Abluka Altında Edebiyat

Günışığı Kitaplığı Genel Yayın Yönetmeni, yazar Mine Soysal ile Çınar Yayınları Yayın Yönetmeni, yazar Burcu Aktaş, çağdaş edebiyatımızı gölgeleyen yasaklamaları ve müdahaleleri ele alıyorlar.

Mine Soysal: Sevgili Burcu, uzun yıllardır düşünce, ifade, yayımlama özgürlüğüne birlikte kafa yoran insanlarız. Ama bu sefer yeni bir pencereden bakmak için çabalayacağız. Önce edebiyatımızdaki “abluka” olgusunu irdeleyecek; sonra hem okur açısından hem de yaratıcı üretim açısından bunun ne anlamlara geldiğini ve sonuçlarının nelere neden olabildiğini paylaşmaya çalışacağız.

“Bu romanı neden yazdın?”

Zihinsel yasaklama girişimlerinin kurgu bir dünyada bile bizleri nasıl distopik bir zindana hapsetmeyi amaçladığını, hatta bunu çoktan başarmaya başladığını anlamak ve bunu nasıl yaptığına kafa yormak, biz eğitimde edebiyata emek verenler için çok önemli.

Okul söyleşilerinde öğrencilerin biz yazarlara en çok sorduğu sorulardan biridir: “Bu kitabı neden yazdın?” Geçenlerde bir edebiyat eserinin yasaklanması için açılmış davanın duruşmasında hâkimin yazara sorduğu soru da aynıydı: “Bu romanı neden yazdın?”

Hadi öğrenci işin kolayına kaçıyor diyelim, aklına gelen en basit soruyu soruyor. Peki ya hâkim! Sanat-yaratı-haklar üçgenini en iyi bilmesi, yorumlaması gereken bir meslek insanı bu soruyu neden sorar?

Yazarın yazdığı kitabı açıklamak, daha kötüsü savunmak zorunda kalması; karşısındakileri ikna etmek zorunda bırakılması acıtıcıdır! Çünkü yazar tekildir, tek bir insandır. Olsa olsa yanında avukatı vardır. Hâkimin yönettiği bir mahkeme salonu ise devletin tüm olanaklarını kullanan müthiş bir güç merkezidir. Bu nedenle hukukun bağımsız ve tarafsız olması beklenir.

Ancak yargı, toplumsal önyargılara, siyasi eğilimlere, telkinlere yenik düşerse bir romanda bile “suç” unsuru aranabilir. İşte bu, yaratıcılığın, bütünüyle hayal ürünü olan kurguların asla hak etmediği türden bir “abluka”dır.

Eseri yargılanan, yasaklanan, soruşturmaya uğrayan tekil yaratıcı zihin için bu süreçler incitici, hatta imha edici olabilir. Bir yazarın asla tahayyül edemeyeceğimiz kurgu dünyasının imhası, yazabileceklerinin engellenmesi, yazmaktan alıkonması, yazma eyleminin durdurulması anlamına gelebilir ve bu korkunç bir şeydir!

Sevgili Burcu, bize anlatır mısın, edebiyat neden hep “abluka” altında?

Baskıcı zihinlerin kâbusu edebiyat!

Burcu Aktaş: Başlangıç için çok anlamlı bir soru. Sait Faik bir öyküsünde şöyle der: “O evde düşünülmez; yenir, içilir, hesap yapılır, uyunurdu.” İşte, edebiyat ortadan çekildiğinde tam da bu olur. Sadece yenir, içilir, hesap yapılır, uyunur. Mükemmel bir düzen! Pürüzsüz, çıkıntısız ve yönetilebilen.

Oysa edebiyat, hayal etme hakkımızdır. Bizi ayıran dillere, inançlara, alışkanlıklara rağmen birleşmemizi sağlar. Birbirlerinden çok farklı insanlar arasında bir kardeşlik duygusu uyandırır. Cehaletin, ideolojilerin, dinlerin, dillerin, kadınlarla erkeklerin arasına diktiği duvarları gölgede bırakır.

