Felsefe, şaşırma, merak etme ve hayranlık duyma halidir.
Çocukların da, yetişkinlerin de baştacı ettiği “Çıtır Çıtır Felsefe” dizisinin Türkçe’ye çevrilen 25. kitabı onuruna 7. Eğitimde Edebiyat Semineri’nde eğitimcilerle buluşan Brigitte Labbé, çocuklar ve felsefe arasındaki yolculuğuna ilişkin deneyimlerini paylaştı. Birçok okulun en çok önerdiği kitaplar arasında yer alan dizinin bilinmeyen yönlerini aktardı.
Hepimiz çocuklarla iletişim halindeyiz. Diğer deyişle, inşa edilmekte olan bir dünyayla iletişim halindeyiz. Yani umutla iç içeyiz ve devasa bir sorumluluğun altındayız. Demokrasiyi yaşatmanın en önemli koşulu, vatandaşların uyanık olması, uyumamasıdır! Her an dikkat halinde olmaz ve uyanmazsak, demokrasi mümkün olmayacaktır. Uyuduğumuz her an, tehlikedeyiz. Örneğin, Fransa şu anda uyuma aşamasında ve tehlikede.
Uyanmış vatandaşlara dönüşmelerini istiyorsak, çocuklara gerekli araç gereci vermek zorundayız. Bu amaçla kendi küçük ölçeğimde, belirli bir yöntemi olan bazı uygulamalarım var. Ama, o küçüklüğe ters orantılı bir şekilde güçlü bir inançla uyguladığım şeyin adı, mikroeylem. Mikro ölçüdeki eylemler. Bugün dünyanın tarihine baktığımızda, büyük değişimlerin, hiçbir zaman tepeden inmediğini görüyoruz. Siyasi, kültürel, toplumsal veya ekonomik olarak, bütün büyük değişimler, kişilerden ya da kişilerin oluşturduğu örgütlerden, gruplardan gelir. Büyük büyük kurumlar yapmaz bunları.
Kant’ı çocuklara anlatabilir miyiz?
Ben bu kitapları otuz yedi yaşında yazmaya başladım. Daha önce bir iş ve ofis yaşamım vardı. İnternet satışı ve ticareti işinde ortağımla birlikte çalışıyordum. Bir gün, bir anda, beynimden vurulmuşa döndüm. Çünkü fark ettiğim şey, yaptığım işin artık bana bir anlam ifade etmediğiydi. Sorbonne’da katıldığım felsefe derslerinde, sanırım hayatımda ilk defa düşünmüştüm, düşünebilmiştim. Dini yapılardan özür dileyerek söyleyebilirim ki, hem annemi ve babamı, hem de yakın çevremi, çevremdeki değerlerini, otuz beşime kadar hiç düşünmedim. Programlanmış bir yaşam sürdüm, hep böyle hissettim. Felsefe dersleriyle başlayan şey, aslında düşüncenin verdiği bir hayran olma haliydi. O duygu benim için o kadar olumluydu ki, çocuklara aktarmak istediğim şey tam da bu hayran oluştu. Sonra Sorbonne’da bir profesörle konuştum ve dedim ki: “Sizce Immanuel Kant’ı çocuklara anlatabilir miyiz?” Durdu, düşündü ve, “Tamam, deneyelim,” dedi.
Felsefe bir dilim pasta ve bir bardak portakal suyudur.
Paris’te kafe sahibi olan bir arkadaşım kitaplara bayılmıştı. “Çarşamba öğleden sonraları gel, çocuklarla şu kitaplar üzerine felsefe sohbetleri yap,” diye önerdi bana. Kabul ettim, o da çevrede tanıdığı kasaba, manava ve dükkânlara afişler astı. Kafenin asmakatına yastıklar koyduk. Çocuklardan, yanlarında atıştırmalık bir şeyler getirmelerini istedim. Çünkü dizinin adı, Türkçe’de “Çıtır Çıtır Felsefe”, Fransa’da “Tadımlık Felsefe.” Tadımlık, çıtırdatacak bir şeyler olmalıydı. Felsefede, yemek yemek çok önemlidir. Eski Yunan’da, filozoflar bunu içki içerek yaparlardı, ama ben çocuklarla yaptığım için, biz yemek yemek zorundayız. Felsefe, sadece büyük büyük düşüncelerin o büyüklüklerle aktarılması değil, bazen de bir dilim pasta ve bir bardak portakal suyudur.
