2040 yılında yayıncılığımız!
20 yıl sonra nasıl bir yayıncılık olacak? Kitaba, yayınevlerine ne olacak? Metis Yayınları’nın kurucularından, editör, çevirmen Müge Gürsoy Sökmen ile Günışığı Kitaplığı’nın kurucusu, Genel Yayın Yönetmeni, yazar Mine Soysal yayıncılığımızın gelecek hayalini kuruyor.
Mine Soysal: 20 yıl sonraya gidiyoruz, yıl 2038-2040. Hâlâ kitap var mı?
Müge Gürsoy Sökmen: Ben iyimser şapkamı takarak konuşacağım. Öncelikle, “Dünya hâlâ var mı?” sorusuna “evet” diye cevap veriyorum. Evet, 20 yıl sonra dünya var. Hamamböceklerine bırakmamışız dünyayı. (Nükleer savaştan sonra bir tek onlar kalacakmış, malum.) İnsanlar hâlâ var, dolayısıyla kitap da var. Kitap bizim hayallerimizi, umutlarımızı, sorularımızı, meraklarımızı taşıyor kamuya, ister sanal ortamda ister kâğıt üstünde olsun.
MS: Dijital iletişimin katbekat hızlandığı, başkalaştığı bir dönemden söz ediyoruz. Yine de gerek biçim gerekse işlev olarak kitap her şeyiyle var mı diyorsun?
MGS: Tabii, çünkü basılı kitap küçük bir sermayeyle üretilip çok düşük bakım maliyetiyle elden ele gezebilen şahane bir ürün. %100 geri dönüştürülebilir, doğaya zarar vermez, zannedildiği gibi ormanları katletmez. Fişe takmanızı, enerji kaynaklarına ulaşmanızı, pahalı ve sürekli modeli değişen cihazlara sahip olmanızı gerektirmez. Size benzeyen bir grup insanın sizin için ürettiği ve her türlü sorumluluğuna imza attığı, kalite kontrolü yapılmış, üreticiden hesabını sorabileceğiniz bir ürün. Kendi köşenizde değil, kamusal alanda ulaşıyorsunuz kitaba. Aramasanız da, hayatın akışı içinde önünüze çıkıyor. İktidarlarca sevilmeyen görüş ve duyguların da sokakta, kamusal alanda yer bulabilmesi demek basılı kitap. Azınlığın hakkını koruma açısından demokrasinin yaşatılması demek. Dolayısıyla ben öneminin süreceğine inanıyorum.
“Zazaca’dan gir, Çince’den çık !”
MS: 2040’ta ülkemizde nasıl bir kültür sanat iklimi var? Sansür ve otosansür gündemden düşmüş mü, yoksa hâlâ düşünce ve ifade özgürlüğü ödülü veriliyor mu?
MGS: İnsanlık varlığını sürdürüyor diye varsaymıştım, malum. Ders kitaplarında biz nasıl 2. Dünya Savaşı’nı okuduysak, çocuklar da bugünlerimizi öyle okuyor 2040’larda. İbret-i âlem olsun diye; “Bak, zamanında böyle yaşıyorlarmış, ifade özgürlüğü ödül alıyormuş!” diye gülüyor, inanmıyorlar.
MS: Ülkede anadilde yayıncılık özgürce yapılıyor mu? Her isteyen anadilinde istediği yayını, istediği biçimde yapabiliyor mu?
MGS: Bunu aşmamış olmayı tahayyül etmek güç. Gelecek için iyimser olacağım, insanlık kalacak diye iddia ediyorsam, altyapısını da buna göre kurmalıyım. Anadilde yayıncılık elbette var. 21. yüzyıl başında çok yeni olan elektronik çeviri olanaklarını düşünelim; artık diller arasında geçiş yapmak ne kadar kolaylaştı. 20. yüzyılın son çeyreğinde, çeşitli dillerdeki sözlükleri elde edebilmek için bir sahafı temizlemek zorunda kalmıştım. Hâlâ onları kullanıyorum. Artık böyle bir derdimiz yok; Zazaca’dan gir, Çince’den çık…
MS: 20 yıl sonra Türkçe için nihayet ortak bir sözlüğümüz olmuş mudur? Okullarda öğretilen dilbilgisiyle yayıncının kullandığı seçimler yine birbirinden farklı mı?
