Öğretmenlikten edebiyata bir ömür…
Yarım asrı aşkın yazarlık verimiyle, çocuk ve gençlik edebiyatımızın öncü isimlerinden Gülten Dayıoğlu, öğretmenlikten edebiyata uzanan yolculuğunda birikenleri eğitimcilerle paylaşıyor.
50 yıldır okullarda, kitap ve okuma konulu söyleşi ve imza günlerine katılıyorum. Tüm ülkeyi kapsayan bu buluşmaların tadımlık bile olsa katılanlarda iz bıraktığını umuyorum. Yıllar sonra o çocuklar, saygın beyefendiler, hanımefendiler olarak yurdumun herhangi bir yerinde, karşıma çıkıveriyor. Birlikte, o tek günlük buluşmayı sevinçle anıyoruz. Ne var ki, ülke çapında hizmet veremediğim öğrenci kesimlerini düşündüğümde, sevincim kursağımda kalıyor. Elbette her davete olumlu yanıt verebilmem olanaksız. Tek avuntum, kalemime güvenen, değerbilir öğretmenlerimiz sayesinde, eserlerimin yurt genelinde öğrencilere okutuluyor olması. İşte bu yaklaşımla yararına içtenlikle inandığım, olmazsa olmaz nitelikte gördüğüm kavramlardan kısaca söz etmek istiyorum.
Çocuk ve genç, neden kitap okumalı?
Kitap zihnin besinidir. Sürekli tükettiğimiz besinler, fiziksel yapımızı geliştiriyor. Ama zihinsel, ruhsal, kültürel, sosyal yapımız, yetersiz beslenme nedeniyle güdük kalıyor. Belli bilim dallarının temellerini oluşturan örgün öğretim araçları, yani ders kitapları, eğitsel açlığımızı kesinlikle doyuramıyor. Bu durumda beslenme dengemiz bozuluyor. Oysa fiziksel ve zihinsel beslenmemiz eşit olmak zorunda. Tek kanatlı bir kuş uçabilir mi?
Zihinsel beslenme eksikliği, ancak nitelikli romanlar, öyküler, şiirler, tiyatro oyunları, masallarla giderilebiliyor. Ayrıca, düşünce, sohbet, gezi, araştırma-inceleme yazıları gibi kitaplar zihinsel beslenme eksikliğinin temel kaynaklarını oluşturuyor. Okuma alışkanlığı, etkin, düzenli ve eğitsel uygulamalarla, bebeklikten itibaren, çocuklukta kazanılıyor ve yaşam boyu sürüyor.
“Zihinsel beslenme eksikliği ancak, nitelikli romanlar öyküler, şiirler, tiyatro oyunları, masallarla giderilebiliyor.“
Bu alışkanlık, giderek kitap okuma eylemini, yaşam biçimi edinmemizi sağlıyor. Bu adanmışlık bizlerde, hayatı, insanı, dünyayı, doğayı, kâinatı sürekli okuma bilinci oluşturuyor. Çevremize karşı at gözlüğüyle bakma kısırlığından kurtuluyoruz. Fiziksel ve zihinsel donanımını eşit olarak edinebilmiş insanlar, evrensel boyutta, insanı insan kılan ilkeleri benimseyip içselleştirmiş oluyor. İnsan ömrü sınırlı olduğu için, böylesine yaşamsal bir kazanım, deneye dokuna, yaşaya yaşaya değil, ancak kitap okuyarak elde edilebiliyor.
Yetenekli ama taşralı!..
Ben Kütahya’nın Emet ilçesinde doğdum ve ilkokul 5. sınıfa kadar da orada büyüdüm. Oradaki öğretmenim, yazılı anlatım ve kompozisyon ödevlerime bakar, “Sen yetenekle doğmuşsun,” diyerek beni yüreklendirirdi. Yazma ateşi ilk o zaman düştü içime. 5. sınıftan sonra İstanbul’a taşındık. Nişantaşı Ortaokulu’nun (Bugünkü adı Nişantaşı Nuri Akın Anadolu Lisesi) birinci sınıfında, Türkçe dersinde bir gün içeri müfettiş girdi. Hocamız dilbilgisi dersine devam ederken, müfettiş gelip yanıma oturdu. Defterlerimi karıştırdı; derken, “Niye geldiniz Kütahya’dan?” diye sordu. “Bilmiyorum,” diye kekeledim.
