Fırtına kuşları gibi öğretmenler…
Usta sanatçı Ahmet Mümtaz Taylan, öğretmenlik mesleğinin hem kendi yolculuğunda hem de toplumda bıraktığı izdüşümlerini yorumluyor, eğitim anlayışına ilişkin gözlemlerini paylaşıyor.
On yaşında bir arkadaşım var. Zaman zaman buluştuğumuzda, karşılıklı oturur, o sıcak çikolatasını içerken ben de kahvemi içerim ve birbirimize yeni duyduğumuz şakaları yaparız. Son buluşmamızda arka arkaya iki şaka paylaştı. Birincisi şöyle: “Alo, polis mi?” / “Evet, buyrun.” / “Etrafımda iki yüz kadar ceset var.” / “Nerdesiniz?” / “Mezarlıkta.” Güzel… İkinci şaka da şöyleydi: “Alo, polis mi?” / “Evet, buyrun.” / “Burda zorla tutuluyorum.” / “Nerdesiniz?” / “Okulda.”
Ben, Isparta’nın Eğirdir ilçesinin Şarkikaraağaç beldesinde, henüz beş yaşındayken ikinci sınıftan okula başladım. Eğirdir’de başladığım ilkokulu Ankara’da bitirdim. Ankara’da başladığım ortaokulu İzmir’de bitirdim. İzmir Karataş Lisesi’nde okudum. Sürekli okul değiştirmemin nedeni, babamın mesleğiydi. Kendisi hukukçu ve maden işletmecisiydi. O zamanlar madencilik, şimdiki gibi holdinglerin elinde değildi, daha küçük ölçekli bir işti. Bu yüzden çok fazla gezdik. Türkiye’nin farklı bölgelerinde çok farklı okullarda okudum.
“Arkadaş edinmeye zamanım yetmedi.”
Arkadaşlar edinmeye çalıştım, ama zamanım bir türlü yetmedi. Tam birini bulup arkadaş edindim derken, başka bir yere göçmemiz gerekirdi. Sokağa kolay çıkabilen bir çocuk değildim. Çelimsiz ve sık hasta olan bir çocuktum. Yemek sorunum vardı, sinüzit sorunum vardı… Kolay kolay sokağa bırakmazlardı beni. Babam elinde vitamin iğneleriyle peşimde gezerdi.
Bundan dolayı, iki tür arkadaşım oldu. Birincisi; babamın ve annemin genişçe sayılabilecek kitaplığından okuduğum kitaplardı. Çok küçük yaşta okuduğum için anlamadığım Şevket Süreyya Aydemir’in sekiz ciltlik koleksiyonu gibi. Diğer arkadaşlarım da öğretmenlerimdi. Sokağa çıkan ya da çıkartılan bir çocuk değilseniz, zamanınızı en çok evde ve okulda geçirirsiniz.
Yerlisi olmadığım yerel kültürlerin içinde, gelip geçici ve yabancı bir çocuk olarak büyüdüğüm için konuşabildiğim, konuştuğunu anlayabildiğim ve yoğun ilişki kurduğum kişiler hep öğretmenlerim oldu. Onlar hem benim öğretmenlerimdi, hem de içimdeki gizli bir yerde benim arkadaşlarımdı. En çok iletişim kurduğum insanlardı.
Okul sevmem, ama öğretmenleri çok severim. Şakasını paylaştığım küçük arkadaşım da okullara bayılmıyor galiba, ama öğretmenlerini seviyor. Öğretmen önemlidir.
“İki basamaklı merdiveni, elinde sopası…”
İzmir’deki ortaokul yıllarımda Hulusi Şallıoğlu adında bir matematik öğretmenimiz vardı. Okulun en korkulan hocasıydı. Cam gibi beyaz teni, üzerinde manasız derecede uzun ve beyaz bir önlükle… Kaşı yok, saçı yoktu, ama kırmızı bir sopası vardı. Asla bir öğrenciye kaldırdığı görülmemiştir onu. Büyük ve kalabalık bir tahtası vardı. Modern matematik öğretiliyordu, ama Hulusi Hoca 70 yaşındaydı. İki basamaklı merdiveni ve elinde sopasıyla devasa tahtanın her yerine erişirdi. Ondan neden korkulduğunu hâlâ bilmiyorum.