MGS: Hayır, ortak bir sözlüğümüz hâlâ yok. İyimser olalım dediysem abartmayalım; biz de bir şeylerden vazgeçtik. Öyle mi’leri, da’ları kimse ayırmıyor artık. Yayınevlerinde artık yeni bir kadro var: Yorumcu kadrosu! Felsefecilerden ve şairlerden yardım alıyoruz, metinlerin ne dediğini anlamak için.
“Kitap bizim hayallerimizi, umutlarımızı, sorularımızı, meraklarımızı taşıyor kamuya, ister sanal ortamda ister kâğıt üstünde olsun.”
Hakikat sonrası dünyaya geçmek…
MS: Edebiyatta, şiir ve felsefe gibi alanlarda niteliksel bir sıçrama yaşanmış mı? Yoksa şimdiki gibi popüler olan mı daha çok prim yapıyor?
MGS: 21. yüzyılın başında bir hikâye bombardımanına tabi tutulduk. Filmler, dizi filmler, çoksatan kitaplar derken, gerçeğimizi örtüp sahte bir âlem yaratan, yaşantımızla bağ kurmamızı imkânsızlaştıran, bize bizi yadırgatan bu hikâyelerden yıldık. Derken fark ettik ki, 20. yüzyılın sonunda hakikat sonrası dünyaya geçmişiz: Ne masal ne haber ne gerçek, hepsi birbirine karışmış! Ne yazık ki, bu süreçte edebiyat kan kaybetti; özel örnekler dışında insanı kendiyle tanıştırıcı, keşfe çıkarıcı niteliğini yitirdi. 2040’larda insanbilimleri, psikolojik, fiziksel varlığımızla yeniden irtibata girmemizi sağlayan kitaplar popülerlik kazandı. Sahte dünyalardan usandıkça, romantik aşk hikâyelerinin dumura uğrattığı beyinlerimize evliliklerin yüzde şu kadarının şiddet, bu kadarının ensest saldırıyla sonuçlandığını hatırlatan, toplumsal koşullarımızın bilgisini açıklıkla aktaran kitapların önemi anlaşıldı… Bir de neyse ki felsefe ve şiir, bize dilin ve insanın olanaklarını hatırlatmayı sürdürüyor hâlâ!
MS: 2040’lara geldiğimizde yazarlık nasıl bir evrim geçirmiş? Yazar daha mı yalnızlaşmış, daha mı içekapanık, yoksa tam tersine daha mı dışa açık, hatta daha mı medyatik?
MGS: Bizim zamanımızda olduğu gibi medyatikler dolu dizgin gidiyor. Ama başka bir kol olarak gidiyorlar artık. Buna edebiyat adı konur mu konmaz mı, orası karışmış durumda. İnsanın kültürlerarası tarihsel arayışı kahramanlar tarafından sürdürülüyor. Onlar bugünün üretiminin illa bugün tüketileceğini zannetmeden ve bunu beklemeden, bir gün okurlarını bulacaklarını umarak kendilerini ifade etmeyi sürdürüyorlar.
MS: Peki akademide neler oluyor? Edebiyat ve yayıncılık için yetkin programların uygulandığı bölümler var mı nihayet?
MGS: Bildiğimiz üniversiteler yok artık; yüksek teknik okullara dönüşmüş, teknik ve ticari yetenek geliştirme peşindeler. Edebiyat, sosyal bilimler bölümleri kapanmış. Neyse ki üniversite dışı kolektif oluşumlar güç kazanmış; biriken bilgi, görgü ve tecrübeyi aktarmak için, insanların oluşturduğu inisiyatifler kamusal hak olarak devlette birikmiş olan paylarını almak üzere mücadele veriyor, üniversitelerin işlevini üstleniyor…
Elma almaya giderken karşımıza yazar çıkaranlar !
MS: İnsanın okuma ihtiyaçları ve alışkanlıklarında herhangi bir değişiklik olmuş mudur 20 yıl sonra?
