Öğretmen, veli ve yazar üçgeninde eğitimde edebiyat
Eğitimde edebiyatın tartışıldığı söyleşide, Günışığı Kitaplığı Genel Yayın Yönetmeni, yazar Mine Soysal’ın sorularını, yazar Irmak Zileli, ilkokul velisi bir edebiyatçı kimliğiyle; öğrencileriyle gerçekleştirdikleri yaratıcı okuma çalışmalarıyla fark yaratan ortaokul Türkçe öğretmeni Nurlu Tutlu ve lise edebiyat öğretmeni Eser D. Özpalabıyıklar ise mesleki deneyimleriyle cevaplıyorlar.
Mine Soysal: Bu geniş konuyu iki ana başlıkta inceleyeceğiz. Önce eğitimde edebiyatın belirleyici temel etkenlerini ana hatlarıyla özetleyeceğiz. Sonra da edebiyat deyince okullarda neler olduğuna bakacağız. Başlamadan önce, birer “anne insan” olarak, kitapla, okumayla tanışmanın en büyülü zamanı olan çocukluk üzerine kendi düşüncelerinizi dile getirseniz…
Irmak Zileli: Kızım dokuz yaşında. Doğduğunda, “Bez kitap, oyuncak kitap, ne olursa olsun eline kitap tutuşturun,” dediler. Bilinçli bir anne baba olarak söyleneni uygulamaya çalıştık. Bir süre sonra baktım, çocuk hiç kitap okumuyor. Aldı mı beni bir telaş! Bir gün amuda kalkmış kitap okuduğunu gördüm. “Öyle kitap okunur mu?” diyerek müdahale ettim. Bana saçma sapan gelen kitapları okuduğunda, “Yavrum bunlar okunur mu?” dedim. ‘Ben bir yazarım ve sürekli kitap okuyorum. Çocuğum nasıl okumaz?’ diye düşünüyor, endişeden tırnaklarımı yiyordum. Her yolu denedim, ama bana mısın demedi.
Derken bir aydınlanma yaşadım; ona, “Ne halin varsa gör! Ne yapmak istiyorsan yap!” dedim. “İster amuda kalkarak oku, ister film izlerken ister yemek yerken oku!” Sonra bir şeyler değişti. Onu özgür bıraktığımda, kendi seçimlerini yapmaya başladı. Artık paralel okuma zamanlarımız var. Yine bacaklarını duvara dayayıp okumayı çok seviyor. Önceleri bu haline dayanamıyordum, ama şimdi biliyorum ki, çocuğum kitap okuyor. Kitabın büyüsü, insanın ne şekilde, ne zaman, hangi hızda okuyacağında ve kitabını seçme özgürlüğünde saklı galiba.
Nurlu Tutlu: Anne olarak çocukları özgür bırakmanın önemine ben de inanıyorum. Bizler ne kadar endişelenir ve bu duyguyla bir şeyler öğretmeye çabalarsak, onlar okumaktan o kadar uzaklaşıyorlar. Çocuklarımızın seçimlerine, isteklerine, kendi yaratacakları okuma kültürlerine saygı duymak zorundayız.
Eser Demirkan Özpalabıyıklar: Kızım küçükken, her akşam düzenli sesli okuma yapardık. Önceleri iyi bir okurdu, kitapları sevmişti. 12-13 yaşlarında Wattpad’i keşfetti ve uzun süre aile kitaplığımızı kullanmayı reddetti. O dönemde çok kaygılandım. Şimdi 16 yaşında ve olağan çatışmalar içindeyiz. Bizim okumadığımız türlerden kitapları, doğrudan İnglilizce’den ya da internetten okumayı tercih ediyor. Dönüp dolaştı, bizim kitaplıkla ilgilenmeye de başladı. Sonuçta, sesli kitabın işe yaradığını düşünüyorum. “Masalcı anneanneler”den kalan bir gelenek bu; çocuklar dinlemeyi seviyor.
“Çocuğum ya yanlış kitap okursa!”
