Büyük bir umut, büyük bir yüzleşme…
Yazarlık veriminin yanı sıra gazeteci kimliğiyle de tanınan Mine Söğüt, günümüz dünyasında edebiyat ve medya gibi iki apayrı disiplin arasında tanık olduğu endişeleri dillendiriyor, gelecek umudu kurabilmemiz için geçmişten gelen kabullenişleri düşündürüyor.
Beni 68 kuşağı büyüttü. Çocuğuna, kendi öğrendiği ve yeni keşfettiği şeylerin dışında farklı bir eğitim vermeye çalışan bir anne babanın çocuğuydum. Daha okuma yazma öğrenmeden önce, Nâzım Hikmet şiirlerini ezberlerdik babamla. Beş altı yaşlarımda, “Trrrrum trrrrum trrrrum ! Trak tiki tak !” diye dolaşırdım evin içinde. O yaşlarımda bir şiir yazmışım, korkunç karanlık bir şey: “Kara kara adamlar / Beyaz damlara çıktılar / Beyaz damları karaya boyadılar.”
Annemle babam büyük bir umutla çocuk yetiştiriyor, bunun için de bana Nâzım okutuyorlardı. Sonra Samed Behrengi’nin kitaplarını aldılar. Önce onlar okudu, sonra da ben. Heceleyerek okuduğum ilk kitap, “Cin Ali” kitapları yerine Küçük Kara Balık’tı. Kitap, büyüklerin ve baskıcı ortamın onu durdurmasına izin vermeyip, hayallerini gerçekleştirmek için, yaşadığı küçücük ama güvenli yeri terk edip, açık denizlere giden, başkalarını kurtarmak için canını feda eden muhteşem bir kahramanı anlatıyordu.
“Güzel günler göreceğiz” büyüsü…
O kitapta beni etkileyen, hikâyeden çok Behrengi’nin biyografisiydi. Samed Behrengi çocukları çok seven bir ilkokul öğretmeniymiş ülkesinde. Şah’a karşı duran fikirleri varmış ve günün birinde ölüsü Aras Nehri’nde bulunmuş. Bir yandan Küçük Kara Balık’ın kahramanından etkilenirken, öte yandan da masalın yazarının iktidar tarafından öldürüldüğünü öğrenmiştim.
Ne olduğunu anlamadan büyüdü benim kuşağım, gerçeklerle yüzleşmede eksik kaldık. Hiç dertlenen bir kuşak değildik. “Güzel günler göreceğiz çocuklar” dizesinin büyüsüne kapılmanın, bizi ne kadar yanlış yerlere götürebildiğine tanık oldum. O yüzden, sonraları gerçeklerle yüzleşirken, biraz daha acımasız ve sert yaklaşma taraftarı oldum. Karamsar değil, aşırı gerçekçi ve fazla yüzleşmeci oldum. Uğraştığım iki alan olan gazetecilik ve edebiyatta da hep sert şeyler yazasım geldi. Hep o “güzel günleri” niye göremediğimizi ve göremeyeceğimizi, bizi bu günleri görmekten alıkoyanın ne olduğunu düşündüm. Bunun nedeni, yaşadığım ortam, ülke, maruz kaldığım politik dil ve mesleğimdi.
Gazeteciliğimin ilk zamanlarında, 1990’dan itibaren Güneş gazetesinde bir buçuk yıl muhabirlik yaptım. Sonra da dergilerde. Derken bu işi yapamayacağımı anladım. Çünkü bugün o çok kızdığımız ve sevmediğimiz, ülkenin bu hale gelmesinde rol oynadığını düşündüğümüz gazetecilerin neredeyse yüzde doksanı benim neslim.
İçten sarsılmak, yeni bir dil aramak…
Daha uzun bir sürecin sonucu olsa da, bugün geldiğimiz noktanın önemli bazı tohumları 90’larda atıldı. Yeni dil, yeni ahlak, yükselen değerler… Bunları pazarlamaya başladık. Daha da kötüsü, bu yeni gazetecilik diline önce kendimiz ikna olduk. Yoksa ikna edici bir dile çeviremezdik.
Bugüne ve bugün üzerinden geleceğe bakarken, o çok umutlu ve pozitif isteklerle dolu dilin önemini asla gözardı etmemeliyiz. Çünkü gerçekten ne istediğimizi bilmemiz gerekiyor. Ancak, aynı şeyleri yaparak farklı sonuçlara varamayız. Oysa aynı şeyleri yapmaya devam ediyoruz ve doğal olarak bir parıltı göremiyoruz. Politikacılar, edebiyatçılar, gazeteciler, sanatçılar, işçiler, halk… Yıllardır yaptığımız “aynı şeyler”in dışında bir şey yapmıyoruz. Umutlarımızda da aynı şeyleri tekrarlıyoruz. Hâlâ “güzel günler göreceğiz” dizelerinin peşindeyiz. Sarsılmaya ihtiyacımız var. Ama dışarıdan bir sarsılma değil bu. Zaten sürekli dışarıdan sarsılıyoruz, içeriden sarsılmıyoruz. Üzüntülerimiz, yıkıntılarımız bile bize verilen, kabul ettiğimiz şeyler.
