“Dikkatimizin çalındığı bu çağda iyi edebiyat bize vites küçülttürür!”

“Dikkatimizin çalındığı bu çağda iyi edebiyat bize vites küçülttürür!”

40 yılı aşkın yazın hayatı boyunca, pek çok farklı edebi türdeki verimiyle edebiyatımıza engin bir külliyat armağan eden yazar, şair, düşünce insanı Murathan Mungan, 17. Eğitimde Edebiyat Semineri’ne katılan öğretmenleri ve kütüphanecileri, eğitimde edebiyat ve edebiyatın eğitimdeki yeri üzerine unutulmaz bir yolculuğa çıkarıyor.

Bugün bu sempozyum bağlamında eğitim ve edebiyattan konuşurken, bu konuşmanın “Milli Eğitim” sistemimizin hangi döneminde ve hangi koşullarda yapıldığını göz önünde tutmak gerektiğini hatırlatmak istiyorum. Bence Cumhuriyet tarihinin en kötü “Milli Eğitim” döneminden geçiyoruz. Elbette bağlı bulunduğu iktidar için de aynı şeyi söyleyeceğim. Verdiği hasarların kalıcı olmaması, bu karanlık dönemin mümkün olduğu kadar çabuk atlatılması için her bilinçli yurttaşın üstüne düşeni yerine getireceğini umuyorum. Uçsuz bucaksızlığında kaybolmamak için yaşadığımız dönemin gündem konusu olmuş ataması yapılmayan öğretmenler gibi yaralarından, kaç yılın tortusuyla kireçleşmiş kronik sorunlarından mümkün olduğu kadar kaçınmaya çalışacağım bugün.

Önce bir-iki anekdotla başlamak istiyorum: Yakın bir tarihte Anadolu kentlerinin birindeki kitap fuarına katıldım. Yayınevimin bulunduğu standa bir edebiyat öğretmeni gelmiş ve ilgili arkadaşa, “Bana hangi kitabı önerirsiniz?” demiş. O da, “Murathan Mungan’ın yeni romanı çıktı,” deyince o edebiyat öğretmeninin ilk sözü, “Bu yazarın adını hiç duymadım,” olmuş. Anlaşılacağı gibi: Sorun ben değilim. Konumuz elbette, “Beni nasıl tanımazsın da,” değil. Konumuz: Edebiyat öğretmeni. Bir yanda doksan bir kitabın üzerinde adı yazılı olan bir yazar var, diğer yanda liselerde öğrencilere edebiyat dersi veren bir öğretmen. Kaç yaşında olursa olsun, kaç yıllık öğretmen olursa olsun, adıma ve herhangi bir kitabıma o güne dek hiç rastlamamış bir milli eğitim neferinden söz ediyoruz burada. Üç kitapçı gezsen, internette üç edebiyat bloğuna baksan bir şekilde adıma, kitabıma toslarsın. Bir de adım Mehmet Çelik, Ahmet Güneş gibi sık rastlanabilir adlardan değil ki hafızanda yer etmesin. Bir kere duydun mu akılda kalan tam afişlik, neonlara yazılmalık bir ad benimki. Biliyorsunuz, bu konuda şanslı olan bir ben, bir de Ajda Pekkan!

İşin şakası bir yana, eğitim kalitesinin bu kadar ayaklara düştüğü, eğitim kadrolarının bu denli yetersiz olduğu şu dönemde görebildiğim kadarıyla özel okullarla düz liselerin eğitim düzeylerinin arasındaki makas da hızla açılıyor. Aynı ülkenin iki lisesi demezsiniz. Bu durum yalnızca edebiyat eğitimi sorunu olarak değil, genel bir eğitim ve öğretim sorunu olarak giderek büyüyen devasa sorunlar yaratıyor.

Edebiyat eğitimi dediğimiz olgunun, içinde yer aldığı genel eğitim ve öğretim programından soyutlanamayacağını biliyoruz. Çünkü bu bir paket, içindeki her unsurun birbiriyle bağlantılı olduğu bir paket. Dolayısıyla eğitim sisteminin tamamını masaya yatırmadan bugünkü mevcut içinde edebiyat eğitiminin nasıl olması gerektiğini tartışmanın çok da yararlı olamayacağı kanısındayım. Az önce verdiğim örnek, edebiyat eğitimi kadar, edebiyat öğretmeni eğitiminin de ne denli önemli olduğunu hatırlatmalı bize; öğrenciyi eğitecek olan öğretmenin eğitiminin de önemine dikkat çekiyor.

Gene yakın bir tarihte Anadolu üniversitelerinden birinde etkinlik sonrası akademisyenlerle katıldığım bir yemekte akademisyenin bir tanesi şöyle bir göz atmam için yazdığı bir makaleyi uzattı. Üniversitede edebiyat dersi veren bir akademisyenden söz ediyorum. Daha ilk paragrafta en azından üç beş tane yazım hatası, cümle düşüklüğü gördüm. Şimdi eşik buradan başladığında işimiz iki kat zorlaşıyor.

Bu kez de öğretmeni eğitecek olan akademisyen sorunuyla karşı karşıya kalıyoruz. Gene bu iktidar döneminde şartları ve özellikleri atandıkları makama uymayan tutmayan nicesinin, onca eksik ve noksanla rektör olarak atandığını, kimlerin profesör yapıldığını hatırlatmakla yetinip geçeyim.