MS: Ailelerin ortak endişesi: “Çocuğum ya yanlış kitaplar okursa!” Genelde çocuğa yaklaşım, onun sadece uygun görülen kitapları okumasından yana. Oysa aktardığınız kişisel deneyimleriniz bunun tam tersini işaret ediyor. Sevgili Irmak, bir edebiyatçı olarak söyler misiniz, bu noktada ailenin çocuğa bu bakışı nasıl olmalı?
IZ: Ben yazar olmadan önce bir çocuktum. Büyüdüm anne oldum, yazar oldum. Çocukluğumda okuduğum bazı kitapları acıyla hatırlıyorum. Kemalettin Tuğcu kitaplarının az daha entelektüeli diyebileceğim, yoksulluk edebiyatı yapan iç karartıcı kitaplardı. Sol görüşlü, devrimci bir aileden geliyorum. Babam bana sınıf bilinci aşılamak için hep böyle kitaplar veriyordu. Bugün pedagoji, bu tür kitapların yararlı olmadığını söylüyor. “Yararlı” diye tanımladıklarımızın sürekli değiştiği gerçeğini fark etmeliyiz. Bugün çok emin olduğumuz, inandığımız kitapların yararını, yarın tartışmaya başlayabiliriz. Aile, kendi “yararlı” algısını sorgulayabilmeli.
“Seçtiği kitaba izin vermemiz, onu anlamamız, ona saygı duymamız, çocuğun kendini ortaya koyma gücünü göstermesine olanak sağlayan özgürleştirici bir tutum.”
Kitaplardan “yarar” mı üretmemiz gerekiyor? Nedir bu “yarar”? Kitap okumak, bilgi edinmek midir? “Yararlı kitap” algısı en çok edebiyatı vuruyor. Pek çok insan, “yararlı” olmadığı için roman okumayı reddediyor. Edebiyat söz konusu olduğunda, bu kavramdan kendimizi kurtarmamız gerek. Edebiyatın amacının, insanlara kestirmeden bir yarar sağlamak değil; hayal gücü, keyif, eğlence, haz gibi kavramlarla sarmalanmak ihtiyacını karşılamak olduğunu düşünüyorum.
Edebiyat ve kitap dediğimiz şey özgürlükle de çok ilgili. Çocuk doğduğunda önce “var olma gücünü” gösteriyor; hayatta var olmak için ağlıyor, meme istiyor. Gelişim sürecinde “kendini ortaya koyma gücünü” gösteriyor. Seçtiği kitaba izin vermemiz, onu anlamamız, ona saygı duymamız, çocuğun kendini ortaya koyma gücünü göstermesine olanak sağlayan özgürleştirici bir tutum. Pedagojik açıdan bir şeyi “yararlı” görmeyerek elinden almak, çocuğun benlik gelişimine zarar veriyor, üstelik onu sahte bir benlik geliştirmeye yönlendiriyor.
“Ayakları yere basan kitaplar”la yetinmek…
MS: En önemli belirleyici, öğretmenler. Nüfusumuzun %28,3’ünü oluşturan 0-17 yaş arası çocuk nüfusun asıl şansı, ona kitapları ve edebiyatı sunan öğretmenlerle karşılaşması. Dolayısıyla öğretmenin entelektüel birikimi, kütüphanecilerle işbirliği çok önemli. Bu noktada çok merak ediyorum, sevgili Nurlu; öğretmenler edebiyat kitaplarıyla eğitsel amaçlı kitapları ayırt edebiliyor mu?
NT: Türkçe ve edebiyat öğretmenlerinin genelde kitaplardan beklentisi, çocukları eğitebilmesi. Kitaplıklar ya da okul kütüphaneleri kurarken, çocuğun hayal dünyasını, beklentilerini, isteklerini göz ardı ediyor, sizin deyiminizle “ayakları yere basan kitaplar”la yetiniyoruz. Hayal kurmaya, düşünmeye ve sorgulamaya gerek duyurmayan, ders veren, eğiten öğreten kitapları istiyoruz. Böyle bakınca, farklı türdeki birçok kitaba yer verip kütüphanelerimize alamıyoruz. Edebiyatın, çocuğun özgürleştiği, kendini bulduğu, isyan ettiği, haykırdığı bir alan olabildiğini ve müdahale etmememiz gerektiğini unutuyoruz. Öğretmenler olarak, öncelikle kendimizi eleştirmemiz gereken bir yaklaşım bu bence.
