Beğen beğen dünyasında edebiyat

Ödüllü öykücü, televizyoncu Yekta Kopan ile kültür sanat gazeteciliğinin üretken isimlerinden, yazar Sibel Oral, yeni iletişim evreninde edebiyatın okurla buluşmasında etkili yeni yolları ve değişen dinamikleri tartışıyor.

Sibel Oral: “Beğen Beğen Dünyasında Edebiyat” nelere işaret ediyor? İletişim araçlarında gelenekselden dijitale geçerken, edebiyat okurluğumuzda, yazarlıkta ve mesleki uğraşlarımızda neler değişti? Her şey dönüşürken, edebiyatçı neyi nasıl izledi? Edebiyatçının sosyal medyadaki duruşu ve tavrı nasıl olmalı? Sosyal medyada, yazarın duruşu, kimliği nasıl bir değişim yaşadı?

Yekta Kopan: Teknolojinin yayıncılıkla ve edebiyatla buluştuğu noktadan söz edeceksek, 90’lı yıllara bakmalıyız. 1997-98 yıllarında içine girdiğim dijital yayıncılık, internetüstü yayıncılık gibi farklı şekillerde tanımlayabileceğimiz dünyayı düşününce aklıma ilk şu soru geliyor: Daktilo, insan hayatına girdiğinde paneller düzenleniyor muydu? Artık kimsenin kalem kullanmayacak olması, herkesin yazar olabileceği gibi konular üzerine söyleşiler oluyor muydu? Biraz daha geriye gidelim, dolmakalem çıktığında da böyle tartışmalar oluyor muydu? Çünkü o da teknolojik bir gelişmeydi.

Zihnimizin uzantısı olarak kitap!

Demek ki, buradaki temel sorunumuz teknoloji değil, bilgisayarın hayatımıza girmiş olması. 90’ların ortasında, bu işlerle hemhal olmaya başladığımda şunu çok iyi anlamıştım: “Bilgisayar olmasaydı Marquez ne yazardı?” sorusunun sürekli tartışılması, bizi dünya edebiyatında hiçbir yere götürmeyecek. Sanıyorum ki, öncelikle geleneksel ve dijital olarak ayırdığımız bu iki alanı iyi anlamak gerekiyor. Birbirini yemek üzere arenaya çıkmış gladyatörler mi, yoksa bir arada yürümeye kararlı iki dost mu?

Sayısal kitapçılık, dijital yayıncılık, internetüstü yayıncılık, dijital yayınevi gibi kavramlar da henüz net tanımlanabilmiş değil. Kullandığımız kavramlar bile muğlak. 2000 yılında Altkitap.com’u kurduğumuzda, o zamanın gazetecileri ve yayıncıları şunu sormuşlardı: Kitap ölüyor mu artık? 17 yıl geçti, hâlâ aynı sorular soruluyor. Ölmüyor, yok öyle bir şey. Yerine başka bir şey koyamadığımız bir buluştur kitap, tekerlek gibi. İnsan, fiziksel olarak kendi uzantısı haline getirebildiği tasarımların sürekliliğine inanır. Kitap, insan elinin, bedeninin ve zihninin uzantısı olan tek buluştur.

Basılı kitap ölür mü?

Biz yok olacağız elbette, ama kitaplar, birileri yok etmediği sürece yok olmayacak. Tanımlar konusundaki tedirginliğimizi aşmamız gerek. Örneğin, bugün geleneksel dediğimiz yayıncılık da artık dijitalle çalışıyor. Fiziksel olarak varlığını sürdüren matbaaların birçoğu dijital çalışıyor. E-kitap meselesi de bu karışıklıktan nasibini aldı. Elektronik kitaplar, Kindle ve Kobo gibi e-kitap okuyucu cihazlar çıkınca ne oldu? Fiziksel anlamda kitabı mat mı etti?