Ana konuya girmeden önce iki anekdot daha aktarmak istiyorum. Yakın bir tarihte uluslararası ilişkiler yürüten bir edebiyat ajanıyla görüşmemiz oldu. İşin iş kısmı bitip de çay-kahve sohbetine başladığımızda, söylediği bir şey beni çok etkiledi. O da şuydu; “Murathan Bey,” dedi, “Ben on dört yaşında, lisede okurken, siz bizim okula söyleşiye gelmiştiniz. Biz de madem okulumuza yazar gelmiş gidip dinleyelim, diye öyle laylaylom havasında girmiştik salona. Konuşmanızdan o kadar etkilendim ki, eve gidince, ‘Baba bugün bizim okula Murathan Mungan diye bir yazar geldi, bir kitabını okusam,’ dedim. ‘Oğlum zaten kütüphanede var kitabı al oku,’ dedi babam. Benim edebiyat zevkim ve edebiyat tutkum sizi okuyarak başladı ve düşünün şimdi bir edebiyat ajanı olarak çalışıyorum,” dedi. Bir yazar için ömründe duyacağı en güzel sözlerden, alacağı en güzel ödüllerden biri olmalı bu. Kurumsal ödüller bir şekilde alınıyor, ama önemli olan birilerinin hayatına değmiş, dokunmuş olmak bence. Edebiyatın dönüştürücü gücüne yaşamın tanıklık etmesi. Sadece yazar olarak bizlerin değil, eğitimci olarak öğretmenlerin de becermesi gereken bir şey.

Gene yakın bir tarihte, gene bir imza günümde, biri gelip kendini tanıttı. 90 sonları Boğaziçi Üniversitesi’nde bir yıl boyunca “yaratıcı yazarlık teknikleri” diye bir ders vermiştim. O dönemki öğrencilerimden biriymiş. “Hocam sizin, derslerinizin bana o kadar büyük yararı, katkısı oldu ki!” dedi. “Bana hayatımda zaman kazandırdınız. Ben sizin derslerinizden sonra yazar olamayacağımı anladım. Ama çok iyi bir okur oldum,” dedi. “Kitapları nasıl okuyacağımı öğrendim.” Alın size ikinci ödül. Eğitim bence öğrencilerin kendini tanıması, niteliklerini tanımlaması, sınırlarını keşfetmesi, kendine bir yol çizmesi için de bir rehber olma işlevi görmelidir.

Konuşmamda sözünü edeceğim bazı konulara, olasıdır ki benden önceki konuşmacılar da değinmişlerdir. Ülkemizin müzmin sorunlarından birinin uzatmalı gerçekler, değişmeyen durumlar olduğunu biliriz. Hemen her alanda, her çeşit gelişmeye, değişmeye, yenilenmeye bunca direnç gösteren bir toplumsal yapıda pek çok konuda aynı sorunlardan yakınmak, yıllarca aynı sözleri tekrarlayıp durmak zorunda kaldığımız hepinizin malumudur. Bu nedenle beni anlayışla karşılayacağınızı umuyorum.

Eğitimde edebiyat ya da edebiyatın eğitimdeki yeri üstüne…

Felsefeyle, psikolojiyle, sosyolojiyle, edebiyatla desteklenmemiş bir eğitimin öğrencilere soyutlama yeteneği, “dolaylı olanı”, “dolaylı olarak gösterileni” kavrama becerisi kazandıramayacağı kanısındayım.

Konuşmamın başlığı, “Eğitimde edebiyat ya da edebiyatın eğitimdeki yeri üstüne”. Umarım bana tanınan bu süre içinde başlığın vaat ettiklerini kısmen de olsa karşılayan bir konuşma yapabilirim. Kuşakdaşlarım hatırlayacaklardır, bizim eğitim gördüğümüz lise yıllarımda sınıflar fen ve edebiyat diye ikiye ayrılırdı. Fen okuyanların hayatlarını ileride doktor, mühendis gibi itibarlı ve yararlı mesleklerin sahibi olarak sürdürecekleri varsayılır, edebiyat ve sosyal bilimleri seçenlere ise daha şimdiden hayatlarını ikinci sınıf iş kollarında sürdürmeye mahkûm olacakları bir kader biçilirdi. O günlerden bugünlere eğitim sisteminde bazı şeylerin değiştiğini biliyor, kısmen de olsa takip edebiliyorum ama eskilerin deyişiyle “telâkkilerin” ve bu temel bakışın değiştiğinden pek de emin değilim doğrusu. Gündelik dilde zaman zaman karşı tarafı suçlayıcı tonda kullanıldığını gördüğümüz “edebiyat yapma, tiyatro yapıyorlar” gibi küçümseyici sözler, bu temel bakışın liseden mezun olduktan sonra bile insanın yakasını pek bırakmadığını gösteriyor.

Az önce doktorluk, mühendislik gibi mesleklerin genel kamu katında “yararlı olarak” nitelendirildiğini söylerken kullandığım “yarar” sözcüğü, “yararlı olma” hali bu konunun anahtar kavramı bence. Yararı nasıl tanımlıyoruz, neleri yararlı buluyor, nelerin yararını anlamakta, giderek dolaylı yararları kavramakta güçlük çekiyoruz? Burada konu yaşamın hemen her alanında olduğu gibi somut ile soyut arasındaki düzlem farkını algılamakta yatıyor. Doğrudanlık esasına dayanan somut olanla ilişki kurmakla, soyut düşünememe, kavramsal düşünememe arasındaki farkın anlaşılmasında eğitimin, zihinsel, düşünsel eğitimin önemine uzun uzadıya girerek odak kaydırmak, konuyu saçaklandırmak istemiyorum. Yalnızca bu konuyu hatırlatmış olmakla, aklınıza düşürmekle, sorunun önemine değinmiş olmakla yetinmiş olayım. Felsefeyle, psikolojiyle, sosyolojiyle, edebiyatla desteklenmemiş bir eğitimin öğrencilere soyutlama yeteneği, “dolaylı olanı”, “dolaylı olarak gösterileni” kavrama becerisi kazandıramayacağı kanısındayım. Konu, alan ne olursa olsun ben eğitim ve öğretimi yalnızca nicel anlamda bilgi istiflenmesi olarak değil, topyekûn bir biçimde akıl eğitimi, algı eğitimi, gönül eğitimi, duyarlık eğitimi, farkındalık eğitimi olarak alımlıyor, böyle değerlendiriyorum. Eğitimin bir amacının da kişilerde “değer farkındalığı” yaratması olduğuna inanıyorum. Değer, ölçü, kıstas, nirengi zihin haritamızın bakışımlı unsurlarıdır. Günlük, sıradan ihtiyaçların tanımlanmasında değil, ama yaşamın bütününde yararlı olanın tanınması, kavranması, anlaşılmasında bize zemin sağlayacak zihinsel mekanizma, ancak iç ilişkileri sağlam kurulmuş bütüncül bir eğitimin donattığı süreçle oluşur.