Başına gelen en önemli şeyin okumayı sökmek olduğunu söyleyen Nobel Edebiyat Ödüllü Mario Vargas Llosa’dan ilhamla, demek istediğimi biraz daha açayım. “Emma Bovary arseniği içtiğinde, Anna Karenina kendini trenin önüne attığında tüm okurların bedeninde aynı ürperti dolaşır.” Büyük beyaz balina, Kaptan Ahab’ı sulara gömdüğünde Tokyo’daki ya da İstanbul’daki okurların yüreğine aynı korku düşer. Gregor Samsa huzursuz rüyalarından uyanıp yatağında kendini devasa bir böceğe dönüşmüş bulduğunda, Asya’daki ve Avrupa’daki okurun içine tıpkı onunki gibi bir yabancılaşma hissi dolar.

İnsanların birleşmesinin düzen güçlerinin sevdiği bir şey olmadığını biliyoruz. Bunu her fırsatta görüyoruz. Bir arada olmadığımızda, konuşmadığımızda, tartışmadığımızda hızla düşmanlıklar üretiyor ve sınırlar çekiyoruz. Okumadığımızda, yarınlarımızı hayal etme cesaretine sahip olamıyoruz. Bizim yerimize bunu başkalarının yapmasına izin veriyoruz. Ama edebiyat, bireyi ve toplumu tahakküm altına alma, kontrol etme planlarını altüst eder.

Edebiyat bu yüzden hep abluka altında. Bu yüzden totaliter rejimlerin, baskıcı zihinlerin yüz yıllardır kâbusudur.

   

Adıyla kitabın tutuşma sıcaklığına gönderme yapan Fahrenheit 451 (1953, Ray Bradbury) adlı kitabı hatırlayalım. Bu unutulmaz romanda sorgulamasız bir yaşam için kitaplar yakılıyordu. Orwell’in efsanevi kitabı 1984’te (1949) özgün kopyaları yakılan kitaplar ise yeniden yazılıyordu. Don Kişot (1605, Miguel de Cervantes) 1981’de yasaklandığında, generaller tarafından, bireysel özgürlüğe davetiye ve geleneksel otoriteye başkaldırı olarak nitelendirilmişti.

Sadece bu üç örnek bile baskıcı düzenlerin yöntemlerini, amaçlarını ortaya koyuyor.

Düşünce, ifade ve yayımlama özgürlüğü tüm dünyada abluka altında!

MS: Haklısın, geçmiş bize çok şey anlatıyor bu konuda. Birkaç örnek vereyim ben de…

Yıl 1774! 25 yaşındaki Goethe, Genç Werther’in Acıları’nı yazar. Mektuplarla biçimlenen roman, genç bir hukuk stajyeri olan Werther’in, nişanlı bir kadına duyduğu karşılıksız aşkın ızdırabıyla intihara sürüklenişini anlatır. 18. yüzyılın genç yaşamları boğan katı ahlak yapısına karşı feryat niteliğindeki eser, dramatik kurgusuyla duyguların özgürce dışa vurulmasının, samimiyetin, empatinin insani yanını yüceltir. Kitap yayımlandığında öyle etkili olur ki, Almanya’da intihar vakaları ciddi oranda artar. Eyvah! Bu durumda yasakçı zihniyet, edebiyat tarihinin en önemli eserlerinden biri olan bu roman için bize ne diyecek?: Yazar bu kitabı hiç yazmamalıydı ya da “böyle” yazmamalıydı!

Yıl 1891! Oscar Wilde’ın ünlü gotik romanı Dorian Gray’in Portresi yayımlanır. Bir aristokratın hedonistik felsefesine kapılan bir insanın, güzellik, tensel tatmin ve haz uğruna ruhunu satmasını anlatan roman, ahlak, vicdan, bencillik, sınıf çatışması gibi pek çok insani ve toplumsal noktada cesur bir duruş sergiler. Kitap yayımlandığında kızılca kıyamet kopar, eser, ağır eleştirilere ve tartışmalara neden olur. İnsanın itiraf etmekte zorlandığı karanlık duygularına ayna tutmayı başaran bu etkileyici kitaba yasakçı zihniyet ne der?: Kimse okumamalı, derhal yasaklanmalı!

