Eğitimcinin okuma ödevi
Ülkemizin önde gelen Türkçe eğitim uzmanlarından, Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Nermin Yazıcı, öğretmenin bir okur olarak edebiyatla arasındaki etkileşim evrenini anlatıyor.
1989 yapımı “Ölü Ozanlar Derneği” filminin öğretmen başkahramanı John Keating’i (Robin Williams) bu kadar unutulmaz kılan şey neydi? Öncelikle, öğrencilerinin kendi seslerini bulmalarını istiyordu. Özgür düşünmeyi, farklı bakış açılarını öğretmeye çabalıyordu. Öğrencilerinin, yaşadığı ânı bütünüyle duyumsamalarını ve kavramalarını sağlayacak bir olağanüstülük hissettirmenin yollarını açmaya çabalıyordu. Bunu da nitelikli edebiyat öğretimiyle ve sıradışı yöntemlerle yapıyordu.
Bu sıradışı öğretmenin en etkileyici yanlarından biri, okuduğu şeye dönüşebilme becerisiydi. Dizeler damarlarından akıyor gibiydi. Keating karakteri, filmin bir sahnesinde öğrencisine şöyle bir soru sorar: “Kitap okur musunuz, Bay Anderson?” Cevap, “Okumuyorum, eksikliğini de hissetmiyorum,” olur. Bunun üzerine öğrencisine, “Ama biz hissediyoruz,” der.
“Okuyoruz ama neyi, nasıl okuyoruz ?”
Tam da bu duyguyla Türkiye’de yapılmış bir araştırmadan söz etmek isterim. 2019 yılında yayınlanan Türkiye Okuma Kültürü Araştırması’na (OKUYAY – Türkiye Yayıncılar Birliği, KONDA) göre kitap okuyanlar nüfüsumuzun %42’sini oluşturuyor. “Son 3 ayda kitap okudunuz mu?” sorusuna 2008 yılında %70 oranında “hayır” cevabı verilirken, 2019’da bu oran %36’ya düşmüş.
Sayılar gösteriyor ki, Türkiye de okumadan sorunlarını çözemeyeceğini fark etmiş. Okuyoruz ama neyi, nasıl okuyoruz? Bu noktada, kişisel gelişim kitaplarının önemli bir bölümü oluşturduğunu görüyoruz.
Okuma oranlarında öne çıkan kişisel gelişim kitapları bize ne sunuyor, neyi telkin ediyor? Bu tür kitapların her şeyi mümkün gibi gösteren bir içe dönüş, olumlama, pozitif düşünce, karmayı tamamlama ve evrene mesaj yollama gibi bir repertuvarı var. Kendi içine dönmeyi, ama insanı, içinde yaşadığı dünyayı, sistemi ve toplumu anlama külfetinden kurtaran, aklını da karantinaya alan bir repertuvar. Bu akıl “kavramsallaştırma” becerisinin olmazsa olmazıdır. Kavramsallaştırmanın peşi sıra gelen soyutlama ve kategori geliştirme yetileriyse dünyadaki ilişkiselliği anlamamızı sağlar. Her şeyi somut olarak gözümüzle gördüğümüze bağlamak yerine, dünyadaki olayların bir bütün olarak birbiriyle nasıl eşleştiğine işaret eder.
Kavramları anlamak ve ilişkilendirebilmek…
Türkiye’de 2019’da 474 kadın cinayeti yaşandı. Bu, son 10 yılın en büyük istatistiği. Bu ölümleri kişisel gelişim diliyle nasıl açıklayabiliriz? “Karmalarını tamamlayamadılar, az daha olumlu baksaydı 30 yerinden bıçaklanmazdı,” gibi çıkarımlarda mı bulunacağız? Kavramsallığa erişememiş, dünyadaki ilişkiselliği görememiş biri gibi, “Vah vah, bir kötünün eline düşmüş, o yüzden böyle olmuş!” mu diyeceğiz ? Tüm bu olan biteni böyle açıklayabilir miyiz?
Dostoyevski pek çok romanını gazete haberlerinden ilham alarak yazıyordu. Çünkü o, olayların sinir uçlarının, neyle ilişkilendirilebileceğinin, nasıl bir kategoriyle işlediğinin farkındaydı. Bu nedenle gelmiş geçmiş en büyük yazarlardan biri olarak hâlâ gündemimizde. Kişisel gelişimle ya da kültürün dayattığı ağızla konuştuğumuzda, “toplumsal cinsiyet” gibi bir kavramı göremeyiz, kültürümüzün kadın üzerinde yarattığı algıyı değiştiremeyiz.
Kültürden akan bu bilgiye karşı çıkan şey sanattır. Kültür bize yapılan bir şeyken, sanat bizim kültüre yaptığımız bir şeydir. “Böyle gelmiş böyle gitmez,” diyebilmektir. Bir çelişkiyi açığa çıkarmaktır. Dünya tarihi bunlarla dolu değil midir? Yönetim biçimleri değişirken, değerler değişirken, kendi dünyamızın değerlerine uygun kültürden akan bilgiye ancak sanat eserleriyle müdahale etmek mümkündür.