Edebiyat kendi başına bir değer ve anlam üretme sanatıdır.

Shakespeare’in “olmak ya da olmamak” diye tanımladığı insanın olma hali yazarlık yaşamımın ilk yıllarından bu yana her zaman üzerinde kafa yorduğum temel dertlerimden biri oldu. Yirmi yaşındayken yazdığım ve dönemin Birikim dergisinde imzasız yayınlandığı için beni isimsiz, cisimsiz bir şöhrete kavuşturan “Devrimci Olmak Üzerine” başlıklı yazımdan beri “olma hallerinin” izini sürdüm. O gün bugün her türlü anlamıyla “olmak” ve “kimlik” olgusu, edebiyatımın ve düşünce hayatımın temel meselelerinden biri oldu.

Edebiyatın kendinden sonra gelen bu yapılara neler öğrettiği kadar, onlardan öğrendiklerini kendi bünyesine nasıl kattığının da dikkatle bakılması, üzerine eğilinmesi gereken bir konu olduğunu hatırlatmak isterim.

İnsanın kendini oldurmasında, birey olmasında, kişiliğinin oluşumunda başkalarını anlama, başkalarıyla ilişki kurma, kendini başkalarının yerine koyabilme becerisi kazanmasında edebiyatın ne denli önemli ve yararlı olduğunu, insanın hayattan öğrendikleri kadar edebiyattan da öğreneceği çok şey olduğunu idrak ettiğimizde varoluşumuz başka türlü anlamlanır, yaşamımız başka türlü güzelleşir ve çeşitliliğe kavuşur. Edebiyat kendi başına bir değer ve anlam üretme sanatıdır. Yaşamları edebiyatın öğrettikleriyle zenginleşen insanların anlam ve değer kavramlarıyla kurdukları ilişkinin farklı olduğuna inanırım. Yalnızca şu saydıklarım bile insan soyu için başlı başına büyük bir yarar sayılmaz mı? Yarar kavramını yalnızca dış dünyanın göze çabuk görünür getirileriyle tartmak yerine aklımızın, ruhumuzun, kısacası iç dünyamızın ihtiyaçlarıyla bitişik olarak düşündüğümüzde yarar kavramı zihnimizde ve yaşamımızda başka türlü konumlanır.

Konuşmamın burasında yazmakta olduğum “Edebiyata Övgü” başlıklı denememden bir alıntı yapacağım:

“Edebiyat var olduğundan beri ‘edebiyat nedir, ne işe yarar,’ sorusu insanların zihnini epey kurcalamış, çeşitli zamanlarda çeşitli nedenlerle yeniden gündeme getirilip her seferinde yeni argümanlarla tartışılmıştır. Edebiyatın ne işe yaradığı zaman içinde iyi kötü bir karara bağlanmış sayılsa da, sırasıyla sinemanın, televizyonun, internetin, dijital mecraların yaşamlarımıza girmesiyle birlikte her seferinde yeniden gündeme gelmiş, bu kez de, ‘bu çağda bütün bunlardan sonra artık ne işe yarar?’ sorusuyla yedeklenmiştir.

Edebiyatın yalnızca bir konu deposundan, hikâye örgüsünden ibaret olmadığını, daha da önemlisi kendi başına bir dil ve disiplin olduğunu idrak edemeyenlerin ortak sorunudur bu. Edebiyatın kendi içinde, sinema öncesi edebiyat, Freud öncesi ve sonrası edebiyat, yazılı ve görsel medya sonrası edebiyat hatta sosyal medya sonrası edebiyat gibi farazi olarak işaretlenebilecek dönemleri olduğunu dip not düşmek isterim. Edebiyatın kendinden sonra gelen bu yapılara neler öğrettiği kadar, onlardan öğrendiklerini kendi bünyesine nasıl kattığının da dikkatle bakılması, üzerine eğilinmesi gereken bir konu olduğunu hatırlatmak isterim.”

Poetika’dan “Game of Thrones”a…

Ben yetkili bir konumda olsam başlı başına bu konuyu lise edebiyat eğitiminin bir parçası kılardım. Gene bir örnek vereceğim. Bazı liselerde katıldığım söyleşi programlarında Aristoteles’in Poetika kitabından bazı örneklerle gençlerin ilgiyle izlediklerini bildiğim “Game of Thrones” dizisi arasında yaptığım bazı karşılaştırmaların, ya da “Star Wars” filmleriyle mitolojiler, antik dönem söylenceleri arasında kurduğum ilişkinin öğrenciler tarafından nasıl heyecanla izlendiğini görmüş olmam da beni doğruluyor. Farkında olmasalar da Aristoteles’in Poetika’sındaki kavramlar, olgular, ölçülerle tanışmış oluyorlar. Geçmişi gençlere yaklaştırmanın yollarından birinin, günümüz örneklerinin içinden geçtiğini söylemeye çalışıyorum. Doğru örnekler üzerinden ilişkilendirdiğinizde kuramsal bilgileri kuru bir retoriğe boğulmadan aktarabiliyorsunuz. Adını ve emeğini her zaman hayırla yâd ettiğim üniversite hocam Sevda Şener en çetrefil kuramları, en zor kavramları yemek tarifi verir gibi anlatır, mizahla renklendirirdi. Dolayısıyla aklınızda kalırdı.

