Öğretmeni öğrenciye bakarak görmek

Avrupa edebiyatının güçlü ve özgün kalemlerinden Zoran Drvenkar, yazın yolculuğu, Berlin yaşamı, sansür ve öğretmen – öğrenci ilişkisi gibi pek çok konudaki görüşlerini Keçi’yle paylaştı.

Söyleşi: Halil Türkden

Bir zamanların Yugoslavya’sında, bugünün Hırvatistan’ında Krizevci’de doğdun, ama hayatının büyük bölümü Berlin’de geçti. Kendi dilinde yazamaman ve göçmen olman yazarlığını etkiledi mi?

İnsanlar sürekli bu soruyu soruyor. Çünkü, Yugoslavya gibi bir yerden Berlin’e gelmek herkese garip geliyor. Ama çocukken bir sorun yoktu. Türkler, Yugoslavlar ve Almanlar bir arada mutluyduk. Elbette o zamanlar sürekli kovalamacalar, sataşmalarımız oluyordu, ama mutluyduk, hepimiz aynıydık. Ait olmadığınız bir yerde yaşadığınızda edebiyatınız, kaleminiz etkilenebilir; ama ben oraya aittim. Berlin benim evimdi. O nedenle oradaki yaşam tarzı yazdıklarımı çok etkilemedi. Aynı şey dil için de geçerli. Almanca benim düşünce dilim oldu ve anadilimde yazmayı özlemedim, Almanca daha kolaydı.

Berlin’de büyüyen ve yaşayan bir yazar olarak, kentin çokkültürlülüğü ve farklılıkların bir aradalığı seni nasıl etkiledi? Örneğin, Berlin Duvarı’nın yıkılmasının yazın yolculuğunda nasıl bir etkisi var?

Duvarın batısında yaşıyordum, ama hiçbir zaman duvarı kabul etmedim. Doğuya bakınca hiçbir zaman duvar görmedim. Benim için öyle bir duvar var olmadı. Sanırım hayatımızdaki bazı şeylerin üstesinden, kabul etmeyerek, benimsemeyerek gelebiliriz. Elbette duvarın yıkılması hepimizi sevindirdi, insanların kucaklaşması harikaydı, ama arada duvar olup olmaması hiçbir zaman umurumda değildi.

“Kitapları değil, o kitaplardaki düşünme şeklini kopyaladım.”

Çocukluk ve gençlik yıllarında neler okudun? Seni besleyen kaynaklar nelerdi? Senin için kitaplar seçen, rehberlik eden birileri var mıydı?

Beni besleyen pek çok kaynak vardı, onlar olmasa şimdi burada olamazdım. Sadece yazar olarak değil, birey olarak da buralarda olamazdım. Okumaya beş yaşında başlamıştım ve 11 yaşına kadar kütüphanedeki tüm kitapları okumuştum. Ucuz, içinde bolca çıplaklık olan, 60 sayfalık romanlardı çoğu. Biraz büyüdüğümde daha ciddi kitaplar aldım elime. “Sen bunu okursan daha iyi olur,” ya da “Bunu okumasan iyi olur,” diyen kimseler yoktu çevremde. Her şeyi okudum.

Ailem bırakın kitap okumayı, kendi köşeme çekilip çok kitap okuduğum için kızar ve kitabı elimden alırdı. Okuyacağım kitapların seçiminde, nasıl bir insan olacağım konusunda hiç kimse beni bir şeylere itmedi.

Ne yaptıysam yalnızca yapmak istediğim için yaptım. İlk şiirimi yazdığımda da aynısı oldu. Belki çok kötüydü o şiir, kimse okumadı ve ilgi göstermedi. Hayatım boyunca ne istiyorsam onu yaptım; şiir yazmak istedim, yazdım ve ben çok beğendim. İstediğim yoldaydım çünkü. “Birileri okusun” motivasyonu bir yazar için tehlikelidir.