MS: Sevgili Eser, lise öğretmenleri edebiyat kitaplarını izliyor ve inceliyor mu? Yazar, yayınevi, tür takibi yapabiliyorlar mı?
EDÖ: Her öğretmenin okuma birikimine, güncel edebiyatı takibine göre değişen, çok kişisel bir konu bu. Ben de Kemalettin Tuğcu kitaplarıyla başlamıştım okumaya. Sonrasında iyi edebiyata doğru evrildi okumalarım; Yaşar Kemal’e, Oğuz Atay’a ulaştım. Bugün çocukları özgür bırakmak kadar, okumaları için emek harcamamız da gerekiyor. Bizim dönemimizde sektör büyük değildi, okuyabildiğimiz çocuk edebiyatı yazarı azdı, ister istemez abilerin, ablaların kitaplarına sıçrıyorduk. Oysa günümüzde bir çocuk sadece polisiye ya da fantastik okuyarak büyüyebilir. Ama her dönemine, aynı keyfi verecek yeni kitaplar da eklenebilir. Bunda öğretmenin de, anne babanın da çabası olmalı. Bunu elbette baskı ya da otoriteyle değil, yaratıcı yöntemler bularak yapmaya çalışmalı.
MS: Çocuğun okuma ihtiyacı sınıf düzeyine, yani yaşına göre değişiyor. İlginç olan, edebiyatla buluşma ahenginin, ritminin, her çocukta farklılık göstermesi. Yani karşımızda tektip bir yapı, şablona uydurulabilecek herhangi bir düzen yok. Her çocuğun bu ahenge, bu ritme katılma, uyum sağlama zamanı, süresi, biçimi başka. Bu akışta, öğretmenlerin ve kütüphanecilerin sorumluluğu büyük.
Öte yandan, ailenin çocuğa sunduğu dilsel, düşünsel, ekonomik olanaklar ve ahlaki değerler de bu akışta farklılıklara neden olabiliyor mu? Örneğin, İzmir Karşıyaka’daki bir ortaokulun 6. sınıf öğrencilerinin keyifle okuduğu bir edebiyat kitabını, Artvin Şavşat’taki 6. sınıf öğrencileri de aynı keyif ve nitelikle okuyabiliyor mu? Ne dersiniz Nurlu Öğretmen’im?
NT: Ben Bursa Mudanya’da öğretmenlik yapıyorum. Mudanya’da öğretmenlik yapmakla Van’da öğretmenlik yapmanın aynı şey olmadığını 10 yıllık meslek yaşamımda öğrendim. Van’da çocukların kitaptan başka öncelikleri olabiliyor; kitap önermek ya da aldırmak gibi bir lüksünüz yok. Benim okulumda ise veliler meraklı. Çocuklarının kitap okumasını arzu ediyor ve öğretmeni destekliyorlar. Yine de öğretmenin neyi ne kadar istediği çok önemli. Meslek aşkıyla öğrencisine yaklaşan öğretmen, doğuda da batıda da aynı. İşimize ne kadar emek veriyoruz, mesleğimizi farklı boyutlarıyla ne kadar geliştiriyoruz, öğrencilerimiz için ne kadar çalışıyoruz; asıl dikkat etmemiz gereken bunlar.
“Boş şeyler okuyor” yaftası…
MS: Kitaplar konusundaki önyargıları, kanıksanmış hatalı yaklaşımları da hatırlayalım. Kadınların her an şiddet gördüğü toplumumuzda, kız erkek ayrımı güden, cinsiyet ayrımını körükleyen kitaplar yayımlanıyor. Çocukları, “Kızlar okur, oğlanlar okumaz!” diyerek yargılıyor, grupluyoruz. Elinde çizgi roman ya da fantastik kitaplar gördüğü çocuğu, “Hep boş şeyler okuyor,” diye yaftalayıp bir kenara bırakan çok öğretmen var. Çocuklar bugün artık birer dijital okuru ve dijital okumalar giderek artıyor. Ayrıca biliyoruz ki, türler, alttürler, klasikler edebiyatın temel taşları. Madem böyle, öğretmenler neden çocuklara polisiye, fantastik, bilimkurgu ve çizgi roman önermiyor, Eser?