Düşünmeyi öğretebilmek…

Türkiye’de ve dünyanın pek çok ülkesinde resmi eğitimin tüm düzlemlerinde köklü bir değişikliğe gidilmesini, alternatif eğitim programlarına uygulama alanları açılmasını gerektiğini düşünenlerden biri olduğumu belirtmek isterim. Açıkçası mevcut eğitim sistemiyle bu işlerin öyle kolay olmayacağını, iyi niyetli müdahalelerle, sınırlı kazanımlarla ya da tek tek öğretmenlerin kendi becerileriyle ancak kısmi ilerleme kaydedilebileceğini; istenen, özlenen düzeye ulaşılamayacağını baştan söylemek istiyorum. Ama şimdi işin bu yanının zaten dünya ölçeğinde tartışıldığına değinmekle önemini hatırlatmakla yetinecek, bugün için bu konuyu da çizdiğim konuşmanın çerçevesinin dışında tutacağım. Buna bağlı olarak konuşmamın başlığından da anlaşılacağı üzere konuşmamı, bugünün Türkiye’sinde resmi ideolojinin tekeli ve güdümündeki eğitim anlayışının mevcut müfredatın rotasını belirlediği edebiyat eğitimine ilişkin kısıtlı bir çerçevede ele almaktansa genel anlamda eğitimde edebiyat ya da eğitimde edebiyatın önemi gibi daha genel bir bağlama taşımaktan yanayım. Söyleyeceklerimden günümüzün payına düşenleri seçmeyi sizlere bırakıyorum.

Eğitim doğası gereği hiyerarşiktir, her dönem ve her düzlemde iktidar aygıtlarınca kendi buyrultuları doğrultusunda aktive edilir. Dolayısıyla her çeşit eğitimin öğretenle öğrenen arasındaki denkleme dayanan doğası gereği bir tür iktidar ilişkisi içerdiğini, bu nedenle sürecin her aşamasında bu konuya özel bir dikkat gösterilmesi gerektiğini de aklımızın bir kenarında tutmayı öneriyorum. İktidar kurmak yerine yönetme, organize etme bilgisi üzerine inşa edilmiş katılımcı, yaratımcı bir öğretim ve eğitim yönetimi tasavvur ediyorum. İvan Illich ve fikirdaşlarının “Okulsuz okul”unun soyut bir tasavvur, bir ütopya olmadığını biliyorum ama bugünlük bu konuyu da hatırlatmakla yetinip çerçeve dışında tutuyorum. Konuşmamda aralara adeta manşet atmak biçimde yerleştirdiğim bu sözlerin, kimi önermelerin, altının doldurulması gereken şeyler olduğunun farkındayım elbet. Bunu yapmaktaki amacımın bu konuların varlığını, önemini hatırlatmak ve arkasının getirilmesi için zihinlerde çakım uyandırmak olduğunun anlaşılacağını umuyorum. Değindiğim her konu başlığı içeriği gereği kendi başına bir söyleşiyi hak ediyor çünkü

Edebiyat eğitimi dahil her alandaki eğitimin ilk koşulunun öğrencilere düşünmeyi öğretmek olduğuna inanıyorum. Düşünmenin de Farsça, Japonca gibi bir yabancı dil olduğunu, yavaş yavaş süreç içinde öğrenildiğini hatırlatmak istiyorum. “Ben öyle düşünüyorum,” cümlesini özgüvenle kurabilmenin rahatlığının arkasında gerçekten “düşünmeyi bilmek” gerekliliğine inanıyorum.

Gene bu bağlamda ülkemizdeki edebiyat fakültelerinin akademik kadrolarının yıllar yılı çoğunlukla sağcı ve muhafazakâr zihniyette kişilerden oluştuğunu, “kalifiye öğretmen” yetiştirmek yerine gene yıllar yılı kendi kolonlarını çoğalttıklarını, bir “Milli Maarif” gerçeği olarak hatırlatmakla yetiniyorum. Buna son yılların yaygın uygulaması olarak çoğalan “süpermarket üniversite”lerin eklenmesiyle sorunun ne boyutlara taşındığını bildiğinizi varsayıyorum.

Konu daha edebiyat eğitiminin nasıl olması gerektiğine gelmeden çözümlenmesi gereken önemli sorunların yer aldığı eşikler var. Bu eşiklerin ilki, benim pek çok yazımda, çeşitli söyleşilerimde defalarca örneklediğim bir konu: Ne yazık ki bütün ömrünü gündelik yaşamda kullandığı en fazla üç yüz-beş yüz kelimeyle geçiren insanların nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu bir ülkede yaşadığımızdan söz ederim. Düşünün böyle bir ülkede edebiyat yapmaya çalışıyoruz. Bazı uluslararası kuruluşların her ülkede yaptığı geniş kapsamlı araştırmalarda kendi anadilinde yazılanları okuyup anlamak konusunda listenin son sıralarında yer alan ülkelerden biri olduğumuzu hatırlatmak bir yurttaş olarak da Türkçe sevdalısı bir yazar olarak da canımı yakıyor. Yine uluslararası kuruluşlar tarafından dünya genelinde okullarda yaptığı araştırmalarda Türkiye’deki öğrencilerin başarısızlığının nedenlerinden birinin anadillerinde yazılı olarak sorulan soruları anlamakta çektikleri güçlük olduğu saptanmış. Ana dilinde sorulan bir soruyu anlamakta güçlük çekmek! Anlayacağınız durum nereden bakarsanız bakın bizler için çok vahim.