Okuduğum kitapları değil, o kitaplardaki düşünme şeklini kopyaladım. Her yazar da bunu yapmalı. Başkalarının yazdıklarından çok, nasıl yazdıklarından öğreneceğimiz çok şey var. İlk yazmaya başladığım zamanlar, yazdıklarımın %90’ında o yazarların etkisi vardı. Ama şimdi tam tersi bir durum var. Bugün yazdıklarıma bakıldığında, başka yazarların etkisi %10 oranında. Çünkü bu süreç kendi yazınımı, kendi tarzımı geliştirmemi sağladı.

Klasikler parfüm gibi…

Klasiklere yaklaşımın nasıl? Gençliğinde klasik okumayı sever miydin? Çağdaş edebiyat eserleri senin için nerede duruyor?

Aslında yazılan şeyin çağdaş ya da klasik olmasını zamansal olarak ayırmıyorum. Düşünme biçimi önemli yazarın. Bu düşünme biçiminin hangi zamana ait olduğu önemli. Çağdaş edebiyattaki düşünme biçimi gerçekten çağdaş. Üstelik, hikâyenin gerçekliğini hissettiriyor okura.

Klasikler parfüm gibi. Kokusunu alabiliyorsunuz, ama gerçekliğini hissedemiyorsunuz. Bana klasikler hiçbir zaman gerçekmiş duygusunu vermedi. Zaman, mekân ve yaşam şekli olarak çok uzakta hissettim. Klasikler içinde Dostoyevski’yi ayırırım, onun kokusu çok başka, gerçek kokuyor yazdıkları. Hikâyeyi yazma ve düşünme şekli hep çağdaş kalacaktır.

Sıradan bir birey olarak Zoran’ı yazar yapan şey nedir? Kendi okurun olsan neler gözlemlerdin “yazar” kimliğinde?

Hayatımda yaptığım hatalar, doğruya ulaşma yolculuğum, bir daha hata yapmamak için gösterdiğim özen, arkadaşlıklar, dostluklar, yakınlıklar ve aşk, beni yazar yapan şeylerin başında geliyor. Bunların bir karışımıyım aslında. Edebiyat öyle bir şey ki, kötü karakterlerimde bile ben varım.

Çocuklar, gençler ve yetişkinler için de yazıyorsun. Örneğin, Soğuktan Korkmayan Tek Kuş yaşı olmayan bir anlatıya sahip, ama çocuklar için yazdığın bir kitap. Hikâyenin hangi yaş grubuna akabileceğini, dokunabileceğini nasıl keşfediyorsun?

Çocuklar için yazmayı hiç düşünmedim. Karakterlerimi düşündüm ve bu karakterler çocuk edebiyatının içine aktı. Çocuklar, gençler ve yetişkinler için yazmak zorluklara yol açmıyor. Sonuçta karakteri düşünüyorum ben. Ama aynı dönemde iki farklı kulvar için yazmak çok zor, yapamıyorum bunu. Üzerinden biraz zaman geçmesi gerek.

En çok hangi yaş grubuna yazmak istiyorsun?

6 -10 yaşlar arası, çocukların dünyayı keşfetme yılları. 11’den itibaren umut etmeye, âşık olmaya, kavga etmeye ve çeşitli yaralar almaya başlıyorlar. Bu nedenle 8 -16 yaş arasına yazmayı seviyorum. Onların bu yolculuğunda, hayata ilişkin ilk gerçek deneyimlerinde onlara eşlik etmek harika. Bu gruba yazarken ilk düşündüğüm şey de umut, çünkü tam da bu yaşlarda umuda ihtiyaçları var. Onlarla aramda kurulan dil ve onların benim dilime güvenmeleri de iyi hissettiriyor.

Kütüphanecinin işi ne?

Türkiye’de her alanda sansür ve otosansürün kıskacında yaşıyor, üretiyoruz. İyi örnek olarak genelde Batı gösteriliyor. Batı’da sansür ve otosansüre dair gözlemlerin var mı? Edebiyata etki eden bir sansürden söz etmek mümkün mü?

