Bir havuz problemi olarak “edebiyat”
Çocuk edebiyatının eğitim ve öğretimle buluşmasına ilişkin pek çok çalışmanın içinde yer alan Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Nermin Yazıcı, 7. Eğitimde Edebiyat Semineri’ndeki “Edebiyat Eğitimde Ne İşe Yarar ? ” başlıklı konuşmasında, bir okur olarak öğretmenin edebiyatla alışverişine; derste, sınavda edebiyat işlerken yaratıcı düşünmeye ve okuma eylemi üzerine yeni sorulara, yaklaşımlara yer verdi.
İzlediğimiz video bir anlatıdır. Videodaki dilencinin yazısında başlangıçta, “Ben körüm, lütfen yardım edin,” yazıyor. Fazla yardım eden olmadığını fark eden bir kadın yazıyı, “Ne güzel bir gün, ama ben göremiyorum,” biçiminde değiştiriyor ve yardımlar yağmaya başlıyor. Başka bir deyişle, kadın dilenci adına yeni bir dil kuruyor. Yeni bir dil kurmak ne demek ? Yeni bir dil kurmak; kendinizi, kendi var oluşunuzu yeniden düzenlemektir. Kendi var oluşumuzu düzenlediğimiz zaman, ötekinin, başkasının, diğerinin de var oluşunu tanımlamış oluruz. Videoda şöyle bir anlatı kuruluyor: Kör dilenci yine aynı, hâlâ o kör dilenci. Ama kendi var oluşunu yeniden tanımlayarak bir şeyi değiştirdi.
Dolayısıyla, yeni bir dil kurmak demek; yeni bir varlık oluşturmak, dünyayı yeniden tanımlamak da demektir. Dilenciyle karşısındaki arasında sıradan ve alışılagelmiş ilişki bir anda tersyüz oluveriyor.
Önemli bir kuramcı, dili dünyadaki şeyler arasında olmanın bir yolu olarak tanımlar. Bu tanımı kendi hayatlarımızda da görebiliriz. Çoğu insan bu tip karşılaşmaları yaşamıştır. Bu örnekte görüldüğü gibi, dilenci, insanları sitem ederek değil, aynı güneşin altında durmanın yakınlığını hissettirerek kendine çekiyor. Bu bir sadaka alışverişinden çıkıp, dilencinin hayatına samimi bir katkıya dönüşüyor. Bu ilişkiyi dönüştüren şey, sözcükler, dünyayı kurma biçimleri ve onun içinde bireyin kendini tarif edişidir. Özetle, bu örnek bizi öğrenilmiş şeylere razı olmak ya da onlara direnmek konusunda düşündürüyor.
Eğitim, duyguları görme ve incelmedir.
Öğrencilerime “ekmeğin nasıl yendiği” sorusunu yönelttiğimde, ekmeği nereden, nasıl ve ne bedel karşılığında alabileceklerine yönelik cevaplar duyuyorum. Bunları sorgulamaya başladıklarında da, dünyayı kavramlar ve sözcükler üzerinden öğrenmeye başlıyorlar. Ahlak ve kültür kavramları, dilin açtığı yarıktan içimize akmaya ve oluşmaya başlıyor. Zaten içimizde öncelikle kültürün ve toplumun sesleri oluşmaya başlar. Bu noktada, eğitimin tam olarak ne olduğuna bakmak gerekir. Var oluşumuzdan itibaren, pek çok ortamda eğitimin içindeyiz. Burada konuştuğumuz eğitim, daha resmi ortamlardaki eğitimle ilgili, ama ben bu resmi tanımı yapmayacağım. Eğitim, bir bireye erişebileceği kategorilerde incelik kazandırma sanatıdır. Örneğin, bir çocuk renkleri ayırt edemediğinde, ona maviyle yeşilin aynı olmadığını öğretiriz. Farkındalıktan öte, fark ettiği şeye tepki verme duyarlılığını kazandırmalıyız. Bundan dolayı, eğitimi tanımlarken akla gelenler, ihtimam, özen, yoğunlaşma, sakinleşme, duygularını görme ve incelmedir. Edebiyatın tanımı da çok farklı değildir; edebiyatın edebinden bakarsanız, onda da görgü, ahlak, incelik, ölçülülük ve yol yordam öğrenme vardır. Bu bağlamda edebiyat, insan eğitimi için bilinen en etkili ve en verimli yollardan biridir.
Edebiyatı niye sevemedik ?