SO: Benim de bir e-kitap okuyucum var, ama ben onu çok uzun zamandır görmüyorum bile. Evde bir yerlerde. Benim işim, kitap okumak. Her yerde, her zaman kitap okuyorum. Bazen bilgisayardan PDF formatında da kitap okuyorum. Ancak evdeki Kindle nerede, bilmiyorum, kullanmıyorum. Oysa, yaklaşık yedi sekiz yıl önce, kültür sanat gazeteciliğinde arada sırada alevlenen bir konuydu bu. Artık her şeyi tabletlerden okuyacağız ve evet, kitap ölüyor mu?

Aktif gazetecilik yaptığım bir dönemdi ve gündemimiz sürekli buydu. Bugün dijitalde pek çok yenilikten, gelişmeden söz edebiliriz, ancak basılı kitap ölmüyor. Fakat yaralanan şeyler var. Sosyal medya sayesinde yaralanan bir dil, eleştiri, edebiyat algısı ve duruşu var. Can çekişen yazarlık, okurluk ve yazarla okuru buluşturan mecralar. İnternet dergileri ve siteleri, basılı dergiler, kitap ekleri…

Kitaplarımıza dokunmasınlar!

YK: Biz yetişkinlerin, bu gibi yeni kullanımlar karşısında, ölüyor ya da yaralanıyor, dememizin bir nedeni de insan yaşamının yetişemeyeceği bir hıza tanık olmamız, geç kalışımız.

Çıkan her yeniliğe ayak uydurmaya, yetişmeye çalışıyoruz. Gençler bu gibi tartışmaları yapmıyorlar, çünkü onlar zaten içine doğdukları teknoloji çağında yaşıyorlar. Bu gerçekle yüzleşmemiz, kötülemekten kaçınmamız gerek. Dil yaşayan bir organizmaysa, virüs kapacak, can çekişecek, buna izin vermemiz lazım. Bu onların yaşayacağı ve yaşatacağı bir organizma çünkü.

Öte yandan, ne olduğu belirsiz sosyal medya dünyası ve orada türeyen yeni aktörler, ürettiğimiz şeye zarar vermemeli. Çünkü biz olağanüstü bir şey yapıyoruz. Yaptığımız işe yaklaşmasınlar ya da karışmasınlar demiyorum. Bu ilişkinin nasıl kurulacağının dinamiklerini aramamız lazım. Kitabın profesyonelleri olarak, oradan ne alacağız, oraya ne vereceğiz, bu ilişkiyi nasıl kullanacağız, nasıl bir geçişkenlik kuracağız gibi soruların yanıtlarını aramamız gerekiyor.

SO: Beni Beklerken adlı gençlik romanım –aynı zamanda ilk kitabım– yıllar sonra ON8 etiketiyle yeniden yayımlandığında, hakkında birçok blogger tarafından abartılı yorumlar yazıldığını gördüm. İlk düşündüğüm, kitabı gerçekte nasıl okuduklarıydı. Çünkü o yazılanlar, kitap kapağının altına eklenmiş rastgele birkaç söz değildi. Kıymet verip, emek verip uzun uzun yazılmış yazılardı.

Yazar ile yayınevi, yayınevi ile mecra ya da gazeteci arasında ilişki de, beklenti de vardır, bu da olağandır. Ancak yazarla blogger arasındaki çok başka, çok kıymetli. O kitabı okumaları, bir hobi ya da uğraş olarak, fikirlerini, yorumlarını, bazen sorularını ve eleştirilerini hiçbir beklenti içine girmeden yazmaları bana çok kıymetli geliyor. Bu, edebiyatı ne kadar, yazarı ne kadar etkiliyor?

Facebook, Instagram, Snapchat, hipermetin…

YK: Arka planda bakmamız gereken şey teknoloji. Teknoloji dediğimiz şey bilgisayar değil; internet erişimi. İnternet erişimi de değil aslında. Edebiyatın bu konuyla ilgilenmesi, hipermetnin ortaya çıkmasıyla, hipermetnin edebiyata yeni anlatı ve buluşma noktaları yaratabileceği düşüncesiyle başladı.

