Dünyanın içinde bir dünya: Kitap!

Edebiyata ve edebiyat yayıncılığına 40 yıldır emek veren şair, düşünür, çevirmen, denemeci Enis Batur, kitabın, yayıncılığın ve dilin asırlardır süren serüvenini ve bugünün dünyasında nasıl konumlandığını anlatıyor.

Yaşamlarımızdaki tüm kötü gidişatın ve karamsar tablonun, benim gözümdeki tek panzehiri, herkesin kendi işini olabildiğince iyi yapmaya devam etmesidir. Kitap dünyası kalabalık. Yayıncılar, kitabevleri, dağıtımcılar, çevirmenler, yazarlar, editörler, redaktörler, satış ve pazarlama bölümlerinde çalışanlar… Kitap nesnesinin bu dünyadaki varlığını ve gücünü sürdürebilmesi için çeşitli nedenlerle uğraşan insanlar var. Bunların bir kısmını ticari bir yaklaşımın içinde gördüğümüz için haksız yere küçümsüyoruz. Oysa bunun bir ticaret alanı olduğunu unutmamalıyız.

Ticaretin iyi yapılabilmesi için gereken koşullar arasında kitapların iyi yazılması, iyi çevrilmesi, yayına iyi hazırlanması ve iyi basılması var. Dolayısıyla, yayın dünyası sadece Don Kişoteks bir dünya değil; aynı zamanda gerçekçi de bir dünya. Koşulları ona bakarak değerlendirmeli ve ne tür bir serüvenin içinde olduğumuzu görmeliyiz.

Müzede plastik diller…

19. yüzyılın son çeyreğinde Paris’te bir antropoloji müzesi açılmıştı, yani bir “insan” müzesi. Antropoloji ve etnoloji alanında çalışanlar için bir dönemin önemli uğrak yerlerindendi. Fakat sonra, zamanla, perspektifinin ve donanımının yetersiz olduğu görüldü. “Beyaz adam” üzerine kurgulanması ve inşa edilmesi de eleştiriler almasına neden oldu. Bu gerekçelerle, 10 yıla yakın bir süre yeniden hazırlandı. Müzenin hem donanımı hem felsefesi sıfırdan düşünüldü, değiştirildi. İki yıl önce, aynı binada ama bambaşka bir zihniyetle yeniden açıldı.

Müzenin yeni halini gördüğüm zaman, en çok şu bölümden etkilendim: Son derece büyük bir duvardan plastik diller sarkıyordu. Yaklaştığınızda, bu plastik dillerin her birinin üzerinde, hangi dili incelediğinize, bu dili dünyada kaç kişinin konuştuğuna dair kısa bilgileri okuyabiliyorsunuz. Plastik dillerden birini çektiğinizde o dili sözlü olarak duyabiliyorsunuz. Aralarında milyonların konuştuğu ve bildiği diller de var, ama yeryüzünde sadece sekiz kişinin konuştuğu bir dil de var.

UNESCO’nun her yıl açıkladığı verilere göre, insanlık ne yazık ki, hemen hemen her gün küçük bir dünya dilini kaybediyor. Çünkü son konuşan ölüyor. Anadolu da bu maceradan nasibini aldı. 1992’de Ubıhça1 dili, onu son konuşan kişi olan Tevfik Esenç’in ölmesiyle birlikte, ölü diller arasına karıştı. Önemli bir Anadolu diliydi oysa.

Dil, bir kara kutu…

Diller kitap dünyasının ana aracını oluşturuyor. Bu dillerin bir kısmı, ne yazık ki sadece sözlü düzlemde yaşadığı için arkalarında bir bellek nesnesi bırakamıyor. Öte yandan, komşumuz Yunanistan’ı düşünelim. Eski Yunanca’nın insanlığa sağladığı düşünsel ve edebi mirası, bu mirasın önemini ve kalıcılığını…

Bir dil, çok büyük bir kara kutu olarak, bize bir şeyler devrediyor. Başka dillerle ilişkiye giriyor. Eski Yunan metinleri, dünyanın hemen hemen tüm dillerine çevrildi. O günden beri, bazı uygarlıkların, özellikle de Arap uygarlığının gelişmesinde önemli rol oynadı. Ardından, Arapça’dan Latince’ye çevrildiği için, Avrupa uygarlığını yeniden tetikledi. İnsanlığın ve uygarlığın gelişmesine, metinlerin dillerarası dolaşımının ve çeviri etkinliğinin pozitif katkısı çok önemli. Tüm bunların tam ortasında da “obje olarak” kitap duruyor.