Kelime çözünürlüğü düşük olan zihinler…

Basit bir dil kaybı değil bu. Çünkü dil kaybı demek yalnızca dil kaybı demek değildir. Beraberinde düşünce kaybı, duyguları, izlenimleri, durumları ifade etme kaybı anlamına da gelir. Sosyal ilişkilerde iletişim kaybı anlamına da gelir. Düşüncelerin dille, dil oluşturan sözcüklerin anlamlı tutarlı biçimde çatılmasıyla oluştuğunu, bunun yanı sıra dilin tüm sosyal ilişkilerde temel bir iletişim aracı olduğunu hatırlarsak vahametin boyutunu daha çok hissederiz. Kelime çözünürlüğü düşük olan zihinlerin duygu ve düşünce çözünürlüğü de düşük olur. İletişimi zorlaştıran şeylerden biri de çözünürlük dereceleri aynı olmayan söyleyenle dinleyen, yazanla okuyan unsurlar arasındaki bu uçurumdur. Bu nedenle, edebiyat eğitimi söz konusu olduğunda, işe önce dil konusuyla başlamak gerektiği kanısındayım.

Dil’le ilişki kurmanın yolları edebiyatın ilk basamağıdır bence. İyi hatırlıyorum: Benim okul yıllarımda dil bilgisi dersleri vardı. Basit ve temel kurallardı öğretilenler ama bunlar zihinlerde bir kanal açardı. Bir de “Kompozisyon” dersleri vardı. Gelmeden önce araştırdım, müfredattan bir sürü ders kaldırıldığı gibi kompozisyon dersleri de kaldırılmış. En basitinden “yaz tatilinde başınızdan geçen bir olayı yazın” gibi durup düşünmeyi, odaklanmayı, ayrıntıları hatırlamayı, içini yoklamayı ve bunları ifade etmeyi geliştirici derslerdi bunlar. Bütün bunları çocukların ellerinden almak, aslında dillerini ellerinden almak demektir; kendilerini, duygu ve düşüncelerini ifade etme, olguları tanımlama, dünyayı adlandırma ve anlamlandırma haklarını ellerinden almak demektir. Kompozisyon yazmak da günlük tutmak gibi bir aynalamadır, iç terbiyesinden geçme alıştırmalarıdır.

Benim bazı ortamlarda dilin önemini ısrarla vurgulamam karşısında kimi kişilerin bu durumu benim yazar olmamdan kaynaklanan fazladan bir hassasiyet sandıklarını görüyorum. Hayır, sadece insan ve yurttaş olarak hassasım bu konuda, yazarlık üstünün kreması sadece. Yoksa hepimiz dil bildiğimizi zannediyoruz, hani şu konuşmaya başladığımızdan itibaren öğrendiğimizi, bildiğimizi sandığımız hatta konuştuğumuzu sandığımız dil. Bu yüzden de zaten sürekli “sen beni yanlış anladın, ben seni yanlış anladım” sarmalına yakalanıyoruz. Ne dense, ne örnek verilse “ne alaka” diyoruz, çünkü en basit iki olgu arasında bile alaka kurma kabiliyetini kaybetmiş zihinlerle yaşıyoruz.

Edebiyat eğitimi imgelem eğitimidir…

Dilin bir olgu olarak kendi başına önemini; kişinin kendini tanımasında, keşfetmesinde, ifade etmesinde, kişiliğini geliştirmesinde, iletişim becerisi kazanmasında, dolayısıyla tüm sosyal ilişkilerinde nasıl bir ağırlık taşıdığını kendi deneyimleriyle kavramasına yarayacak yaratıcı eğitim yöntemlerine gerek olduğunu düşünüyorum. Bu yöntemlerin ne olacağının hepsini ben de bilmiyorum elbet, ama öncelikli bir gereksinim olduğunu, üzerine düşünülmesi gerektiğini biliyorum. Dili yalnızca öğretmekten değil, hissettirmekten de söz ediyorum. Bunun için sınırları kurallarla çizilmiş kuru bilgilendirmelerin, malumat istiflemenin ötesine geçmek gerekiyor.

Yukarıdaki cümlede “hissettirmek” fiilini özellikle kullandım. Öğrenmenin zihinsel yanı kadar duyusal bir yanı olduğuna dair dikkat çekmek için yapıyorum bunu. Bilgi de tıpkı unutamadığımız anılarımızda görüldüğü gibi zihnimizde duyusal etkilerle, seslerle, renklerle, kokularla, izlerle kayıt gücü kazanır. Zihnimizin duyusal yanı aynı zamanda edebiyatı, sanatı, yaratıcılığı çağıran yanıdır. Tahayyül ve tasavvur kabiliyetimizin ölçüsünde yaratıcı yönlerimizi açığa çıkarır, uyku halindeki yeteneklerimizi aktive eder, potansiyelimizi kışkırtarak bizi harekete geçirir. Bu aynı zamanda içimizdeki gücü keşfetmemizi sağlar. Potansiyel olarak herkesin içinde yaratıcı bir güç vardır. Bu sadece şiir, roman yazmakta değil, bazen yemek yapmakta, kumaş biçmekte, ahşap yontmakta da karşımıza çıkabilir.