Bunun en iyi örneklerinden biri, Orhan Kemal’in 1968’de tefrika ettiği, 1986 yılında yayımlanan, hatta sonra filme de uyarlanan Tersine Dünya romanıdır. Kemal bu kitabında, kadın erkek rollerini değiştiriyor; bir sanatçı olarak bu rollerin sentetik olduğunu ve yarattığı karmaşayı gözler önüne seriyordu. Dünyada olan biteni gerçekten anlamak gibi bir niyetimiz varsa –ki olmalı– bu anlayış ahlaklı olmalı. Ahlaklı olmak, anlama fırsatını kullanmaktır. Dolayısıyla, kavramsal bakışımızı zenginleştiren ve dünyayı anlamamızı sağlayan türlere daha fazla ilgi göstermeliyiz.
“Kültür bize yapılan bir şeyken, sanat bizim kültüre yaptığımız bir şeydir.“
Enis Batur’un Gövde’m’i kavramsal olarak sanattan modaya, poetik imgeden tüketim katedrallerine ve bedenin dilbilgisine kadar oldukça zengin bir kitaptır. Metin Üstündağ’ın Denemeyenler, Gündüz Vassaf’ın Cehenneme Övgü ve Murathan Mungan’ın Bir Kutu Daha adlı deneme kitapları bu bağlamda önemli kaynaklardır. Okumaktan kaçan gençlere, “Kitaptaki ilk denemeyi okuyun gelin,” denildiğinde, tüm kitabı okuyup gelirler. İyi ve nitelikli kaynaklar seçip onları doğru yönlendirmek çok değerlidir.
Genişletilmiş bencillik…
Kimin ağzıyla konuşuyoruz? Bildiklerimizi nereden biliyoruz? Bildiklerimiz hakikaten bilmeye değer şeyler mi? Karikatürdeki anne, temizlik işçisini işaret ederek, “Okumazsan, sonun onun gibi olur,” diyor. Bu yaygın bir sorun, herkes kendi çocuğunu seviyor. Sevmesinin nedeni, onu doğurması ve “sahibi” olması. Literatürdeki adıyla, “genişletilmiş bencillik”.
Sevmek, birinin yararına, onun serpilip zenginleşebileceği ve gelişebileceği bir mekân yaratmaktır. Bunun yerine, “Ben doğurduğumu seviyorum,” demek çok ciddi bir sorundur. Bencilliğimizi değil, benliğimizi genişletmeliyiz. Diğer karikatürdeki anne, “Okursan, o insanlar için başka bir dünya yaratabilirsin,” diyor. Bu da bir bakış açısı ve dil kullanımı.
Bilmek, anlamak ve emek isteyen o doygun erinç, değerli bir mutluluğun başlangıcı olabilir. Memnuniyetten söz etmiyorum. Mutluluk iyi şeyler yapmakla ilgilidir, salt iyi şeyler hissetmek değildir. Hazdan farklıdır ve mutlaka biriyle birlikte yapılan bir şeydir.
“Hayat bir yerde değil, insanda olur.”
Goethe, “Mutlu tek bir hafta dahi hatırlayamasam da çok mutlu bir yaşamım oldu,” diyor. Üstelik kitaplarıyla birçok kişiye de farklı anlamlarda sebep oldu. Genç Werther’in Acıları’nı yazdı; bazı okurları intihar etti… Faust’u (Şeytan) yazdı. Anlamanın, anlatmanın ve dünyayı iliğine kadar hissetmenin erincine vardı.
Sessizliğin, duyarsızlığın ve kayıtsızlığın konforunda geçen bir mutluluk mu ister insan? Mutluluk; sıkıntı, üzüntü, acı ve gerilimin olmadığı bir yaşamın değil, onlara direnerek, onlarla mücadele ederek ve onları aşarak geçen bir yaşamın sonucudur.
“İyi insan, hayattan aldığını misliyle hayata veren insandır.”
Kısacası, kişisel gelişim kitapları bize dünyaya katlanmayı öğretir. Oysa ben dünyayı değiştirmek ve dönüştürmek aracılığıyla paylaşılan mutluluktan bahsediyorum. Bunu en iyi yapan yazarlardan biri Halikarnas Balıkçısı’ydı. 1961’de yayımlanan anı türündeki kitabı Mavi Sürgün’deki “Sabırlık Çiçeği ve Tarla Kuşu”nun hikâyesinde şunu anlatır: Tarla kuşu, ötüşü güzel olduğundan ve daha çok ötsün diye gözüne topluiğne batırılıp kafese konulan bir hayvanmış. Karanlığı anlayamayan ve gözünü daha çok tırmalayan kuş, daha çok bağırır ve öte öte ölürmüş. Sabırlık çiçeği, çöl çiçeğidir. 40 yılda bir kez çiçek açar, açtığı anda da ölürmüş.
Bu ikisine benzetir kendisini Halikarnas Balıkçısı. “Onlar da insanlara benzerdi. İyi insan, hayattan aldığını misliyle hayata veren insandır,” der. O zamanların karanlık Bodrum’unda çevresindekiler, “Bodrum’da hayat yok, orada yaşanır mı?” diye sorduğunda, “Hayat, bir yerde değil, insanda olur,” cevabını verir.