Umberto Eco, “Araç olarak, çataldan iyisi yapılamadı,” der. Kitabı da bir anlamda çatal gibi görüyor, çünkü daha iyi bir formata oturtamadık. Yazı, kitap nesnesi olmazdan önce başka formlarda dolaşıma çıkmaya çalışmıştır; taş üstünde, cam üstünde vb. Ancak kitabın devreye girmesiyle, önce elyazması olarak, yaklaşık 2000 yılı aşkın bir süre dolaşıma çıkmış. Matbaanın devreye girmesiyle de daha yaygın kitlelere ulaşabilmiş.

Bağımlı yazar olmak

Nesne olarak kitap ve yayıncılık, etrafındaki tüm meslek dallarıyla birlikte, hâlâ yeryüzündeki bütün uygarlıkların ana birimi olarak varlığını sürdürüyor. Böyle bir alanda çalıştığımızı, böyle bir alanın parçası olduğumuzu unutmadan işimizi yapabilirsek, sanıyorum ki, insanlığa, ülkemize ve mesleki ortamımıza daha pozitif anlamda katkıda bulunma şansımız olur.

Zaman zaman ortaya çıkan tartışmalardan biridir: Yazarlara, hafiften de parmak sallayarak, bağımlı yazar olmaları tavsiye edilir. Görüşlerinizle ve yazdıklarınızla siyaseti etkilemeniz istenir. Bu yaklaşıma pek katılmıyorum. Her ne kadar kendimi bağımlı bir yazar olarak görsem de, bunu savunan yazarlara çok saygı duyuyor olsam da, bir yazarın, tıpkı yayıncılık alanındaki herkes gibi, ana sorumluluğunun ürettiği metnin kıymeti, değeri ve niteliği üzerine olduğunu düşünüyorum.

İşimizi ne kadar iyi yaparsak, ürettiğimiz metinlerin ve kitapların o kadar kalıcı bir etkisi olur. Hemen olmayabilir, çok sonraları gelişebilir. Yeryüzü tarihine dönüp bakıldığında, kimi kitapların yazıldıklarından 100-150 yıl sonra çok büyük etkiler doğurduğu görülür. Üstelik, dünyadaki büyük belaların yabana atılmayacak bir bölümü de kitaplardan kaynaklanmıştır. O kitaplar, bazen içerikleri, bazen de okunuş biçimleri nedeniyle insanların başına belalar getirmiş, mutsuzluğumuzun ya da acılarımızın temel unsuru haline gelmiştir.

Yayın “evi”

Kitap ve yayıncılık, kendi başına kutsanacak bir iş değildir. Önemli olan, onu nasıl yaptığımız, ne yönde ilerlettiğimiz ya da neler katmayı umduğumuzdur. Buraya kadar, karamsar bir bakış açısı getirmiş olabilirim. Ancak, kitaplar sevgi yoluyla, mesleki kriterlerine sadık ya da geliştirici etkide üretildiğinde, toplumun kalıcı refahına doğrudan etki edebilir.

Yayınevi sözcüğünün içindeki “ev” kavramının yer alış biçimi, bizim dilimize özgü bir durum değil. Anglosaksonlar publishing house derken, Fransızlar ise maison d’édition diyor. Her ikisinde de “ev” kavramı, yayın sözcüğüyle birleştiriliyor. Bir yayınevi, o yayınevinin çalışanları, yazarları ve çevirmenleri, kitabın ya da yazarın arka bahçesinde mukimdir. Kafka gibi ölmüş bir yazarın kitabını basıyorsanız, onun hayata devam etmesini sağlayan bir adım atıyorsunuz demektir.

Yayınevleri, bir kentin tek mahallesinde, yan yana kurulmuş, site gibi ortamlarda var olmuyorlar. Biri bir yanda, öteki bambaşka… Bir anlığına kendimizi soyutlayarak, bir haritanın üzerinde bütün bu “ev”leri yan yana dizecek olursak, ciddi bir yüzölçümü çıkacaktır karşımıza. Bu nedenle, Kitap Evi adlı romanımda yer alan, kitaba ilişkin gözlemlerim, bana ait değil, nesnel gözlemlerdir. Sonuç olarak kitap, dünyanın içinde bir dünyadır. İçinde yer aldığı, o daha büyük dünyayı olumlu yönde etkilemek için vardır.


  1. Ubıhça: Kuzeybatı Kafkasya’da Ubıhlar tarafından konuşulmuş olan ölü dil.