Yıl 1963! Nâzım Hikmet, Moskova’da geçirdiği kalp krizi sonucu 61 yaşında aramızdan ayrılır. Düşünceleri, dünya görüşü dönemin siyasi kabullerine uymadığı için ülkesinde defalarca tutuklanmış, kısa ömrünün büyük bölümünü hapiste ya da sürgünde geçirmiştir. 1951’de artık dayanamaz, ülkesinden kaçar, sadece bir ay içinde vatandaşlıktan çıkarılır. Ölümünden 46 yıl sonra, Ocak 2009’da yeniden Türk vatandaşlığına geçirilir. Hasretlikte geçen yaşamında tüm dünya onu okuyordu, ama ülkesinde eserleri ancak 1968’den sonra yayımlanabildi.

Yıl 1988! Hint asıllı Salman Rüşdi’ye, Şeytan Ayetleri romanını yazdığı için radikal İslamcılar tarafından ölüm fetvası verilir. Yazarlık hayatı sayısız tehditle, suikast girişimiyle cehenneme dönen Rüşdi, 2022 yılında davet edildiği bir konferansta bıçaklı saldırıya uğrar. Aylarca acılı tedaviler gören yazar, bir gözünü kaybeder. Ama bu aldığı, görünen hasardır, asıl yitirdiklerini belki hiç bilemeyecek, tahmin bile edemeyeceğiz.

Yıl 2024! Ahmet Ümit, taaa 16 yıl önce yayımlanan Başkomser Nevzat – Tapınak Fahişeleri kitabının çizgi romanının sansürden kurtarıldığı haberini sosyal medyada bir videoyla paylaşıyor. Yazar ekranda, kitabını özgürleştiren mahkeme kararını buruk bir sevinçle anlatıyor, ben hem izliyorum hem ağlıyorum. Biraz sevinçten ama daha çok utançtan! Ülkemizde milyonlarca okura ulaşan, eserleri 35 dile çevrilen, tüm dünyanın tanıdığı yazarımızın maruz kaldığı bu yasakçı uygulamadan sanki kendim neden olmuşum gibi çok utanıyorum.

Dünyadan ve ülkemizden benzer öyküler saymakla bitmez. Edebiyat her toplumda, her dönemde türlü nedenle “abluka” altında kalmıştır. Çünkü edebiyat sözünü, çağının ilerisi, insanlığın geleceği için söyler. İşte bu nedenle, tüm dünyadan meslektaşlarımız yıllardır daha yüksek sesle haykırıyor: “Korku ve endişe ikliminin, yayınladıklarımızı değiştirmesine izin vermemeli, bunu reddetmeliyiz!” diyorlar. Çünkü düşünce, ifade ve yayımlama özgürlüğü tüm dünyada abluka altında!

Bu noktada artık okurun tarafından baksak meseleye. Okur açısından ablukada olmak ne anlama geliyor?

Okuma alanını daraltmak…

BA: Okumanın tarihiyle sansürün –ya da ablukanın– tarihini birbirinden ayıramıyoruz maalesef. Sizin de farklı yıllara, farklı dönemlere ait verdiğiniz örneklerde bunu kolaylıkla görebiliyoruz.

Ne yazık ki sansürcüler, ablukaya alanlar, baskı rejimlerinin zorbalarıyla ya da hükümetleriyle sınırlı değil. Peki, okuru ablukaya alan başka kimler var?

Gündelik hayatın içinde fark etmediğimiz şeylere dikkat çekeyim. Neyin okunup okunmayacağına karar veren fanatikler. Zevk için okumayı reddedenler. Sadece kendi doğrularının tekrar ettiğini görmek isteyenler… Bunların tümü, okurun çok yönlü gücünü kısıtlamaya çalışıyorlar.

Bir okurun en sık karşılaştığı, gündelik hayata adeta yedirilmiş, normalleştirilmiş bir abluka türüne dikkat çekmek isterim: Okuma alanını daraltmak.

Aramızda mutlaka okuduğu kitap elinden alınıp eline başka bir tanesi tutuşturulmuş kişiler vardır. Çekinceler içinde okuduğu kitabın kapağını kaplamak zorunda kalanlar da…

Hadi örnekleri biraz daha somutlaştırayım ve online bir kitap satış sitesinde satılan iki çocuk kitabının altına yazılan yorumlarla okuma alanının nasıl daraltılabileceğini özetleyeyim.

Birinci yorum şöyle: “Tavsiye edeceğim bir kitap değil. İçinde oğlunun sevgilisi olmasından dahi bahsediyor. Küçük çocuklara şimdiden bunları aşılamanın bir anlamı olduğunu düşünmüyorum. Açıkçası o sayfaları yırttım.” Okuma alanını daraltmak derken tam da bunu kastediyoruz.