Orta ikinci sınıfa kadar matematiği zayıf bir öğrenciydim. Hulusi Hoca hayatımıza girdikten sonra matematiği hızla öğrendim, benimsedim ve sevdim. Çünkü matematiği bir oyun olarak anlatıyordu. Doğru soruyu sormak, soruyu anlamak, anlamadan çözmemek ve bulmaca gibi çözmek eğlenceli gelmeye başladı. Hulusi Hoca’nın herkesi ürküten, ama bende “duruluğa” karşılık gelen o duruşu çok etkiliydi. Hocanın, kırmızı sopasının ve muazzam anlatımının dışında hiçbir şey dikkatimizi çekemiyordu. Liseyi bitirdikten sonra, ilk üniversitem olan iktisat fakültesine onun attığı temelle girdim.
Aynı okuldaki edebiyat hocamız Orhan Tekne epey şiveli konuşurdu. O zamanlar biz birbirimizin nereli olduğunu öğrenmeye o kadar meraklı değildik. Shakespeare’in adını telaffuz edemezdi, ama o, yüzündeki şark çıbanıyla Anadolulu bir Shakespeare’di benim için. Edebiyatı sevmeye, okumaya, anlamaya olan düşkünlüğümü onun sayesinde kazandım. Hikâyeleri, romanları ve şiirleri büyük bir aşk ve tutkuyla, derinlemesine anlatırdı.
55 yaşıma kadar bu iki hocamın öğretisiyle çok sıkıntı çekmeden geldiğimi söyleyebilirim. Biri hesap yapmayı, diğeri de estetiği, güzelliği ve inceliği öğretti. Onca yıldır bu kadar iş yapabildiysem, kızım şu an ABD’de sinema okuyorsa ve üç evlilik yapıp hâlâ aklımı kaybetmediysem onların payı büyüktür.
Farklılıkları seven, koruyan, kollayan fırtına kuşları…
Fırtına kuşlarını bilir misiniz? Açık denizlerde, konacak hiçbir kara parçası ya da geminin olmadığı derin ve büyük sularda uzun mesafe uçabilen kuşlar. Ben eğitimi denize, öğretmenleri de fırtına kuşuna benzetirim. Hakikaten de fırtına kuşları gibi öğretmenler var. Aşağıda ne tür bir tehlike ya da baş edilemeyecek bir derinlik olursa olsun, yukarıda mutlaka ne yapacağını bilen öğretmenler de var. Benim hayatımdan iki fırtına kuşu geçti. Ne aklımdan ne kalbimden hiçbir zaman çıkarmadım onları.
Benim gibi öğrenim gördüğü yerin yerlisi olmayan, evdeki eğitimi farklı, sınıfsal ve ekonomik açıdan farklı, geleneği göreneği ya da inancı çok farklı olabilen bir sınıf dolusu öğrencinin karşısında, bütün bu çeşitliliği göğüslemeye çalışan bir fırtına kuşu!.. Umuyorum ki, her sınıftaki öğretmen fırtına kuşu olsun. Her gün birbirinden çok farklı 80 çocuğu, birbirine benzetmeden ve ailesi tarafından verilen can suyunu kurutmadan, her gün yeni şeyler öğrenmenin yolunda yürüten birer fırtına kuşu…
“Eğitim, dünyanın çoğu yerinde güdümlü bir iştir, ama öğretmen öyle değildir.”
Amaç ne; hepsi birbirine benzemesin. Çünkü hepsinin birbirine benzemesi iyi bir şey değil. Birbirine benzeyen ve birbirinin aynı olan insanlarla birlikte yaşamak ister miydiniz? Yeniliğin, çelişkinin, anlaşmazlığın ve bilinmezliğin heyecanı, birbirine benzemeyenler arasında cereyan eder. Bir futbol takımı birbirine benzeyebilir, ama sınıftaki bütün öğrencilerin birbirine benzemesi ne kendilerinin ne de ülkelerinin geleceği için hayırlıdır.
Farklılıklar… Demek ki farklılıkları seven, koruyan, kollayan, bundan ayıp, günah sonucu çıkarmayan ve onlara saygı duyan fırtına kuşlarına ihtiyaç var.
“Bir öğretmen, hayat boyu öğrencidir.”