Yaşamda yaratıcılığı gerçekleştirmenin pek çok yolu vardır ve onların her biri kendi içinde bir dil taşır. Dili bir olgu olarak sadece konuşmanın, yazının nesnesi olarak değil, bir tavrın, bir üslubun, bir yaşama biçiminin ifade şekli olarak kavrarsak, her anlamda “Dil”e başka türlü yaklaşmayı öğrenmiş oluruz. Bu sözünü ettiğim süreçte yaratıcı yönlerin açığa çıkmasıyla kuşkusuz bu akışa bir donanım kazandırmak gerekir. Bilmeler, öğrenmelerle, bilinenleri yeniden gözden geçirmelerle zenginleşen bir donanım. Bilim insanlarının pek çok icadının önce Leonardo da Vinci sonra Jules Verne ve benzeri dâhilerin hayal gücünde biçimlendiğini hatırlayalım. Biz, onların hayallerini gerçekleştirenlere “bilim insanı” diyoruz. İcatların patentleri bilim insanlarının elinde olsa da, hayallerin telifleri hâlâ sanatçıların elinde.

Yukarıda dilin duyusal yanından söz ettim. Dilin duyusal yanını güçlendirmenin yoluysa edebiyatın zengin kayıtlarından geçer. Tüm bu nedenlerle edebiyat eğitimi yalnızca edebiyat eğitimi değildir. İmgelem eğitimidir. Duyusallığımızı ve yorumlama yeteneğimizi geliştiren bir eğitimdir. Uygulanması gereken eğitim programı dilin aynı zamanda kendi başına bir keşif, hatta bir oyun alanı olduğunun fark edilmesini sağlamaya yönelik olmalıdır. Dilin imkânlarının nasıl zihin imkânlarına yol açtığını da ancak onu kullandıkça fark ederiz. Çocukken bilmeceler tekerlemelerle bilmeden fark ettiğimiz bu haz alanını, şimdi bilerek, tanıyarak kolaçan etmenin zenginleştirici deneyimlerinin aynı zamanda zihnimizi nasıl açtığını, düşüncelerimizi, hayallerimizi kanatlandırdığını da görürüz. İnsan soyunun Homoludens diye tanımlandığını hatırlayalım. Yani “oynayan insan”, “oyun oynayan insan”, “taklit eden insan”. Edebiyat, dil’in aynı zamanda bir “oyun alanı” olduğunu keşfeden insanların ihtiyacıdır. Tadına vardıkça kişinin ihtiyacı haline gelir.

Birim değil, birey olmaya giden yol…

Önemli olan edebiyatın bir ihtiyaç olduğunun ayırdında olmayanlar için bir farkındalık yaratma sürecidir. Edebiyat eğitimi de bunun bir basamağıdır. Edebiyat eğitimi sadece şiir heveslisi gençler, ileride yazar olmayı düşünen kişiler için değil, kendini, insanları ve hayatı tanımak isteyen herkes içindir. Edebiyat kendi başına bir hayat eğitimidir çünkü, bunu kendine özgü yöntemler, araçlarla yaparken bize farklı bir haz verir. Edebiyat aynı zamanda birey eğitimidir. Birey yetiştirme eğitimidir. Türkiye gibi bireyini yetiştirmekte geç kalmış toplumlarda bu yüzden beş kat daha kıymetlidir. Ümmet, cemaat toplumunun bir “birimi” olmaktan medeni bir toplumun kararlarını kendi başına alabilen, özgür düşünebilen “bireyi” olmaya giden yollardan biri edebiyattan geçer.

Edebiyat eğitimi sadece şiir heveslisi gençler, ileride yazar olmayı düşünen kişiler için değil, kendini, insanları ve hayatı tanımak isteyen herkes içindir.

Edebiyat yapıtı kendi başına bir haz alanıdır. Oyun alanları genişledikçe haz alanları da çeşitlenir. Hazla ilgili konuşurken genellikle mahcup bir tonda konuşuruz. Bir ucu, toplumda “Çok güldük sonra ağlamayalım”a bağlanan yerleşik yas töresinde düğümlenir. Zaten genel anlamıyla da haz düşmanı bir toplumuz. Ama hazdan duyulan bu derin suçluluk sadece dinsel yasaklarla sınırlı olmayıp muhafazakâr toplumun hemen her şeyi yasaklayan gelenekleriyle ilgilidir. Haz en çok cinsellikle ilişkilendirildiğinden en başta cinsel hazza düşman bir toplumsal gelenekten geliyoruz. Bu yüzden genel ölçekte bu kadar hasarlı, hastalıklı, gözü dönmüş karanlık bir iştahla yaşanıyor cinsellik. Ama benim edebiyat bağlamında sözünü ettiğim haz insan zekâsının, aklının, ruhunun, duyularının okşanmasından duyduğu haz. Bir şeyi anladığımızda, kavradığımızda, hissettiğimizde duyduğumuz haz. Bilmece çözdüğümüzde, güç alımlanır bir olguyu kavradığımızda, bir referansın kaynağını anladığımızda… Edebiyat metinlerinde ardına düştüklerinin, izini sürdüklerinin bilmecesini çözmenin hazzını duydukça, olaylar ve insanlar arasındaki karmaşık ilişkileri kavradıkça, metinler arası ya da metin içi şakaları fark ettikçe, edebiyat dilinin tadına vardıkça okumaya bağlanır okur. Bence her türlü eğitimin oyun oynayan ve eğlendiren bir mayası olmalıdır. Eğlenmek kadar öğretici bir süreç yoktur. Zahmeti bile bir eğlenceye dönüştürebiliriz. İnsani olmanın haz duymak kadar önemli bir parçası niye eğitimin bir parçası olmasın ki?