MGS: Çocukken kitaplarımızı koca koca çantalarda taşırdık. 21. yüzyıl başında gözlük de, saat de taşımaz olduk. 20 yıl sonra ise artık üzerimize yerleştirilen çipler sayesinde istediğimiz zaman istediğimiz kitabı okuyoruz! Asıl sorun şu: 20 yıl önce elektrikli arabaları yapanlar, gereken madenleri Afrikalı çocukların köle emeğiyle elde ediyordu. Sorun hâlâ aynı. Teknoloji çok ilerledi, biz çok ilerledik, kitap taşımadan kitap okuyoruz. Ama bize o olanakları sağlayan, bazı yerlerdeki kölelik. Üretimdeki sömürü değişmediği için sorunlar azalmadı, teknolojik ilerlemenin bedelini zayıflara ödetme âdeti değişmedi ne yazık ki…
MS: İnsanlar kitapları nereden ediniyorlar? Bağımsız kitapçılar yaşıyor mu, yoksa kitaplara sadece dijital platformlar üzerinden mi ulaşılıyor?
MGS: İnsanlığın ve yayıncılığın yaşadığı varsayımıyla buraya geldiğimize göre, elbette bağımsız kitapçılar da yaşıyor. Biz yayıncılar fark etmişiz ki, kitapçıların yok olması, bizim yok olmamız demek. Çünkü kitap anaakım olmayan görüş, duygu ve kimlikleri yaşatmanın, taşımanın başlıca imkânlarından biridir ve en iyi satış yeri de kitapçılardır. Sokaktaki bağımsız kitapçı, ben elma almaya giderken karşıma yazarı çıkarandır. Ya da bir yazarın kitabını almaya gittiğimde başka bir düşünceyi bana hatırlatandır. Büyük sermayeli medyada asla yer verilmeyen kültür ürünlerini kamusal alanda yaşatan, okura sunan yerdir kitapçı. 2040’lara vardığımızda biz yayıncılar da akıllanmış, işbirliği yapmışız ve bağımsız kitapçıları yaşatmışız.
Gözlerine bakıp Dostoyevski okuduğunu anlamak…
MS: Belki de kitapçı yerine bir yapay zekâ sistemi kurulacak ve insanın bütün ihtiyaçları çok daha küresel yollarla gündelik yaşamına aktarılacak. Şimdi yayınevleri için konuşurken daha iyi ifade ederiz, ama “iyi niyetli” bir gelişim içinde olamaz mıyız?
MGS: Ben Kropotkin’in “sarkaç”ına inanıyorum; inişte olmamız çıkışa atıfta bulunur. Keza sorun varsa direniş de olacaktır. İnsanın potansiyeli, dünyanın bize hissettirdiği kadar dar, kısıtlı değil. Köleleştirilmemizin de, robotlaştırılmamızın da, otomatlaştırılmamızın da sınırları olacak. İşte o sınırlardan, o çatlaklardan sızanlarsa kitaplarımız, kitapçılarımız olacak. Eğer otomatlaştırma dayatılırsa, “Retinandan anlaşıldığına göre sen Dostoyevski okumuşsun, o zaman sana şu kitabı vereyim,” diyecek bir kitapçı için direneceğim ben!
“Biz yayıncılar fark etmişiz ki, bağımsız kitapçıların yok olması, bizim yok olmamız demek.”
MS: Büyük kentlerde yaşamayan insanlar da dilediği kitaba ulaşabiliyorlar mı artık? 20 yıl önce (bugün) Türkiye’de 81 milyon nüfusa hizmet eden yaklaşık 1600 belediye ve halk kütüphanesi vardı. Bu hesapça 50 bin kişiye bir kütüphane düşüyormuş. Diyelim ki, ben Şırnak’ta yaşayan bir gencim ve şu kitap dikkatimi çekti. Nereden ulaşabiliyorum o kitaba?
MGS: 20 yıl önce (bugün) kamusal taleplerimizi unutmuştuk. Şırnak’taki genç, belediye başkanını seçerken, “Ben belediye kütüphanesinde kitap okuyacağım. Talep ettiğim kitaplar kütüphanede olacak mı?” diye sormayı aklına getiremiyordu. Oysa geçen 20 yılda okur ve yayıncı kolektifleri oluştu. Haklarımızı tanımlamaya başladık. Birey olarak haklarımızı değil, bir araya gelip kolektif halinde kamusal haklarımızı almaktan söz ediyorum. Nereye gittiğini bilmediğimiz kamu bütçeleri inanılmaz büyük servetler. Bunlardan payımızı istediğimiz zaman, Şırnak kütüphanesi mis gibi kitaplarla dolacak. Tabii bu, okur ve yayıncı kolektiflerinin, kamu bütçesini elinde bulunduranlarla yaptığı zorlu pazarlıklardan sonra gerçekleşecek. İnsanlara, “Kitaba para vermek zorunda değilsiniz. Gidin kütüphanede okuyun,” hatırlatması yapılmış, kütüphanenin bir imkân olduğu hatırlanmış, okurlar seçilen kitaplarda söz sahibi olmuş: Bunun tadı çıkarılıyor ve kütüphaneler çok güzel.