EDÖ: Hepsini okuyabilsinler elbette. Ben tek bir türde sabit kalmalarına karşıyım. Eğer sadece sevdikleri türdeki kitaplarla yetinirlerse, okumalarından, keyfin ötesinde başka kazanımları olmayabilir. Okumadan beklentim, sadece yarar değil elbette. Bu, hep aynı bilgisayar oyununu oynamaktan çok da farklı değil.
Lise sınıflarındaki öğrencilerin okuryazarlık bilinçleri de aileleri de değişken. Ben yıllardır İstanbul Kurtuluş’ta öğretmenim. Öğrencilerin, çoğu dar gelirli ailelerin çocukları. Tek bir kitap belirleyip herkes onu okusun diye diretmiyorum, hepsine özgürce seçebilecekleri öneriler sunmaktan yanayım. Lise iki gruba ayrılabiliyor: 9-10. sınıflar ve 11-12. sınıflar. Çocukların okurluğu da bilişsel düzeyi de farklı olabiliyor. Aynı kitabı, biri 15 yaşında okurken öbürü 18 yaşında okuyamayabiliyor. Dolayısıyla tamamen çocuk odaklı davranıyorum. Satranç seven çocuğa satranç öyküsü öneriyorum; bilime ilgi duyan, ama kitap okumayan bir çocuğa bilimkurgu üzerinden yaklaşabiliyorum ya da resimle ilgiliyse çizgi roman öneriyorum. Yine de bütün yıl çizgi roman okuyana yeni türleri önerme zorunluluğunu da hissediyorum. Seçenekler sunmamızın üzerlerindeki etkisi olumlu oluyor.
Okurluk bir oyun alanı.
MS: Son belirleyici, okur olarak çocuğun ve gencin hak ve özgürlükleri. Çocukların ve gençlerin kitaplar ve okuma konusunda da ciddiye alınmasında toplumsal bir zafiyetimiz var bence. Onları seviyoruz, ama pek çok konuda ciddiye almıyor, hak ettikleri saygıyı göstermiyoruz. Bu noktada, edebiyat okurken insana neler olduğunu konuşalım Sevgili Irmak. Özellikle çocuklukta ve gençlikte edebiyat okurken insana neler oluyor?
IZ: Okurluk bir oyun alanı. Her çocuk oyununu özgürce oynamak ister. Oyun oynarken müdahale etmeyiz, onu özgür bırakırız. Hikâye kurmak, ancak özgürce yapılabilecek bir şey. Çocukluğumda, kitap okurken de oyun oynarken de benzer duygular yaşadığımı hatırlıyorum. Geçenlerde kızımla kalabalık bir yere gittik. O oyun oynarken ben kitap okuyordum. Bana, “Arkadaşımın annesi de gelebilir mi?” diye sordu. “Gelemez, çünkü ben şu an kitap okuyarak bu kalabalıktan saklanıyorum,” dedim. Bence kitap okumak aynı zamanda biraz da saklanma ve kendi içine dönmedir. İnsan bu noktada da özgür seçimler yapabilmeli.
Edebiyat okurken insana olan; kendine dönmek, ruhunu anlamak, merak etmek, görünenin ardına bakmak, gerçeği görmek, bilinmeyeni deşme ve kurcalama cesaretini bulmak… İnsanın kendinde bu cesareti bulabilmesi için özgür olması gerek. Kitap okuyan insan, yüzeydekiyle yetinmemeyi öğreniyor. Empati yeteneğini geliştiriyor, ötekiyle temas kuruyor ve diyalektik düşünebiliyor. Bunların hepsi özgürlükle bağlantılı şeyler. Ancak sınırlandırılmadığımızda diyalektik düşünebilme yeteneğini kazanırız. Sınırsızlıktan kastım, canının istediğini yapmak değil, karşımızdakinin kararlarına saygı göstermek.