Bu düşünce ortaya çıktığında, Amerika’da bir üniversite yıllığının bir buluşma ortamı yaratabileceği fikri yoktu. Facebook gibi, hepimizin nüfus kâğıdındaki bilgileri barındıran, her türlü okuma ve tüketim alışkanlığımızı saniye saniye ölçebilen bir site yoktu. Birimiz birimize söylese, çok da ciddiye almazdık. Twitter yoktu. 140 karakterle bütün dünyayla iletişim kurabileceğimiz düşüncesi hayatımıza gireli 10 yıl olmadı daha. Instagram ve Snapchat gibi fotoğraf ve hareketli hikâye paylaşımları yapan mecralar da yoktu.

Bu oluşumlar, blogger gibi birtakım bireylerin kendi kendilerine karar vererek, var olabilecekleri bir sistemi geliştirdi. Bloglarında yazılar yazdılar, birbirlerine ulaştırdılar, birkaç cümlelik tweet’lerle ya da hiçbir şey yazmadan, sadece fotoğrafını çekerek kitapları tanıtmaya başladılar. Ve zamanla, tüm bunlar çok değerli olmaya başladı. Bugün Youtube’da, 10-14 yaş aralığındaki çocukların bile, milyonlarca insanın izlediği unpacking (paket açma) videoları var. Sipariş ettiği kitabın paketini açmak, eline aldığı kitabın kapağını göstermek bile heyecanlandırıyor bu çocukları.

Geçişken ve dengeli kılmak…

Asıl tartışılması gereken nokta, yayıncıların bu çocuklara ve gençlere para veriyor olması. Birtakım Instagram profili sahibi insanlar, yayınevleri tarafından korunuyor, ekonomik olarak besleniyorlar. Bunu nereye koyacağız? Onları yermekten ya da suçlamaktan ziyade, yayıncılar olarak, bu sistemi nasıl daha geçişken, daha güzel ve ilerletilebilir hal getireceğimizi düşünmeliyiz.

SO: Yayıncı ve blogger arasındaki bu alışverişin bir başka senaryosu, yayıncı ile edebiyat dergilerine, kitap eklerine yazı yazan insanlar arasında. Bu yayınlarda kitapları hakkında yazı yazılsın diye, eli kalem tutan birilerine para ödeyen yayıncılar da var.

YK: Bu işin çözümü, içeriğin her aktörü arasında sağlıklı bir denge kurmakta. İşin doğru akmasını sağlamakta. En başta sözünü ettiğimiz, yazarın kendini bu evrende konumlandırışı meselesinin çözümü de bu dengeyi kurmakta saklı. Yazar da kitabıyla, ortaya çıkardığı ürünle ilgili sözünü duyurabileceği bir deniz bulamıyor artık. Çizdiğimiz bu sosyal medya evreni, ona bu imkânı sağlıyor, ama bazıları bu anlamda “fazla” da olabiliyor.

Yazarın sosyal medyadaki duruşu

Öte yandan, edebiyat bir engelleme alanı değil. Edebiyat, sanat ve yayıncılık gibi entelektüel alanlar, mutlak birlik alanları değil ki. Herkesin parmak izi farklı. Okurun yazarı tanımasının gerekliliğine çok inanmam, ama isteyen okur da, sosyal medya sayesinde, okuduğu kitabın yazarının aslında kim olduğunu öğrenebilir. Peki, yazarın sosyal medyadaki varlığını sen nasıl buluyorsun?

SO: Son yıllarda Türkiye’de siyasi ve toplumsal anlamda neler olduğunu, nasıl bir baskı ve korku ortamında yaşadığımızı hepimiz biliyoruz. Katliamlar, facialar, patlamalar… Bu kötü günlerden birinde, Twitter ekranımdaki akışı takip ederken, bir yayınevinin kitapları için yaptığı bir indirim paylaşımını görmüş, öfkelenmiştim. Böyle şeyler gözden kaçmamalı.

Yazar için de geçerli bu. Sadece sosyal medyada değil, hayatta da bir duruşu vardır yazarın. Ancak sosyal medya o kadar hayatımızın merkezinde ki, yazarın hayattaki duruşunu orada da görebiliyoruz. Sürekli kendinden ve kitabından bahseden, hakkında yazılmış yazıları ya da alıntıları yeniden yeniden paylaşan, bunları sürekli okurunun önüne getiren yazarlar da var.