Çocukları sınıftan çıkarmaya çalışıyorum. Çünkü çocuklarla o felsefi tartışmayı yapacak olan yetişkin de “bilen yetişkin” statüsünden sıyrılmak zorunda. Yere bağdaş kurarak oturuyoruz. Çünkü yere oturmak, çömelmek ya da bağdaş kurmak, onların boylarını fazla geçmeden var olmamın, bulabildiğim tek çözümüydü. Ayrıca, çember halinde oturuyoruz, çünkü, hepimiz birbirimizden ve orta noktadan aynı oranda uzak oluyoruz. Bu orta noktanın adı zaten sorudur. O soruyu hep birlikte düşünürken, ona eşit mesafedeyiz. Aynı zamanda yere oturmak da, beden özgürlüğü demektir.
Bedenle ruhu ayrı düşündüğümüzde, beden özgürlüğü, düşünce özgürlüğüyle aynı yere çıkabilir. Çocuklara o hareketi yapma özgürlüğünü vermek gerekir. Büyük düşünürler de yürüyerek, ayaklarına o yürüyüşün verdiği masajı yaparak fikirler üretiyorlar, bedensel özgürlüklerini kullanıyorlardı. Çocuğu sandalyeye oturtarak ondan felsefe yapmasını bekleyemeyiz. Ayrıca, hepimiz bir tadımlık paylaşıyoruz. Bir anlamda, özgür ve bir aradayız; sözcüklerimiz de aramızda aynı o tadımlıklar gibi özgürce dolaşıyor.
Orada ebeveynlerin olmaması çok önemli; ama onların salondan çıkmasını istemek de bir o kadar zor. Çünkü yetişkinler için, çocuklara, onların bulunmadıkları bir özgürlük alanı bırakmak, çok radikal bir fikirdir.
Kendini inşa edebilecek bireyler yaratmak…
Kafamda bir hedefle gittiğim zaman başarısız oldum. Örneğin, bu öğretmenler için çok önemli ve gerekli. Kafamızda bir hedef varsa, belli cevaplar bekliyoruz demektir. Siz bir hedefle gittiğiniz zaman, çocuk bunu kolaylıkla anlıyor ve size, sizin ondan beklediğiniz cevabı vermeye çalışıyor. Zaten, okulun kendinde çözemediği dram da budur. Çünkü çocuklar okula giderler ve yetişkinlere, zaten yetişkinlerin çoktan sahip olduğu cevapları verirler.
Amaç felsefeyi öğretmek değil, felsefe yapmak ve birlikte tartışmaktır. Fransa’da, felsefeyi isimlerden arındırarak çocuklara sunduğum için felsefe bölümleri beni çok kınadı. Çünkü, onlara çocukların Kant, Sartre ve Wittgenstein gibi isimleri bilmeye ihtiyaçları olmadığını söyledim; çünkü umurlarında değil. Bu isimleri bilmek ve, “Benim çocuğum, geçen gün Wittgenstein’dan söz ediyordu,” demek sadece yetişkinlere zevk veriyor. Amaç, Kant’ın adını söyleyebilen yetişkinler değil, eleştirel aklı kendine kurabilmiş ve kendini inşa edebilecek bireyler yaratmaktır.
Çocuklara Hitler’i sormak!
Çocukların düşünce ve duygularını ortaya çıkarıp, konuşmaya dökmek çok önemli. Çünkü genel olarak, eğitimde yazıya verilen öncelik ve retoriğe, konuşmaya, söze verilmeyen o yer, beni her zaman fena halde çarpmıştır. Çocuklara, “Biliyor musunuz, Hitler Almanya’da nasıl iktidara yükseldi?” sorusunu sorduğumda, “Tanklarla, bombalarla, orduyla, tüfeklerle,” gibi yanıtlar aldım. Oysa asıl cevap, sözcükler ve söylemler olacaktı.
Bir dili, konuşmayı oturtmazsak, sadece manipülasyonların hedefi ve avı olmakla kalmayız; kendimize hayatta hiç yer açamayız. Ne zaman ki, Hitler gibi bir adamın iktidara sözcüklerle, sözle, söylemle nasıl yükseldiğini anladılar, o zaman onun adı bir uyanışı simgeledi onlar için.