“Biz öğretmenler istersek…”
MS: Çocukların bir an önce edebiyatla buluşmasını istememizin önemli nedenlerinden biri, kendi hayatlarını daha çabuk ele geçirmeleri, günün birinde üretirken mutlu olacakları uğraşlarını daha çabuk keşfetmeleri. Belki bu sayede, günümüz ailelerinin “başarı” odağının yerine çocuğun gerçek mutluluğunu koyabiliriz. Şimdi ikinci başlığımıza, okullara bakalım. Okullarda edebiyat deyince neler oluyor? Önce resmi programın yeterliliğini konuşalım. Eğitim Bakanlığı edebiyata nasıl bakıyor, eğitim öğretimde nasıl konumluyor? Nurlu Öğretmen’im, ne düşünüyorsunuz?
“Gerekli donanıma ne kadar sahibiz, kendimizi hazır hissediyor muyuz ve bunu yapmayı ne kadar istiyoruz.”
NT: Ne yazık ki, okullarda seçilen çoğu kitapta hep mesaj kaygısı var. Genel yaklaşım da sadece anafikir buldurtmaktan yana. Oysa ben sınıfta bir şiir okuyorsak, onca şair arasından neden bu şair, onca şiir içinden neden bu şiir seçilmiş; neden bu şiiri okutmam gerekiyor diye sorguluyorum. Diğer bir nokta da, öğrencinin okurluğunda sadece Türkçe öğretmenlerinin örnek görülmesi. Farklı branşlardan öğretmenlerin bu işi yapamayacağı, öğrenciyi kitap okumak için etkileyemeyeceği gibi yanlış bir kanı var.
Biz öğretmenler istersek, derste okunan her metnin asıl duygusunu aktarabiliriz. Bir şiiri okurken, bambaşka şiirlerden söz edebiliriz. Önemli olan, gerekli donanıma ne kadar sahibiz, kendimizi hazır hissediyor muyuz ve bunu yapmayı ne kadar istiyoruz? Güç bizde. Müfredat bu anlamda yeterli olmayabilir, ama bizde de dersi planlayabilme gücü var.
MS: Eser Öğretmen’im, ya liselerde neler oluyor?
EDÖ: Lise müfredatında eksikler değil, fazlalar var. Çocuk eğer edebiyat sınavına girecekse, kesinlikle çok sayıda yazarı ve eseri ezberlemek zorunda. Hatta “doping hafıza” denilen uygulama, birtakım görsel simgelerle yazarları ve eser adlarını hızla ezberletebiliyor. Çocuk, kitabı hiç görmemiş, yazarla ilgili hiçbir şey bilmiyor oluyor. “Eskici” öyküsünü hiç okumamış, ondan hiç etkilenmemiş bir öğrenciye, Refik Halit Karay deyince bütün yapıtlarını tek tek saydırabilen ezberci bir sistem bu. Bizim kuşak da, bizden eskiler de edebiyat müfredatının eskiliğinden yakınırdık. Günümüzde ders kitaplarında Yaşar Kemal de var, Orhan Pamuk da. Öğrenciyi çağdaş edebiyatla buluşturuyoruz belki, ama bu sefer de ezberletmekle yetiniyoruz.
Ben yıllardır müfredat ne olursa olsun dersimi sıkıştırıyorum; beş saatlik dersi dört saatte bitiriyor ve bir derste mutlaka okuma saati yapıyorum. Müfredatta olmayan okuma saatini, öğretmenlik hakkımı kullanarak kendim düzenliyorum. Öğrencinin edebiyatla bağlantısı da genellikle o okuma saatlerinde gerçekleşiyor. Öğretmen sadece ders kitabına bağlı ilerlerse, edebiyat gerçekten hiç sevilmeyen bir derse dönüşüyor.
Listeler, seçimler…
MS: 2004’ten beri eğitimde edebiyatı okutma yöntemimiz, listeler. 2004’te 100 Temel Eser Listeleri’yle başladık, sonraları bu “ölü yazar” listelerine tepki duyan ve çağdaş yazarları da kucaklamak isteyen öğretmenlerin çabasıyla okul zümre listeleri yaygınlaştı. Hem ders yılında hem de tatillerde okunacak çağdaş edebiyat kitapları seçilmeye başlandı.