Kitaplar mutlaka paylaşılır, ama nasıl?
MS: Korsan kitap konusunda ne durumdayız? Gençlerin gittikçe daha çok kitap PDF’i indirmesi ve kullanmasıyla korsan arasındaki ince çizgi için neler diyeceksin?
MGS: Paylaşma ile hırsızlık arasındaki ayrım, 20 yıl önce (bugün) kafalarımızda net değildi. Korsan dediğimiz, Robin Hood taklitlerinin para kazanmak için yayıncılığı öldürmesi süreciydi. Korsan şunu diyor: “Türkiye’nin bütün iyi satan kitaplarına el koyayım, ne emekçisine ne üreticisine para vereyim. Sektöre dönmesi gereken parayı çekeyim, bir tek tüketiciyi gönendireyim: Bak, sana ucuza veriyorum kitabı, boş ver hırsızlık malı olmasını. Sana ne, sen çalmadın ki ! Sen çıkarına bak!” Paylaşmak ise farklı bir şey. Gençken beş kişi bir kitap alır, paylaşıp okurduk. Şimdiki PDF paylaşımlarının çoğu aynı nedenle yapılıyor. Yine de bu bize korsanı hatırlatıyor. Türkiye’de birçok küçük, bağımsız yayıncıyı korsan yüzünden kaybettik. Bunun getirdiği bir korku var üzerimizde, ama yeni çözümler de üretmek zorundayız. İnsan kitabını paylaşmak ister. Peki, paylaşmanın yolu ne? Paylaşan insanla çalıp ondan kâr eden arasındaki farkı anlamak, çözüm üretmek zorundayız, diyorum.
MS: Kitap ekleri, edebiyatla ve kitapla ilgilenen gazeteler falan var mı hâlâ?
MGS: Dergiler var, ama gazete neydi hatırlamıyorum. Gazete var mıydı 20 yıl önce? Yok, bugün de yok.
MS: Sosyal medyada durum ne? Terbiye olduk mu, yoksa hâlâ haddimizi bilmiyor muyuz?
MGS: Terbiye, öncelikle yüz yüze bakabilmek demek. 20. yüzyılda, “Kavga bile etsen yüz yüze bakacak halin kalsın,” denirdi. Oysa yüz yüze olmadığında, hele takma isimlerin arkasına sığındığında böyle bir gözetme gerekmiyor. 21. yüzyılın başındaki eski kötü günlerde “iktidarsız öfke” yaygınlık kazanmıştı. Öfkeni asıl istediğine yöneltemiyordun. Ağzını açtığında öyle büyük bir cezalandırmaya uğruyordun ki, öfkeni ya zayıfa ya düşene ya da seni göremeyene, yani sana ceza veremeyecek olana yöneltiyordun. Sosyal medya da bunun için ideal ortamı sağlıyordu . İnsanın karşısındakini muhatap almayı, ona kendini anlatmaya çalışmayı öğrenmesi için, tartışma yoluyla değişim yaratabileceğine inanması gerekir. Oysa toplumun çözüldüğü durumlarda, toplumsal bir tartışma da mümkün olmuyor. Neyse ki artık bu durumları hallettik. Kendimize, geleceğimize, kamusal haklarımıza sahip çıktık. Karşımızdakine edeple hitap etmeyi öğrendik, çünkü birbirimizden ümit duyuyoruz.
Metinle kamu arasındaki çevirmen: Yayıncı!
MS: Artık yayınevlerine bakalım biraz da. Dışardan tam tersi sanılıyor, ama yayıncılık çok ağır bir iş. Yedi yirmi dört ağır çalışmayı, odaklanmayı, adanmışlığı, sabrı, titizliği, eleştiri kaldırmayı gerektiren zor bir iş. Uzmanlaşma dediğimiz şey, on yıllarla edinilen bir şey. Oysa genç kuşakların hayatı hız üzerine kurulu. Bu hızın içinde kendilerini tanımlarken, ifade etmeye çalışırken, yayıncılığın özündeki saydığım meziyetlerle baş edebiliyorlar mı? Neler oluyor yayınevlerinde?