Okurla metninin arasına giren yazar

Bunlar olabilir, ancak ben ülkenin geçtiği bu zor zamanlarda, özellikle edebiyatçılara, ne paylaşıyorlar, ne yazıyorlar diye daha dikkatli bakıyorum. Çünkü, sadece yazdıkları romanlar ya da öyküler beni ilgilendirmiyor; hayatımızın bu kadar merkezinde olan sosyal medyada ne söyledikleri de önemli benim için.

Bazen kendimle ilgili bir şey yazmak istediğimde bile uzun uzun düşünüyorum, kuracağım cümleye dikkat ediyorum. Bunun mutlaka yapılması gerekiyor, çünkü çok çıplağız artık. Her yeni sosyal medya mecrasında başka bir yanımızı gösteriyoruz. Ve gün geçtikçe yazar da, isteyerek ya da istemeyerek, okurla metninin arasına giriyor.

YK: Sosyal medyada yazarın kendini ve eserlerini tanıtması için önemli bir alan açılıyor. Ancak bunu yaparken, düşüncelerini ve hayatta durduğu yeri, kimliğini yok ederek bir personaya dönüşme tehlikesi de var.

Okur okuyacağı kitabı her zaman bulur!

Yayıncı için de, birtakım mecralarla sınırlı kalmadan, kitabının ve projelerinin tanıtımını yapabileceği işlevsel, hızlı ve özgür bir alan. Örneğin, İstanbul’da bienal düzenleniyor ve yayınevi, bienalin temasına uygun eski ve yeni tüm kitaplarını bienal sürecinde yeniden tanıtabilir. Hem de hiçbir mecraya ücretli reklam verme olanağı yokken. Ancak kurum, bu paylaşımlarda iyi bir dil kuramadıysa, o kargaşanın içinde kaybolma ihtimali de var. Çünkü edebiyat, demlenmeyle olgunlaşır. Sosyal medya dünyası demlenme zamanı diye bir şeyden uzak olduğu için, bir bakıma poşet çay, lezzetsiz çay içiyoruz.

SO: Sosyal medyanın olumlu ve olumsuz taraflarını yorumladık. Geriye dönüp baktığımda, olumlu görüşüm daha ağır basıyor. Çünkü paylaşılan içeriğin ya da yorumların niteliği ne olursa olsun, güvendiğim tek bir şey var, o da okur. Okura her zaman çok güveniyorum. Okur o kitabı bulur.

YK: Hem dijital yayıncılıkta, hem de sosyal medya ve edebiyatta, nerede ne yazıldığına ve ne okunduğuna bakmıyorum. Ben istediğim yerde okurum ve yazarım. Önemli olan bir şey varsa, o da yazdığımız ve okuduğumuz şeyin neye dönüştüğü… Nereye bakarsak, nerede üretirsek üretelim, edebiyatın entelektüel katkısına yoğunlaşmalıyız.

Asıl arzumuz edebiyat

Garip ama gerçek; yayınevleri tarafından, takipçi sayısı çok olduğu için kitap yazdırılan isimler var. Tarih boyunca farklı formlarda izlenilen bir yöntem bu. Kötü mü? Değil. Çünkü senin dediğin gibi, okur bunu anlıyor ve bilinçli bir tercih yapıyor.

Her iki tartışmada da 19. yüzyıl romantizminden uzak durmalıyız. Dijital, kitabı öldürecek mi dendiğinde, aklıma Notre Dame’ın Kamburu’ndan bir sahne gelir. Papaz Frollo bir eliyle Esmeralda’yı, diğer eliyle de kiliseyi gösterir. Onun asıl arzusu ve tutkusu Esmeralda’dır, güzelliktir, cinselliktir. Der ki, “Bu, bunu öldürecek!” O muhafaza etmek istediği sistemi öldürecek olan şey, arzusudur.

Bizler, asıl arzumuz olan edebiyatın hiçbir şeyi öldürmeyeceğini bildiğimiz için cesur adımlar atabiliriz.