Başka bir kitap için yapılan başka bir yorum: “Sıkıntılı birkaç resmi var, ama genel olarak hikâye güzel. Hassas olduğum görüntüler için iki sayfayı birbirine yapıştırdım ki görünmesinler.”

Çocuklar ve gençler maalesef en çok ablukaya alınan okurlar. Okuma alanları öylesine daraltılıyor ki… Oysa bütün okurlar farklıdır, ihtiyaç duydukları hikâyeleri bulurlar ve o hikâyelerin içine girerler. Bir okur kendi oluşturduğu kitaplıkta hiçbir otoriteye tabi olmama hakkına sahiptir.

Portakalın turuncu olduğu kesin bir bilgidir. Ama Anna Karenina, Savaş ve Barış‘tan daha iyi bir roman mıdır? Buna kim karar verebilir! Herkes kendi yanıtını verebilir.

Dikkatinizi Alberto Manguel’in altını çizdiği bir noktaya çekmek istiyorum. “Okuma bir defa öğrenildi mi unutulmaz.” Bu, bize okurun neden sürekli abluka altında olduğunu, okuma alanının niçin habire daraltılmak istendiğini anlatıyor. Bir yanda da okurun her ablukaya karşı direnebileceğini gösteriyor. Ne de olsa okumayı söktük bir kere. Kimse onu elimizden alamaz.

Bilmemek, okumamak, önerememek…

MS: Okuma alanlarının daraltılmasına hizmet eden bir başka yaklaşımı da ben eklemek isterim: Çağdaş çocuk ve gençlik edebiyatını bilmemek, okumamak, kişiye özel kitap önerememek, kısacası okul çağındaki okura nitelikli bir yelpaze sunamamak. Çok sayıda yazarı, şairi ve eserlerini örneklememek, haberdar etmemek, okuma deneyimi yaşamalarını sağlamamak, okur ablukasının en çok uygulanan, en kolay yolu belki de.

Öğretmen arkadaşlarımız, okullarda tanıtım yapan, kitaplarımızın neden bahsettiğini, hangi sınıflarda nasıl etkinlikler ya da tartışmalarla okutabileceklerini anlatan arkadaşlarımıza, “Bana temiz kitap önerin,” diyor. Temiz kitap! Bu dünyada edebiyat söz konusu olduğunda, “temizlik” kavramından söz edemeyiz. Bunlar birbirinden çok farklı şeyler.

Törenin, dinin, ahlaki kabullerin konuşulamadığı, tartışılamadığı bir toplumda edebiyata, sanata, yaratıcı emeğe saygı gösterilmesi, bu evrensel değerlerin yükselen bir ivmeyle gelişmesi, serpilmesi beklenebilir mi? Toplumun vicdanını abluka altına almak için korkuyu, zulmü, acıyı kullananların yaslandığı tabu minderleri öyle sağlam, öyle rahat ki!..

Bugün Muş’ta bir genç kızın babasına, “Ben bu ailede doğduğum için hayatımı Müslüman olarak sürdürmek zorunda mıyım?” diye sorduğunu hayal edin. Ya da Konya’da bir delikanlının anne babasının karşısına geçip dansçı olmak ya da bale yapmak istediğini itiraf etmesini… Hiç uzağa gitmeyelim, hemen yakınımızdaki Esenyurt’ta çetelerin haraca kestiği sokaklarda büyüyen bir çocuğun her gün tanık olduğu şiddete, zorbalığa isyan etmesi mümkün mü?

Çoğu bağnaz önyargılara dayalı aile kültürümüz de yetersiz temel eğitimimiz de, çocuklarımızın ve gençlerimizin yaşamını kontrol altında tutmak emelinde. Okul da aile de artık tekinsiz ortamlar neredeyse. İçi çoktan boşalmış “başarı” kavramını parayla pulla ölçmek, sadece popüler olanın peşinden gitmek, zordan kaçınmak, tembelliği, baştan savmayı savunmak artık sıradan yaklaşımlar. Hepsi birden siyasi sansürün ve onun toplumsal izdüşümü otosansürün çarklarını hızla döndürüyor; genç kuşakları ablukada tutuyor.

Yasaklar gelip geçer, edebiyat eserleri kalır.