Son yıllarda yayınevleri, kitaplarını, yazarlarını okullarda tanıtabiliyor; ilgili öğretmenler, eğitim yöneticileri bunu sağlamaya özen gösteriyor. Dolayısıyla giderek artan çeşitlilikte, seçim yapan öğretmenin entelektüel birikimi belirleyici oluyor. Listeler, öğretmenin ya da kütüphanecinin edebiyat okurluğunun düzeyine göre, ya zengin bir nitelik kazanıyor ya da sınırlı, sığ ve etkisiz kalabiliyor. Sevgili Nurlu, okutacağınız kitapları nasıl inceliyor, nasıl seçiyorsunuz?
NT: Öğretmen, farklı türlerde okumaları ne kadar zenginleştirirse, öğrencisine o kadar ışık tutabilir. Öğretmen, çocuk edebiyatını çocuklar, gençlik edebiyatını da gençler okur sanmamalı. Bizler eğer öğrencilere önerilerde bulunacaksak, onlarla kitap alışverişinde bulunacaksak, çocuk edebiyatını da gençlik edebiyatını da çok iyi bilmeli, okumalıyız. Sınıfımdaki bir öğrenci, Yarından Sonra (Gillian Cross) romanını okuyordu. Kitabı ben de okumuştum ve konuştuğumuzda büyülü bir an yaşadık. O büyü sayesinde çocuk, kitaplarla yakınlaşıyor ve okuduğumuz her şeye daha dikkatli bakıyor. Onlara örnek olmak için, okumalarımızı edebiyatın her türünde genişletmemiz gerek.
MS: Öğretmenin zengin seçenekler sunması kadar, her öğrenciye özel öneriler yapabilmesi de önemli. İşin püf noktası bu belki de. Öğrencinin, ders yılını çoğu zorunlu okumalarla geçirmesi, okuduklarından sınavlara girmesi, yıl sonunda da “ödevinin” bitivermesi, edebiyat okurluğunun oluşmasını ve sürdürülebilirliğini engelleyebiliyor. Sevgili Eser, sizin deneyiminizde kişiye özel önerilerin olumlu örnekleri var mı?
EDÖ: Sihirli değneğim yok, ama olumlu örneklerim var. Lisede kitap okumayan, okumayı kesinlikle reddeden çok öğrencim oluyor. Böyle öğrencilerde Pal Sokağı Çocukları (Ferenc Molnar) çok işe yarıyor. 10. sınıflara “Çıtır Çıtır Felsefe” dizisinin (Brigitte Labbé) bütün kitaplarını okuttum; 11’lere felsefe öğretmeni arkadaşımla birlikte okuttuk. Küçük Prens’i (Antoine de Saint-Exupery) ortaokul öğrencisiyle yetişkin okur farklı anlamlar çıkararak okuyor. Okuma düzeyleri doğallıkla farklı. Yani herkese aynı kitabı önermek pek sağlıklı değil.
Ders yılının başında, sınıflarla tanışırken yeni bir şey denedim. Çocuklar, sadece televizyon seyredip telefonlarıyla oynayan velilerinin kendilerine sürekli kitap okuyun demesinden çok şikâyetçiydi. “Kaç alırsak alalım, anne babamız mutlu değil,” diyorlardı. 11. sınıflarla “evde okuma saati” projesini geliştirdik. Okuma saatinde evdekilere telefonları bıraktırdılar, anne babalarının okuyup okumadığını denetlediler. Müthiş hoşlarına gitti.
Yaratıcı okuma uygulamaları neyi başarıyor?
MS: Okullardaki yaratıcı okuma uygulamalarından söz edelim biraz da. Son yıllarda filizlenen bu taze konu, ne yazık ki daha pek yaygın değil. Heves büyük de olsa henüz ürkek adımlar atılan bu konu, yöntemlerden kitap seçimine, süreçlerden kazanımlara kadar çok önemli. Nurlu, Mudanya’daki ortaokullarda eşzamanlı yaratıcı okuma uygulamaları sürdüren bir ekibiniz var. Çocuk için anlamını, yararını özetler misiniz?