MGS: Yayıncı, metinle kamu arasındaki bir tür çevirmen gibi. Bir ayağıyla yazarın, edebiyatın, sosyal bilimlerin dünyasına; öbür ayağıyla da okurun dünyasına basmak, ikisinin birbirini anlayacağı dilin kurulmasını sağlamak zorunda. 20 yıl önceki hız, bence anlaşma ihtimalinin olmadığını düşünmekten kaynaklanıyordu. İletim başka, iletişim başka bir şeydir. Karşındakine sözlerini dayatmaya çalışmakla, anlamasını gözetmek, bu süreçte kendin de değişmeye açık olmak arasında fark vardır. Eskisi, geleceksizlikle, iktidarsızlıkla, hakkın verilmemesiyle bağlantılı bir dönemdi. 21. yüzyıl başının genç yayıncıları bunu fark edip son 20 yılı iletişimsizlikle mücadele ederek geçirdiği için, yayıncılığın daha yavaş sürecine imkân tanımışlar; etkileşimin, iletişimin anlamı tekrar kurulmuş…
MS: Yayıncılığın en önemli geleneklerinden olan usta-çırak dönüşümü sürüyor mu? Bunu nasıl tanımlayabilir, yorumlayabiliriz?
MGS: Sürmesi zor. Biz uzun bir kuşağın çocuklarıydık. Ben 78 kuşağıyım. Ta 1945 sonrası, 2. Dünya Savaşı sonrası kuşağına kadar geri giden bir yayıncılık anlayışının devamıyım. Geleceğin iyiye doğru değişeceğine inanan bir kuşaktı bu. Daha güzel olacak bu geleceğe, ben de umutlarımla ve çabalarımla katkıda bulunacağıma inanıyordum. Oysa bizden sonraki kuşaklar, “Gelecek olacak mı acaba?” diye yetişmeye başladı. Genelde, “Gelecek var mı, varsa nasıl bir gelecek olacak, onu değiştirebilir miyim? Nasıl değiştirebilirim ki!” sözleriyle ifade bulan bu kopuşla yetişmiş insanların ruh haliyle bizim aramızda bağ kurmak kolay değil. Babamın sevdiğim bir lafı vardı; “Hayat aşağı doğru akar,” derdi. Daha yaşlı olanlar, dünyaya daha önce gelip çok şeye şahit olmuş olanlar kendilerinden sonra gelenleri kınamadan, yargılamadan, iteklemeden önce anlamaya çalışmalı. Kendi üzüntümüzü, hayal kırıklığımızı toparlamayı becerirsek o zaman bu –usta-çırak ilişkisi demeyeyim de– “elden ele” ilişkisi kurulabilir ve kurulmalı diye düşünüyorum.
“Yayıncılık, yedi yirmi dört ağır çalışmayı, odaklanmayı, adanmışlığı, sabrı, titizliği, eleştiri kaldırmayı gerektiren zor bir iş. Yayıncılıkta uzmanlaşma, on yıllarla edinilen bir şey.”
MS: 2040’ta yayınevlerinde yayın kurulları mı karar verici, yoksa sadece patron ya da tek bir editör mü karar veriyor hangi kitabın yayımlanacağına?
MGS: Büyük sermayeli yayınevlerinde tabii ki patron karar veriyor. Çünkü, bu şirketler petrol ticareti de yapıyor, silah ticareti de; medya kanallarına da sahip, her şeyi kontrol etmek için kurulmuş bir yapı. Ama öteki yayıncılar tam da buna direniyor. Tekseslileştirmeye, merkezileştirmeye, merkezi olmayan her şeyin marjinal olduğu iddiasına direnmeye gönül vermiş olan yayınevleri, editör kurulları tarafından yönetiliyor.
Arzu devredilebilir mi?
MS: Yayınevleri kurumsallaşırken ve işlerini daha iyi yapmak için birtakım yenileşme adımları atarken bir şeylerden vazgeçmiş oluyorlar mı?