Bizim gibi ülkelerde edebiyatın, kitapların vahasına erişebilmek, suyundan özgürce kana kana içmek gerçekten serap olarak mı kalacak? Toplumun bütün kurumlarından çekirdek aileye dek her biriminde türlü çıkarlar uğruna “cehaletin kutsanması” normal mi kalacak? Asla! İnsanlık tarihi bize tersini çok güzel gösteriyor: Yasaklar, sansürcü zihniyet gelip geçer, edebiyat eserleri kalır. Yaratı zamansızdır; takvimlere, kültürlere, dillere taşınır, sonsuzca var olur ve silinmez izler bırakır.

Bir zamanlar Nâzım Hikmet’in onca zulme karşı yazdığı şaheserlerin okunması bile yasaktı. Ama bu yasaklar bizim kuşağın onun dizelerini haykırarak yaşamasını engelleyemedi.

Artık yaratıcı üretimin tarafına geçelim. Yazar, çevirmen, illüstratör, editör, yayıncı… Yasaklar, karalamalar, suçlamalar arasında tam bir abluka altında üretmeye çalışıyorlar. Doğası gereği kırılgan olan yaratıcı emek sahiplerine bu koşullarda neler oluyor? Bu abluka onlara ve dolayısıyla aslında toplumlara ne yapıyor, biraz da bunu konuşalım…

“Fırtına geçer, sen pastayı hazırla!”

BA: Tabii bir bombardıman var ve ondan kaçarak bir şey üretmek, dünyaya bir şey sunmak inanılmaz bir emek olduğu kadar cesaret işi aynı zamanda. Hele ki bizimki gibi ülkelerde. Demin, “Yasaklar, sansürcü zihniyet gelip geçer, edebiyat eserleri kalır,” dediniz. Ben de buradaki umut penceresini genişleterek devam edeyim.

İlham verici bir çocuk hikâyesi vardır: Bir kız çocuğu ile büyükannesi yaklaşmakta olan fırtınayı fark ederler. Yaşadıkları evin kapılarına, pencerelerine tahtalar çakıp saklanmak yerine pasta yapmaya koyulurlar. Adına da “fırtına pastası” derler. Fırtınanın göbeğinde pasta yapmak kaç kişinin aklına gelir? Büyükanne, torununun tehlikenin eşiğinde yaşayacağı duygularla, korkularla nasıl mücadele edeceğini farklı bir yolla gösterir ona. Ne de olsa yaşadıkları yerde çoğunlukla alçak fırtına bulutları gezer, kuşlar yere yakın uçar, gökyüzü sıklıkla kükrer. Her seferinde yatağın altına saklanmaktansa en iyisi fırtına pastası yapmaktır.

Yaklaşmakta olan ve patlayan türlü fırtınaların ülkesinde yaşayan bizlere benzetiyorum bu büyükanne ile torunu. Bitmeyen fırtınalarımız, ablukalarımız geliyor, savuruyor, dağıtıyor, ama biz de tıpkı büyükannenin torununa göstermek istediği baş etme direnciyle kendi fırtına pastamızı yapıyoruz her seferinde. Biz derken yazarları, okurları, yayıncıları kastediyorum elbette. Okuyan herkesi.

Burada fırtınalar bitmek bilmediğinden hep yorgunuz, ama fırtına pastamızı hazırlamadıkça da umuttan bahsedemeyeceğimizi biliyoruz. Derinleşmekten vazgeçersek umudu koruyamayız. Çünkü umudu yok etmek isteyenler yalınkattır. Yüzeydedirler her daim. Onlar Sait Faik’in Lüzumsuz Adam’ıyla tanışmamışlar, Adnan Özyalçıner’in eski partal göğünün altındaki Panayır’a yollarını düşürmemişler, Sennur Sezer’in Gecekondu’sunu görmemişlerdir.

Oktay Rifat gibi Bir Kadının Penceresinden bakmamışlar, Selim İleri’yle Dostlukların Son Günü’ne şahitlik etmemişlerdir. Onlar Birhan Keskin’in peşi sıra dolaşıp Kim Bağışlayacak Beni dememişler, Ayfer Tunç Dünya Ağrısı’na meylederken onun yanında olmamışlardır.