Edebiyatın erken yaşlarda sevilip benimsenmesinde giderek zihni ve anlamlar dünyasını zenginleştiren yaşamımızı güzelleştiren önemli bir ihtiyaç olduğunun kavramasında temel eğitimin önemli olduğunu ve bunun önce ailede başladığını düşünüyorum. Ancak dille, yazıyla, okumayla edebiyatla ilişki kurmak okul sıraları, okul sıralarından önce aile içinde başlayan bir örtülü eğitim süreci içerir. Birkaç raftan oluşsa bile içinde bir kitaplık olan evlerin, günün belli saatlerinde ev içinde elinde kitap okuyan aile büyüklerinin varlığının, kitap okumanın zaman ayırmak gereken önemli bir edim olduğunu gören çocukların, ileride kitapla ve okumakla kuracağı ilişkinin çok daha sağlıklı olacağını uzmanlar, pedagoglar, psikologlar defalarca dile getirmiştir.

Akşamları uyumadan önce büyükleri tarafından kendisine masal okunan, daha küçük yaşta kendisi için evde bir kitaplık kurulan çocukların geleceğin okurları olma yolunda daha sağlam adımlarla ilerlediği, ilerleyeceği rahatlıkla söylenebilir. Daha eğitimin ilk yıllarından başlayarak iç karartıcı, göz korkutucu bir eğitim ve öğretim müfredatının pek çok çocuğu okumaktan ve kitaptan soğutan yanlarına da gene değinip geçmekle yetineceğim.

Yaşam boyu sürdürülebilir bir hazza dönüştürmek…

Eğitimin temel amaçlarından birinin insana merak etme, öğrenme, keşfetme, bilme, deneyimleme zevki edindirmesi olduğuna inanırım. Yaratıcı bir eğitim öğretim programı yalnızca bir kerelik geçerli sınav notu almak için gençleri ders çalışmaya yönlendirmeye değil, her seferinde yeni şeyler keşfetmenin hazzını yeniden üretmek için benzer edimleri sürdürmeye yöneltmeli. Bu konuda ona bir alışkanlık kazandırmalı. Sınavda bir kerede iyi not almanın hazzını yaşam boyu sürdürülebilir bir hazza dönüştürmenin yoludur bu.

Klasik yapıtların tanıtılması, edebiyat tarihine ilişkin genel bilgilerin verilmesi, edebi sanatların öğretilmesi, dil bilgisi kurallarının aktarılması elbette temel edebiyat eğitimi programında yer almalıdır. Lakin benim lise yıllarımdaki edebiyat derslerinde öğrenciler yaşlarının üstünde bilgilerle yükleniyorlardı. Örneğin yanlış bir tanımlamayla yıllar yılı “Divan Edebiyatı” diye nitelendirilen Osmanlı edebiyatına ilişkin gereken dozun üstünde verilen bilgiler öğrencilerde gereksiz yorgunluğa yol açıyordu.

Öğrenciler için edebiyat dersleri yalnızca bir “geçmiş zaman” konusuydu. İçinde yaşadıkları zamanı kuşatmıyor, içinde yaşadıkları zamanı anlamlandırmada onlara yardımcı olmuyordu. Öğrenciler çoğu kez devletin baskıcı, sansürcü resmi politikasıyla belirlenen müfredat gereği, çağdaş edebiyattan yakın dönem verimlerinden, günün edebiyat yönelimlerini yansıtan örneklerinden uzak tutuluyordu. Bunda başta “komünizm korkusu” olmak üzere çağdaş dünyanın yönelimlerinden kaynaklanan korkuların felç ettiği devlet aklının belirleyici payı vardı. Sadece belli değil, belirleyici değil aynı zamanda yönlendirici payı. Oysa klasik örnekler kadar modern edebiyat çağdaş örnekler konusunda da öğrencileri bilgi sahibi kılmak da eğitimin bir parçası olmalıydı.

Edebiyat eğitimi, okur yetiştirme eğitimi olmalıdır.

Bunun yanı sıra edebiyat eğitimini yalnızca öykü, şiir, roman türleriyle sınırlamamalı, öğrenciler özellikle edebi nitelikteki deneme, makale, düşünce yazılarıyla da tanıştırılmalıdır. Temel edebiyat eğitimi, okuma yazma bilmekle, okur olmak arasındaki farkın kavranmasında yatar. Bu farkındalık esası üstüne kurulu bir eğitim okuma yazmayı sökmekten okuma yazmayı “bilmeye” evrilmesi gereken aşamalı gelişen bir süreç içerir. Harfleri tanımak satır okumaktan, satır arası okumaya, oradan da bağlam, altmetin ve tema okumaya düzlem atlayarak evrilen gelişen bir süreç işler okuma edimi. Bu nedenle ben edebiyat eğitimini yalnızca edebiyatla ilgili bilgilerin aktarıldığı kuru bir program olarak değil, canlı ve devingen bir “okur olma eğitimi” olarak da anlıyorum. Öğrencileri de edilgin pasif birer dinleyici alıcı olmaktan çıkarıp, etkin katılımcı kılan bir sürecin ancak böyle işletileceğini düşünüyorum. Çünkü edebiyat eğitimi temelde bence okur yetiştirme eğitimi olmalıdır.