NT: Eğitimde Edebiyat Seminerleri’ne ilk kez 2017’de katılmıştık. Sunum yapan öğretmenleri dinlediğimizde çok etkilendik ve okullara döndüğümüzde kitaplar üzerine konuşmaya başladık. Çocuk, kitaptaki kahramanın, mekânın ruhuna girebilir, hayaller kurabilir mi; kitap sayesinde sanata ilgi duyar, resim ya da yaratıcı yazma yapabilir mi; bunları aradık, tartıştık. Bir kitap dikkatimizi çektiğinde okumalar yapıyor, kişisel notlarımızı alıyor ve öğretmen arkadaşlarımızla bir araya gelip fikirlerimizi paylaşıyoruz.
Seçtiğimiz her kitapla çocuğun kuracağı özel bir bağ olsun istiyoruz. Örneğin, Benim Babam Ömür Adam (Ömer Açık) için mor kurdele, Bulutlara Şiir Yazan Çocuk (Behiç Ak) için rozet, Lataşiba (İrem Uşar) için bileklik seçildi. Bu küçük simgelerle çocukla kitap arasında daha özel bir bağ kuruluyor ve kitabı daha çok sahipleniyorlar.
Yaratıcı okumalar hem çocuklar hem de bizler için inanılmaz sonuçlar doğuruyor. Çocuklar, “Bu kitap ne zaman bitti?” diye şaşırıyor. “Keşke şu etkinliği bir daha yapabilsek,” diyen dönüşler alıyoruz. Uygulamaların sonunda öğrencilerin bize söylediklerini çok önemsiyoruz: “Öğretmenim, okuduğumuz yazarın yeni kitabı çıkmış!” diyerek bize haber veriyorlar; “Yazarın önceki kitabı daha güzeldi,” ya da, “Birinci dönemdeki etkinliklerimiz daha iyiydi,” gibi yorumlarla eleştirebiliyorlar. İstediğimiz şey, düşünen, araştıran, eleştiren çocuklar yetiştirmek. Bunun gerçekleştiğini görmek heyecan verici.
Edebiyat, zorlukların panzehiri.
MS: Birçok yazar davet edildikleri okullarda söyleşi ve imza saatleri yapıyor. Bu etkinliklerin çoğuna öğrenciler, yazarın kitabını okumadan katılıyor ve yazarlara sormak için hep aynı beylik soruları hazırlıyor. Çoğu öğretmenin öneminin farkında olmadığı bu standart yaklaşımlar, buluşmanın niteliğini zedeleyebiliyor. Oysa, çocuğun zihinsel hazırlığını yazarla etkinliğin öncesinde yaratıcı yollarla sağlayabilen okulların, o kısıtlı süreyi mucizevi bir buluşmaya çevirebilmesi de mümkün.
“Öğretmenin zengin kitap seçenekleri sunması kadar, her öğrenciye özel öneriler yapabilmesi de önemli. Hatta işin püf noktası bu belki de.”
Günümüzde çocukların ve gençlerin hayatı hiç kolay değil. Çoğunun, ergenlikten ebeveyn ayrılığına, âşık olmaktan ebeveyn kaybına kadar birçok kişisel sorunu var. Zor zamanların, işsizlik, şiddet, göç gibi toplumsal nedenleri de olabiliyor. Üstelik lise ve üniversite giriş sınavlarının nasıl bir baskıya ve strese neden olduğu da açık. Sevgili Irmak, edebiyat, bütün bu zor zamanlar için de gerçek bir panzehir olabilir mi?
IZ: Kesinlikle olabilir. Hayatta gerçeklerle yüzleşmek, hele kendi dertlerimizle yüzleşmek kolay değil. Boşanmış bir ailenin çocuğuna, “Annen baban boşandığı için üzülüyor musun?” diye sorsak susar, sessiz kalır. Ya da aileden birini kaybetmişse bunu konuşmakta zorlanır. Edebiyat, bize bu zorluklarla fark ettirmeden karşılaşma olanağı sağlar. Tıpkı rüyalarımız gibi. Rüyalarımız bize nasıl bilinçdışımızla ilgili bilgi veriyorsa, edebiyat da bizi başka karakterlerin kılığına büründürerek gerçekle yüzleştirebilir. Anne babası boşanmış bir çocuk benzer bir kahramanı okurken, doğallıkla kendi gerçeğiyle temas edebilir. Kendi derdiyle yüzleşir, yalnız hissetmez ve okuduğu karakterle özdeşim kurarak ilham alır. Evet, edebiyata zorlukların panzehiri diyebiliriz.