Genelde edebiyatla ilişki, okuma meselesi üzerinden kurulur. Televizyon, internet ve bunun gibi gerekçelerle öğrencilerin okumaması ya da başka okumalara yönelmesi tartışmalı bir konudur. Okuma edimine eylem olarak yaklaşmalıyız. Kendi okumalarımızı nasıl yaptığımıza, bedenimizin nasıl durduğuna dönüp bakmamız gerekir. Beni edebiyat konusunda en ağır yaralayan ve canımı en çok acıtan şey, öğrencilerimden duyduğum bir soru cümlesi oldu: “Hocam biz edebiyatı niye sevemedik, niye okur olamadık?” Edebiyat, hayatın o kadar dışında bir şeymiş gibi anlatıldı ki çocuklara…
Doğrusu, nasıl kitap okuduğumuz da, kitap okurken bedenimizin hareketleri de önemlidir. Örneğin, Türk edebiyatının en önemli yazarlarından Hasan Ali Toptaş, bir söyleşide, hep yüzükoyun yatarak kitap okumasının ve yazmasının nedenini sorduklarında, “Çünkü, ortaokul sonuna kadar evimizde hiç masa olmadı,” cevabını verir.
Edebiyat her derde devadır.
Terry Eagleton’ın şu sözleri, yaşadığımız şoku, edebiyatın büyüsünü ve var oluşumuzu güzel bir biçimde açıklar: “Edebiyat, bizi sınırlı varlığımızın ve duyularımızın ötesine taşıyan bir ruhsal protez gibidir; ona tutunmamızı ve bu sayede sınırlarımızın ötesine erişmemizi sağlar.” Bu, insan olmanın doğasıyla örtüşen bir durumdur. Bizler anlam üreten varlıklarız; verili koşulların dışındaki hayata uzanmak, dünyadaki varlığımızın nedenini bilmek, ne işe yaradığımızı anlamak ve öğrenmek isteriz.
Sosyoloji ve psikoloji gibi dallar insana bakar. Öte yandan, edebiyat doğrudan hiçbir bilimin konusu değildir; ancak, insanı en bütün biçimde, tamamıyla inceler, bize var oluşun gramerini anlatır. Her yazarın kendine özgü algıladığı dilin ileri ve özel bir kullanımı vardır. Bu kullanım bizi gündelik dilden çıkarır ve işte bu nedenle, bir edebiyat metnini tam olarak anlayabilmek için özel bir eğitim almamız gerekir. Edebiyat öğretmeni olarak yaptığımız iş, tam da budur. Bir matematik sorusuyla bu durumu ele alabiliriz: Bir musluk, boş bir havuzu bir saatte dolduruyor. Tabanındaki musluk ise havuzu iki saatte boşaltıyor. Buna göre, iki musluk da açıldığında ne olur ? Bir matematik sorusu seçmemin nedeni, “Edebiyat her derde devadır,” demeye getirmek istememdir. Ben ortaokul birinci sınıftayken, hocamız bize Gauss formülünü öğretmişti. Formülü öğretmeden önce, bize anlattığı Gauss formülünün bulunuş hikâyesini asla unutmadım. Bu matematik sorusunun metnine girdiğimizde, cevabı şu şekilde bulabiliriz. Şair burada, “Sensiz adeta boş bir havuzum,” diyerek sevgilisine sesleniyor, sevgilisini gül yüzlü bir musluğa benzetiyor. İkinci musluk ise kaderi temsil ediyor. Şair, “Herkes matematikten anlamak zorunda değil,” demeye getiriyor. Bana göre, bu çok güzel bir cevap. Bu cevaba hem eğitim sistemimizin, hem de bizim dönüp dönüp bakmamız gerekir.
Soru sormak cevaptan daha önemlidir.
Öğrenciye sorulmaması gereken sorulardan biri de, “Bu metinde ne anlatılıyor, açıkla,” sorusudur. Böyle bir soru öğrenciyi ilerletemez ve hiçbir yere götürmez. Edebiyat ve Türkçe derslerimde, öğrencilerimin ders sırasında hiç soru sormadıklarını fark ettim. Onların istedikleri, benim gelip konuyu anlatıp gitmem. Oysa, edebiyat eğitiminde kullandığımız iki temel yöntemimiz vardır.
Birincisi, soru sormak; ikincisi de, karşılaştırma yapmaktır. Bu yöntemler hem hocayı rahatlatır, hem öğrenciyle etkileşimi artırır, hem de öğrencinin dikkatini sabit tutar.
Soru sormak cevaptan çok daha önemlidir.
Soru sormak öğrenciye bir tutum kazandırır. Öğretmenler, başaramayacaklarını hissettiklerinde hiçbir şey sormamalı, sadece okumalı ve sınıfı terk etmelidir. Eğer hiçbir şey yapamıyorsanız, sadece güzel bir öykü okuyarak, hatta üzerine konuşmayarak bile öğrenciye çok şey anlatırsınız ve öğrenci o şeyi sezer. Soru, zihni dölleyen, zihne ürettiren bir şeydir. Öğrenci önümüze bir şey getirdiğinde, soru sormak kadar onlara verdiğimiz yanıtların önemi de ortaya çıkıyor. Öğrenciye yaptığımız geri dönüşlerin, yaratıcı ve yapıcı olmasına dikkat etmemiz gerekiyor.