Bu kabullenişler coğrafyasında ve ikliminde yaşadığımız, büyüdüğümüz ve çalıştığımız için devamlı kendimizi kurcalamalıyız. Kendimizi kabul etmeden ve aynı hataları yapmadan önce, yeni bir dil aramalıyız. Edebiyatta da, gazetecilikte de… Her ikisinde de seçtiğimiz kelimeler, kurduğumuz cümleler ağır bir korku, büyük bir otosansür endişesi barındırıyor. Otosansür uygulamayan bir yazar bile, acaba gerçekten bunu mu söylemek istiyorum, endişesiyle hareket etmeye başlıyor ve hiçbir zaman emin olamayacağı, içselleştirdiği bir kontrol mekanizmasının gölgesinde üretmeye çalışıyor.
Hayır, güzel günler göremeyeceğiz!
Aldığımız nefesin bile tehlikeye dönüşebileceği, ufacık bir gülüşümüzün bile suç sayılabileceği, artık suçu bile tanımlayamadığımız bir iklimde yazmaya, üretmeye çabalıyoruz. Birbirimize artık soru sormuyoruz, sadece hayatta kalmayı istiyoruz. Bize düşen sorumluluğu dahi düşünecek durumda değiliz. Sorumluluğumuz olduğunu bile zannetmiyoruz, büyük bir kabullenişin içindeyiz. Bu kabullenişin özünde de yüzleşmeme, adını koymaktan kaçış ve bulduğumuz ufacık bir umuda inanma eğilimi yatıyor.
Bu oldukça ağır bir şey. Çünkü politik tercihlerimizde, hayattaki duruşumuzda büyük tartışmalar yaşıyoruz. Ancak geldiğimiz nokta yine aynı. Neye nasıl bakarsak iyi hissederiz, diye düşünüyoruz, buna göre üretiyoruz. Başka bir dünya hayal etmemiz mümkün değilmiş gibi geliyor. Bunların hepsi karanlık ya da umutsuz gibi görünen ama umudun bulunduğu noktalar. Yüzleşmeyi, sorgulamayı ve itirazı önce kendimize yapmalıyız.
Kendimize karşı hoyrat davranabilmeliyiz belki de. “Güzel günler göreceğiz” umudunu değil, “Hayır, biz çok güzel günler göremeyeceğiz; çünkü hâlâ aynı hataları tekrarlıyoruz!” yüzleşmesini yaşamalıyız. Karşı çıktığımız şeylerin bedellerinin çok ağır olacağını görüyoruz. Vazgeçeceğimiz şeylerden sonra, elimizde kalacaklarla aynı hayatı yaşayamama korkumuz var. Korkulardan ya da birtakım değerlerden vazgeçmeyi neden tartışamıyoruz ?
Tiyatro festivali, 1980’li yılların sonunda başlamıştı. Festivale gelen yabancı bir tiyatro topluluğunun oyuncuları sahneye çırılçıplak çıktı. Devlet Tiyatrosu sahnesinde oynanan bir dans tiyatrosuydu. Birkaç gazeteden itirazlar yükselmişti bu çıplaklığa, ancak o oyun oynandı ve kıyamet de kopmadı. Genç bir üniversiteli olarak, yazar olursam neler yazabileceğimi, oyuncu olursam sahnede neler yapabileceğimi, dramaturg olursam nasıl bir oyun kurgulayacağımı hayal edebilmiştim.
100 yıl geriye gitsek…
1980 sonrası zordu, ama yine de hızlı değişen, yeni bir dilin kurulduğu bir dönemdi. Bugün, o büyüdüğüm dünyada yaşamıyorum. Bu çok ağır bir şey. Ne benden önceki kuşak ne de benden sonrakiler… Hiçbirimiz doğup büyüdüğümüz dünyada değil, bambaşka bir ülkede yaşıyoruz.
“Birbirimize artık soru sormuyoruz, sadece hayatta kalmayı istiyoruz.”
Sosyal medyada dolaşan, sevdiğim bir söz var; “Şu anda 100 yıl geriye gitsek, 100 yıl ileride olacağız.” Çok ağır, ama çok gerçek. Bugünün gençlerine, üniversite yıllarımda izlediğim tiyatro oyununu anlattığımda inanmıyorlar. Böyle bir oyunun Türkiye’de oynanabilmesini, sanatta hiçbir sınırın olmamasını, neler üretebileceğimizin sınırı olamayacağını hayal bile edemiyorlar.
100 yıl geriye gitsek 100 yıl ileriye gideceğimiz bir ülkede, gelecekle ilgili kuracağımız umutları, hatırlamamız gerekenleri düşünürken, bugün bunların neden bizden bu kadar uzaklaştığını ve nerede hatalar yaptığımızı hatırlamalı, bunlarla yüzleşmeliyiz. Belki sonra bu umutları, hayalleri yeniden kurabiliriz. Tıpkı çocukluğumda Samed Behrengi’nin bende bıraktığı iz gibi. Büyük bir umut aşılarken, büyük bir gerçekliği de gösteren bir iz. Tıpkı Nâzım Hikmet’in Don Kişot şiirinde dediği gibi: “Yolu yok, Don Kişot’um benim, yolu yok, / Yeldeğirmenleriyle dövüşülecek! ”