Okuryazar olmakla okumayı bilmek nasıl aynı şeyler değilse, boş zamanlarında canı sıkıldıkça kitap okumakla aktif bir okur olmak aynı şey değildir. Okur olmak donanım gerektirir, donanımsa ilginin, merakın, anlama, kavrama, öğrenme tutkusunun diri tutulduğu anlamlı bir süreçle kazanılır. Temel eğitim bu sürece yardımcı olacak biçimde düzenlenmelidir. Edebiyatın insana sadece var olanı ifade etme, mevcut olanı betimleme becerisi kazandırmakla sınırlı olmadığı, bunların yanı sıra kişinin imgelem gücünü zenginleştirdiği, görüş alanını genişlettiği, yaşamın çeşitliliğinin farkına vardırdığı, insanları ve insan ilişkilerini tanımada yeni bakışlar ve ölçüler kazandırdığı, olaylar ve olgular arasında ilmek ve bağlantı kurma becerisi geliştirdiği örnekler üzerinden anlatılmalı, gösterilmeli, birlikte deneyimlenmelidir. Böylelikle birer anı parçasına dönüştürülmelidir. Daha önce sözünü ettiğim hafızanın duyusal izlerini güçlendirmek için bu deneyim ortaklığı önemlidir.

Okur olmak donanım gerektirir, donanımsa ilginin, merakın, anlama, kavrama, öğrenme tutkusunun diri tutulduğu anlamlı bir süreçle kazanılır.

Yalnızca dil öğretmek değil, dil zevki kazandırmak, kullanılan dilden tat almanın yordamını öğretmek de önemlidir. Bir yazarın yalnızca anlattıklarından, olaylardan, konudan, hikâyenin kahramanlarından değil, onu dile getirişindeki üsluptan, anlatım biçiminden, dile kattığı yazara özgü lezzetten de zevk almak, heyecan duymak önemlidir.

İyi edebiyat bir derinlik sanatıdır.

Edebiyat dersleri, edebiyat tarihine ve edebi türlere ilişkin kuru bilgiler yığını olmaktan çıkartılıp metin çözümleme, kurgulama teknikleri, kişilik tahlilleri, tema ve bağlam okumalarıyla güçlendirilmiş bir araştırma süreciyle ilerlemelidir.

Konuşmamı daha önce sözünü ettiğim “Edebiyata Övgü” yazımdan konumuzla bağlantısı nedeniyle seçtiğim bazı bölümlerle bağlamak istiyorum:

“Edebiyat yalnızca mevcut duygularımızı ifade etme düşüncelerimizi derli toplu biçimde sunma konusunda bize beceri kazandırmaz. Aynı zamanda duyarlılığınız dikkatlerimizi geliştirir, fikirlerimizi olgunlaştırır. Dünyaya bakan gözlerimizi yeniler. İyi edebiyat bir derinlik sanatıdır. İnsanı kim ve ne olduğuyla ilgili derinden bakmaya zorlayabilir. İnsanlar edebiyat yapıtlarında kendilerini tanır bilinmeyen yanlarını keşfeder, dahası bu yolla kendileri ve başkaları hakkında iç görü geliştirirler. Bireyselliğin inşasında önemli unsurlardan biri olan edebiyat birey olmamızda kişiliğimizi kazanmamızda kendimize bir değerler dünyası kurmamız da çok önemli pay sahibidir. Birey olmak, öncelikle insanın kendi gücünü keşfetmesidir. İnsanın kendi olmasında, kendini bulmasında kendini oldurmasında ona yol aldırır.”

Edebiyat, dolaylı ve konsantre edilmiş hayat bilgisidir.

İyi yazılmış bir edebiyat metni okuduğunuzda salt bir anlatı okumuyor aynı zamanda bir hakikatle yüzleşiyorsunuzdur.

Edebiyatla alınan yollar yaşamı sağlamlaştırır. Edebiyat dolaylı ve konsantre edilmiş hayat bilgisidir. Her birimizin önünde sonunda tek bir hayatı kendince hikâyeleri vardır. Oysa biz edebiyat sayesinde yüzlerce hikâyenin ve hayatın sahibi oluruz. Farklı hayatların farklı deneyimlerin içinden geçer, farklı olaylara durumlar tanıklık ederiz. Edebiyat bize yaşamadığımız hayatların bilgisine sahip olma konusunda zaman kazandırır. Bu anlamda bizim bir başkası olma ihtiyacımızı da karşılar. Çünkü hepimizin içinde dipte derinde bir yerde her zaman bir başkası olma arzusu vardır. Empati denilen insanın kendini başkalarının yerine koyma becerisini geliştirir. Tüm bu ve benzeri nedenlerle edebiyat görgüsünden geçmiş insanların hayat bilgisinde varoluşumuzu anlamlandıran zenginleştirici bir güç yatar. Bizi dünyanın çeşitliliği ile tanıştırır.

Edebiyat, bizim insanlara ve olaylara ilişkin ön yargılarımızı yıkmak konusunda iyi bir yol göstericidir. Odaklanma sorununun yaşandığı bu çağda Johann Hari’nin deyişiyle; dikkatimizin çalındığı bu çağda iyi edebiyat bize vites küçülttürür. Hızda kaybettiklerimize derinlikte ulaşmamızı sağlar. İyi yazılmış bir edebiyat metni okuduğunuzda salt bir anlatı okumuyor aynı zamanda bir hakikatle yüzleşiyorsunuzdur. Dipte derinde olan şeyleri görmeye uzakta olan şeyleri seçmeye keskinleşiyordur gözleriniz. Olayların durumların art planını görebilme yeteneğiniz gelişiyordur.

Edebiyat aynı zamanda bir yalnızlık eğitimidir. Değişen durumlara göre insanın yalnızlığı nasıl değerlendirebileceğini, nasıl işlevsel kılabileceğini öğrettiği gibi yalnızlığıyla nasıl baş edebileceğini insan için nasıl bir gelişme aracı olduğunu göstermesi bakımından da önemlidir.