Hele hele Zaven Biberyan’la Karıncaların Günbatımı’nda bir kez olsun buluşmamışlardır. Ne Nazlı Eray gibi Rüya Yolcusudurlar, ne Gülten Akın gibi Uzak Bir Kıyıda’dırlar. Behçet Çelik’in keşfettiği Gün Ortasında Arzu’yu bilmezler, Nahid Sırrı Örik’in Tersine Giden Yol’una girmeye cesaret edemezler, Murathan Mungan’ın Harita Metod Defteri’ne yazamazlar.

Yıllar da geçse yüzyıllar da geçse onlar yalınkattır. Yüzeyde kalacaklardır. Bu yüzden sanattan, edebiyattan şikâyetçi olurlar. Yalnızca kendi doğrularını tekrar etmek, onları görmek isterler. Yok etmekle uğraşırlar, fakat sanat ya da edebiyatın yok olmanın eşiğinde bile var olacağını fark edemezler.

Tehlikenin eşiğinde yapılan o fırtına pastasının edebiyatın, sanatın ta kendisi olabileceğini hiç akıllarına getirmezler. Hem yazar hem de okur olarak ben kendime hep şöyle diyorum: “Fırtına geçer, sen pastayı hazırla!” Çünkü fırtınaların bitmeyeceğini biliyorum. O zaman pastaların da bitmemesi gerekiyor.

Raskolnikov yüzünden Dostoyevski katil olarak yargılanır mı?

MS: Kurgu dünyası gerçekten ilginç. Hem gerçek hem gerçek değil. Metnin gerçeklik, inandırıcılık karinesini yazarın kurgu gücü belirliyor. İyi kurgulanmış, iyi yazılmış bir eserin insanı içine çekmesinin, aklına mıh gibi perçinlenmesinin nedeni aslında yazar. Okuduğunuz hikâyeye teslim olmak, sayfalarda anlatılanlara tanıklık etmek, reddetmek ya da kabullenmek, eserin öznelerinden biri haline gelebilmek; kendini pastanın kremasını hazırlarken buluvermek…

Bütün bunlar hayranlıkla merak arasında dalgalanarak usul usul gerçekleşir. Bir kurgu esere bireysel olarak yakalanırız. Her insan her kurgu esere aynı şekilde aynı nedenlerle yakalanmaz. Bu tıpkı bir sergide aynı tabloya bakan insanların zihinlerinde apayrı imgelerin doğmasına benzer. Duygusal bir ortaklıkta buluşulsa bile yorumlar farklı sözcüklerle ifade bulabilir.

Sanat ister görsel ister yazılı ister dijital olsun, sanatçının, yazarın, şairin dünyası tekil, yalnız ve kırılgandır. Hiçbir sistematik güç, bu sırça yapıya saldıramamalı, onu işgal etmeye kalkışmamalı, ona istediğini yapabileceği yanılsamasına kapılmamalıdır. Sırça çabuk kırılır, ama yapımı uzun zamanlar, sabır ve ustalık ister. Yerine konması bazen olanaksızdır.

Öğretmen arkadaşlarımızın, kitapları okurken, önerirken, üzerinde birlikte tartışıp düşünürken, veli şikâyetlerini karşılarken bunu unutmamasını, hatırlamasını diliyorum. Ablukacılara, sansürcülere hizmet etmemek için hep birlikte çabalamamız, hep birlikte dayanışmamız gerek. Niteliğin farkına varacak entelektüel donanıma erişmek kadar, yaratıcı emeğe hak ettiği saygıyı göstermek de mesleki bir sorumluluktur. Temiz kitap aramamak gibi. Eleştirebiliriz ama yasaklayamayız. Önermeyebiliriz ama yok farz edemeyiz. Çocukların, gençlerin her konuda işlerine yarayacak bu kapsayıcı yaklaşımı öğrenmesi, anlaması için tek şansları, okul yıllarında bunu başarıyla örnekleyen öğretmenlerinin olabilmesidir belki de.

Çok sevgili bir yazar dostumuz geçenlerde duruşma salonunda romanını savunurken şöyle dedi: “Roman bir kurgudur… Karakterler ve onların sözleri üzerinden sanatçıyı yargılamak sanata hakarettir. Bir roman kahramanının söylediklerinden, yaptıklarından dolayı yazarını yargılarsak, o zaman Raskolnikov’dan dolayı Dostoyevski’yi de katil olarak yargılamamız lazım.”