendimizden başlamamız gerek. Andığım zevkleri kendimizden esirgememeli; severek, özümseyerek, bütünleşerek okumanın tadına öncelikle biz varmalıyız. Türkçe’yle, Türkçe’nin edebiyatıyla iş olarak uğraşanın, bunu zevk haline getirme sorumluluğu vardır. Üstelik ne de keyifli bir sorumluluktur bu. Kendimizi yeniden keşfetmenin sorumluğu… Dilimiz, edebiyatımız için okumanın, öğrencilerimiz için, öğrencilerimizden önce kendimiz için okumanın sorumluluğu…

Üstelik başka hiçbir sorumluluğun veremeyeceği nitelikte bir zevki vadeden güzeller güzeli bir sorumlulukla öğrencilerinin ve kendilerinin yaşamlarını güzelleştirebilen öğretmenlere bin selamla…