MGS: Kurumsallaşmaya çalışırken, “Ticaret mi, zanaat mi, endüstri mi; biz neyiz, ne yapıyoruz?”, bunları da düşünmemiz gerekiyor. Kendimizi ileri teknolojili bir sanayi zannedersek, bahsettiğimiz pek çok şeyi kaybederiz. İnsanı kaybederiz, iletişimi, etkileşimi, sorularımızı kaybederiz bence.
MS: El bebek gül bebek büyüttüğümüz, bir ömür emek verdiğimiz yayınevleri kimlere miras kalıyor?
“İyi niyetle konuşmak, hayallerimizi toparlamamıza, sabahları uyanabilmemize yarıyor.”
MGS: Evet, bir ömür verdik yayınevlerimize. Çünkü böyle arzu ettik. Ben arzunun devredilemeyeceğine inanıyorum. Hayallerimiz vardı ve bu hayalleri gerçekleştirmenin yolunun yayıncılıktan geçtiğini düşünmüştük. Ama kime devredeceğimize biz karar veremeyiz. Arzunun sahibi karar verir. Kim devralmak istiyorsa o karar verir.
MS: Bizim işimizin özü “az kibir çok umut” demiştik içerik çalışırken. Bununla bitirelim…
MGS: Tiyatro için söylenen ve Haldun Taner’e atfedilen iki kalas bir heves lafını çok severim. Gerçekten yayıncılık da iki kalas bir heves, “az kibir bol umut” işi. Mümkünse yazarın gerisinde, kitabın gerisinde durmayı bilmek, okurun temsilcisi olduğu umudu unutmamak demek. Enseyi karartmamak ancak böyle mümkün.
Soru Cevap
Necati Tosuner: 20 yıl sonra bir kâğıt fabrikamız olacak mı?
MGS: Tabii ki olacak, hiç endişe etmeyin.
NT: Türkiye bir daktilo makinesi bile yapamadı. Acaba 20 yıl sonra bir baskı makinesi yapabilecek miyiz?
MS: Baskı makinelerinin teknolojisi çok değişmiş olacak ve eğer Müge’nin çizdiği gibi bir toplumsal yapı kurabilmişsek, sanıyorum bizim genç bilim insanlarımız da böyle makineleri üretebilir hale gelmiş olacak. Niye olmasın diyorum; yaparız, onu da yaparız!
Metin Celal: İyimser bakış güzel, ama karamsar projeksiyon ne olur?
MGS: 1980’de, 12 Eylül İhtilali’nden sonra yayıncılık yapmaya başladım. Karamsar baksaydım, Metis diye bir yayınevi olmazdı. Birçok arkadaşım içerideydi, sürekli tehdit altındaydık. 80’li yıllarda 16 yayınevi bir araya geldik ve, “Kitabı geri getirelim” kampanyası yaptık. Celil Oker bize çok güzel metinler yazmıştı, Cumhuriyet gazetesi bilabedel yayımlamıştı. Kitaplar, silahlarla beraber suç aleti diye televizyonda sergileniyordu. Kitapçılar kitap bulundurmaktan korkar olunca, Anadolu’da tek tek kitapçılara destek ziyaretlerine gittik. 1984’te Van’da Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler kitabımızı vitrinde gördüğümde şükran duymuştum. Yedi buçuk yıl hapis cezasıyla yargılanma tehdidi altındaki o kitabı, o ağır şartlarda bir kitapçı, vitrinine koymuştu! Ben buradan bakmayı seçtim, iyimser taraftan…
MS: İyi niyetle konuşmak, hayallerimizi toparlamamıza, sabahları uyanabilmemize yarıyor. Açıkçası şu andaki olumsuz koşulları değiştirme gücünün bizim elimizde olduğuna da inanıyorum. Zincir perakendeden bağımsız kitapçıya, dağıtım firmasından yayınevine, kitaba emek veren kuruluşların kendini gözden geçirme ve yeniden organize olma zorunluluğu var. Sürekli olarak, alanın büyük aktörlerini suçlayarak ya da sorun kendimizde değil de öbüründe sanarak işin içinden çıkamayız. Keşke beş yıl sessizlik olsa, herkes kendi yayınevinde, kurumunda sadece işini yapabilse… İşini daha iyi yapabilir hale gelse ve sonra tekrar bir araya gelsek. Böyle yapıcı, sessiz zamanlara ne çok ihtiyacımız var.