Edebiyatın bir de oyun alanı niteliği var. Saklanmaya, inzivaya çekilmeye uygun, sadece kendine ait özgür bir alan yaratabilir. Okur, kitabın yazarıdır aynı zamanda. Her kitap, okurun zihninde yeniden yazılır. Dolayısıyla okurluk yaratıcı bir faaliyettir; yaratıcılık ise insanın ruhunu iyileştirir. Sınav stresinden, sıkıntılarından, yorgunluklarından bu yaratıcı faaliyetle sıyrılabilir, bir sağaltım yaşar. Küçük büyük herkes için geçerlidir bu. Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, herkes çok konuşuyor. Özellikle sosyal medyada herkesin konuşma olanağı var. Ancak herkesin çok konuşması, diyalog içindeyiz anlamına gelmiyor. Herkesin birden konuştuğu bir ortam gürültülü de oluyor. Kitaplar, bütün bu gürültünün içinde yazarla, karakterle, başka evrenlerle de diyalog alanı açıyor; bize sıcak, yeni bir yuva sunuyor. Edebiyat, bunun için de iyileştiricidir bence.
Alışkanlık mı , ömürlük bir zevk mi?
MS: Öğretmen önerdiği, okuttuğu kitaplar yüzünden şikâyet de edilebiliyor. Birileri kitaptaki bir sözcüğü, temayı, deseni ya da hatta bazen yazarın dünya görüşünü beğenmeyebiliyor. Sevgili Eser, öğretmenler nasıl baş edecek bununla?
EDÖ: Ben her şeyi göze alıyorum. Falanca kitabı okuttum diye soruşturma geçirdim; çok da umursamadım. Çünkü ahlaki bir mesele değil bu. Çoğu veli, cinsellik, argo, siyaset, şiddet gibi konular için, “Hayatta var, ama kitapta olmasın!” diyor. Örneğin, okullarda en az okuyanlar genellikle “sporcu çocuklar”dır. Onlarla Son Yarış – Spor Öyküleri derlemesini okuduk. Kitabı hazırlayan İshak Reyna’yı okula davet etmek istedim. İçindeki Ernest Hemingway’in öyküsünde küfür geçiyor ve ailelerden şikâyet gelebilir diye kabul görmedi. İtiraz ettim, “Bu çocuklar her gün futbol maçına gidiyor ve tribünlerde bunların alâsını duyuyorlar zaten,” dedim. Hemingway gibi büyük bir usta yazmış, ama biz onu okula “davet” edemiyoruz! Bu konuda da öğretmen inisiyatif almalı, cesur davranmalı.
MS: “Okuma alışkanlığı” doğru bir ifade mi? Kitaplar ve okuma söz konusu olduğunda, bir alışkanlıktan mı söz ediyoruz, yoksa ömürlük bir zevk edinmekten mi?
EDÖ: Alışkanlık sözcüğü, “alışmış kudurmuştan beterdir” gibi atasözlerinden de hatırlayacağımız gibi pek olumlu tınlamıyor. Okuma sevgisi, okuma tutkusu ya da okuma keyfi demeli bence.
IZ: Okuma ihtiyacı diyebilirim. Okumak ihtiyaçtır çünkü.
NT: Alışkanlık dediğimiz, sabah erken kalkmaktır, düzenli spor yapmaktır. Edebiyatı günde üç kere dişimizi fırçalamakla eşdeğer tutacak bir durum göremiyorum ben. Cemal Süreya diyor ki: “kırmadan / dökmeden / parçalamadan / üzmeden / ağlatmadan uzaktan seviyorum / öyle uzaktan seviyorum seni; / sana söylemek istediğim her kelimeyi / dilimde parçalayarak seviyorum / damla damla dökülürken kelimelerim / masum beyaz bir kâğıtta seviyorum”. Bu şiirle alışkanlığı aynı kefeye koyamayız. Bu olsa olsa aşktır.