Bu konu iki yönlü. Bir yanda yayınevleri var. Yayınevleri yazara ne istediğini söylemeli. Başarılı bir kitap için yazarı iyi bir yolda yürütmeli. Yazar ve yayıncının karşılıklı mutlu olması lazım, iyi kitap ancak öyle gerçekleşir. İşin diğer yanında da, para kazanmak var. Öncelikle para kazanmayı düşünen, çocuklara hep bir şeyler öğretme kaygısında olan yayıncılar ve yazarlar var ne yazık ki.

Kitaplarımdan birinin son 20 sayfasında iki genç erkek bir kadını aşağılıyor ve sonra birbiriyle cinsel ilişkiye giriyorlardı. Kitabım bittiğinde editörüm keyifle okuduğunu, ama son 20 sayfayı çıkarmak zorunda kaldıklarını söyledi. “Nerede bu 20 sayfa?” diye sorduğumda, “O kısma ihtiyacımız yok, kitap böyle de güzel,” demişti. Daha sonra anladım ki, kitabım liseli öğrencilere okutuluyormuş, editörüm o nedenle böyle bir eleştiride bulunmuş. Kitap basıldıktan sonra, o bölümün çıkarılmasına izin verdiğim için mutluydum. Liseli bir çocuğun bu kadar saldırgan bir içeriğe ihtiyacı yoktu. Ayrıca, bir editörle çalışıyorsanız eleştirilere açık olmalısınız.

Sansür konusunda, ABD ve İngiltere çok korkunç. Almanya’da işler daha sağlıklı ilerliyor ve rahatsız edici bir sansür yok. Amerika’daki bir yayınevi, bir kitabımın haklarını satın almıştı ve kitap İngilizce’ye çevrilirken bazı bölümleri kesmek istediklerini söylemişlerdi. İki genç kadın birbirine âşık oluyor, kitabın kısa bir bölümünde romantik bir anlarını anlatıyorum. Kitapta hiçbir biçimde saldırgan ve zedeleyici ifadeler yoktu. Amerika’daki yayıncılar kitabı kütüphanelerin de satın alması için o bölümü çıkarmak istediklerini söylediler. Kütüphaneler kitaplardaki seks sahnelerini mi tarıyorlar? Bu mu kütüphanecinin işi?

İyi öğretmeni öğrenciye bakarak görmek

Yaşamöyküne bakıldığında, okuldan ve eğitim sisteminden pek haz etmeyen bir öğrenci olduğun görülüyor. Bugünün eğitim sistemini düşününce öğretmenlere bir mesajın var mı?

Okuldan nefret ederdim. Öğrencilik yıllarımda okul sınırları içinde olmak bile beni korkutuyordu. Şimdi bir yazar olarak çocuklarla okul buluşmalarımızda iyi öğretmenler de olduğunu, bazı okulların bu işi başardığını görüyorum.

Nasıl mı anlıyorum? Öğretmenlere bakarak değil, çocukların tepkilerine bakarak anlıyorum. Sorularıma ve örneklerime verdikleri cevaba bakarak… Bu buluşmalar halen kötü olan eğitimcileri de gösteriyor. Kitaplarımın eğlenceli kitaplar olduğunu herkes biliyor. Onlarla buluşmalarımızda kitaptaki örnekler üzerinden şakalaşıyorum, ama bazı çocuklar o kadar kapana kısılmış, o kadar katı bir eğitimden geçmiş ki, ne yapsam gülmüyorlar. Eğlenceli sorular soramıyor, hatta soru sormaktan korkuyorlar.

Nasıl sevebilirim ki böyle bir sistemi? Nasıl bir insan olacağıma karar veren sistemden yıllarca uzak dururken, kitaplarımı okuyan çocukların makineleştiğini, tektip bireyler haline geldiğini görünce, eğitim denilen kavrama olan öfkem daha da artıyor.

Öğretmenlere ilk önerim, dikkatli olmaları. Çünkü bir “şey” değil; bir insan yetiştiriyorlar. İyi bir insan olma yolunda onlara yoldaşlık ediyorlar. Çok sabırlı olmaları, umutlarını hiç yitirmemeleri gerek.