Bulaşığı kim yıkacayacak?
Fransa’da çok yakın bir zamanda bir yasa çıktı; herkes için eşit evlilik. Bugün Fransa’da iki adam ya da iki kadın yasalar önünde evlenebilirler. Fransa’ nın bir kasabasında, on yaşındaki bir çocukla Oğlanlar ve Kızlar konuşmasını yaptığımızda, çocuk yasaya ya da başka hiçbir ayrıntıya takılmadı; ama, sorduğu tek soru, “E bir dakika, evde iki baba varsa bulaşığı kim yıkayacak?” oldu. Yıl 2014 ve Fransa’dayız. Çocuk için buradaki sorun, iki erkeğin evli olması değil, bulaşığın kimin tarafından yıkanacağıdır.
Yasalar neyi söyler?
İnsanın özünde olan şey, iyi ve doğru üzerine düşünebilmektir. Eğer çocukları iyi ve kötü kavramlarının dışarıdan dikte edilmesine alıştırırsak, onları oldukça tehlikeli bir duruma sürükleriz. Öncelikle, düşünmelerini engelleriz. “Git, yan komşuyu öldür. Çünkü o kızıl saçlı,” cümlesini doğru olarak sunduğunuzda, çocuk da gider öldürür. Çünkü ona iyinin, kötünün ne olduğu dikte edilmiştir.
Küçük yaştan itibaren sorgulama başlamazsa, onunla birlikte düşünceye eşlik etmezsek, iyilikle kötülükte olduğu gibi, tamamen dışarıdan manipülasyona açık bireyleri kendi ellerimizle yaratırız. Bu bir siyasi lider, bir patron ya da dini lider olabilir. “Sen ne düşünüyorsun, neden böyle düşünüyorsun?” demeden, “Bu iyi, bu kötü,” diye dikte ettiğimizde, onları yavaş yavaş insan olmaktan çıkarıp nesneleştiririz.
Çocuklar özellikle yasalar hakkında çok kafa karışıklığı yaşıyorlar. Çocuklar sanıyorlar ki, neyin iyi, neyin kötü olduğunu yasalar söyler. Oysa, yasanın söylediği tek şey, neye izin verildiği ve neyin yasak olduğudur. Bu ayrımı çocukların yapabiliyor olması özellikle ahlaki konularda çok önemlidir. Kürtajın yasaklandığı ülkelere baktığımızda, “Kürtaj kötü bir şey,” dememek gerekir. Yalnızca, “Yasa bunu yasaklıyor,” demek yeterli olacaktır. Ahlaki sorgulamaları çocuğa çok küçük yaştan, tohum eker gibi vermek iyi olacaktır.
Aydınlanmış bir seçim
Kitap harika bir aracıdır. Birlikte her konuyu konuşabilmek için birleştiricidir. Çünkü kitap, kişinin kendiyle konu arasına bir mesafe koymasını sağlar. Biraz olsun, şefkat duygusundaki o baskın duygulardan arınıp konuya odaklanmasına yardımcı olur.
Çocuklar, karmaşayla ve kafa karışıklığıyla rahatlıyorlar. Çok iyi düzenlenmiş, sıralı bir dünyadan korkuyorlar… Ona anlamını söylemek gerekiyor. Okulu yarın, 10 yaşında bırakamazsın; çünkü şu anda aydınlanmış bir seçim yapamazsın. Sonuçlarını ölçebilerek seçim yapmaktır aydınlanma. Hem de 10 yaşında…
Bazı çocuklar konuşarak değil, sadece dinleyerek katılırlar. Onları rahat bırakmak doğrudur. İlle de ifadeye zorlamamak gerekir. Özellikle de, onun sessiz kalışı bir dinleyişse… “Sen ne düşünüyorsun? Hiç konuşmadın,” demek, tam bir müdahaledir. Bu, onları ve onlar gibi diğer konuşacak olanları da engeller.
Felsefe, şaşırma, merak etme, hayranlık duyma, uyumadığını hissetme halidir. Ama, şunu unutmayalım ki, bu hayran kalış hali kırılgandır. Aslında biliyoruz ki, tüm çocuklar filozoftur. Ama çok azı öyle kalır. Bizim sorumluluğumuz, bu hayran kalış halini kalıcı ve sürdürülebilir kılmaktır.