Kanatları geniş, gücü kuvveti yerinde bir çocuk, ömür törpüsü olabilir. Ben iki tane yetiştirdim, biri müzisyen, diğeri de sinemacı olacak. Hayatınızın en güzel ve en önemli parçaları, ama sizi insanlıktan çıkarabilirler. Bunlardan 80 tanesini her gün bir arada tutmak, bozmadan, eksiltmeden ve hatta üzerine biraz daha ekleyerek evlerine gönderebilmek zor zanaat.
Her şeyin sistematik olarak değiştiği eğitim sisteminin içinde öyle biri var ki, bütün bunlardan etkilenmeden, bu ülke için, aileler için, kendileri için bir şeyler öğretmeye çalışan, eski çağlardan kalma bilge bir insan tipi: öğretmen. Eğitim, dünyanın çoğu yerinde güdümlü bir iştir, ama öğretmen öyle değildir. Eti bir makineye sokup öteki taraftan sosis olarak çıkarmaya dayalı bir dünyada yaşıyoruz. Bu oyunu öğretmen bozar, tek bir öğretmen. Bir öğretmen; oradan sosis olarak çıkmanı bekleyen eğitim sistemine inat, soru soran, itiraz eden, merak eden ve hayal kuran bir genç yaratabilir. Eleştiri sunabilen gençleri ancak bir öğretmen yetiştirebilir.
Neye rağmen? Ailelerin iyi ya da kötü, olumlu ya da olumsuz, eksik ya da fazla yanlarına rağmen. Eğitim sisteminin düzensizliğine ve istikrarsızlığına rağmen. Günlük hayatın bütün zorluklarına rağmen. Sadece bu “rağmen”lerle mücadele etmeyen, ev geçindirmekle, hayatta kalmakla da uğraşan biri. Kendini sürekli inşa etmek zorunda olan, öğretebilmesi için yeni şeyler öğrenmesi gereken biri. Bir öğretmen, hayat boyu öğrencidir.
“Dünyayı değiştirebilecek güçte öğretmenler !”
İçinde muazzam bir özgüven ve tuhaf derecede meslek aşkı olması gereken biridir öğretmen. Marifet iltifata tabidir, ama o iltifat hiçbir zaman gelmez. Ama o marifeti yine de göstermeye devam eder öğretmen. Çünkü o sınıftakiler birkaç insan değil, bu ülkenin geleceğidir. Onlardan sorumlusundur ve bu çok zahmetli bir iştir. Bu işi iyi yapan, bir ülkenin kaderini değiştirebilir. Benim kaderimi değiştiren öğretmenlerim gibi. Daha önce sözünü ettiğim Hulusi ve Orhan Hocalar gibi. Feyza Hepçilingirler de Karataş Lisesi’ndeki öğretmenlerimden biriydi. Hem şahane bir öğretmen hem de müthiş bir edebiyatçıdır. İyi bir öğretmenin, hangi siyasi görüşe ve referanslara yakın olursa olsun her şeyi değiştirebileceğine, belirli süreçlerde ülkenin kaderine etki edebilecek güce sahip olduğuna inanıyorum.
Ben merak eden çocuklar yetiştirmeye çalıştım. Çocuklarımın öğretmenlerinden, okudukları okullardan da beklentim bu duyguyu söndürmemeleri oldu. Hayal kurabilen, merak eden, önyargısız çocuklar yetiştirmek bizim elimizde.
“Bu işi iyi yapan, bir ülkenin kaderini değiştirebilir. Benim kaderimi değiştiren öğretmenlerim gibi.”
Her meslekte olduğu gibi bu meslekteki iyiler de dünyayı değiştirebilecek güçteler. Dünyayı değiştirebilecek insanları saygıyla selamlıyorum. Merak eden çocuklar yetiştirmenin, yüksek matematikten bile önemli olduğunu düşünüyorum. Birini bilgiyle doldurmaktan ziyade, bilgiye ulaşmanın ve onu kullanmanın yollarını öğrenmiş genç bir insanın önemsenmesi, ona saygı gösterilmesi gerektiğine inanıyorum. Genç insana, gelmekte olana, yeni modele, bizden daha iyi ve geniş kapasiteli olana saygı göstermekten söz ediyorum. Bu, sadece dört yıllık eğitimle ve iki yıl formasyon almakla ilgili bir şey değil, alçakgönüllü ve bilgili biri olabilmekle ilgili bir şeydir. Bu bir ülkü meselesidir ve iyi öğretmenler, ülküsü olan insanlardır.