Zil çaldı. Öğrenciler dışarı çıkarken tokamla, saçımla ya da çorabımla alay etmeye başladılar. Herkes sınıftan çıkınca, öğretmenim omuzumdan tuttu ve müfettişe dönerek, “Efendim, size bu çocuğu tanıtmak isterim. Doğuştan yetenekli ama taşralı,” dedi. İkisinin de gözlerinin içi gülüyordu. “Aile bu çocuğa destek olacak nitelikte değil,” diye ekledi. Doğru söylüyordu. Annem okuma yazma bilmeyen, parmak basabilen bir kadındı, babam da Rüşdiye Mektebi’nde ikinci sınıftan ayrılmış bir esnaftı. Müfettiş Bey bu soruya hazırmış gibi gülümsedi ve, “Bu çocuğa yardım etmenin tek yolu var. Ona okul kütüphanesinin anahtarını verin, hem temizlesin hem de okusun,” dedi. Üç yıl bende kaldı o anahtar, yaz aylarını da orada geçirdim. Bir gün öğretmenim, “Gülten, o beyefendi kim, biliyor musun?” diye sorduğunda, olanca taşralılığımla “Cık,” demiştim. O da bana, “Reşat Nuri Güntekin,” cevabını vermişti.
“Sizi seviyorum Cevdet Ağabey!”
Sonraları birkaç kez yazıştık Reşat Nuri Bey’le. Durumumuzun uygun olmadığını ifade ettiğimde, geçim yolu arayan bir Anadolu ailesi olduğumuzu anladı; “Kızım, bu okulu bitirdiğinde, sana Adana Kız Lisesi’nde yatılı öğrenim olanağı sağlayacağım,” dedi. O yıllarda babam zaten hayatımızdan çıkmıştı. Annem uzağa gitmemi istemediği için ikimiz birlikte savaş verdik ve Fındıklı’daki Atatürk Kız Lisesi’ne yazıldım. Oradan mezun olup iki yıl da hukuk okudum.
Bir çocuğu sevdim, akrabamızdı. Evimize, bana Fransızca öğretmek için geliyordu. Babaannesiyle anneannem kız kardeş olduğu için evimize rahatça girip çıkabiliyordu. Eşimle altı yıl boyunca “ağabey” diyerek iletişim kurmuştum. Askere gitmesine bir gün kala Atatürk Kültür Merkezi’nin önünde bana, “Gülten biz evlenelim, ben seni seviyorum,” dedi. Olanca arsızlığımla, “Ben de sizi seviyorum, Cevdet Ağabey,” dedim. Bu aşk uğruna hukuk bölümünü bıraktım, hukuk eğitimim kurban oldu. Ben de dışarıdan sınavlara girerek öğretmen oldum.
Kitap okuma tutkum yaşam boyu sürdü. Bu durum, kitap okuma eylemini yaşam biçimi edinmemi sağladı. Hayat mı bizi sürüklüyor, yoksa biz mi hayatı tutup dizginliyoruz? Kitaplar bize, yaşama egemen olma yetisini kazandırıyor. Yaşama egemen olma konusunda kestirme yolları göstererek çok değerli zamanlar armağan ediyor.
Kitaplar bizi nasıl besliyor?
“Doğduğumuz andan itibaren, bizi ailemize, topluma, hayata bağlayan, yepyeni bir göbek bağına gereksinim duyuyoruz. Bu bağın mayası, anadilimizdir.“
Dünyaya gelmeden önce, bizi besleyen göbek bağımızla anamıza sımsıkı tutunuyoruz. Bu yolla fiziksel olarak beslenip gelişerek, yeryüzünde yaşayabilecek yeterliliğe erişiyoruz.
Doğduğumuz andan itibaren, bizi ailemize, topluma, hayata bağlayan, yepyeni bir göbek bağına gereksinim duyuyoruz. Bu bağın mayası, anadilimizdir. Çünkü anadille kazandığımız zihinsel, ruhsal, sosyal ve kültürel beslenme, beşikten mezara kadar sürer. Gerçek anlamda anadilimizi de okudukça öğrenebiliyoruz. Toplumdaki sağduyulu insanlar, okuyarak, yazarak, gezerek, belleklerine “hayat bilgisi” depolayıp, sözcük ve deneyim dağarcıklarını zenginleştiriyorlar.
Bu kazanımlar onları yaşam boyunca, maddi manevi her durumda dimdik tutuyor. Onlar toplumda, sıradışı insan kesimlerini oluşturarak, ulusal varlığımızın omurgası konumuna geliyorlar. Bazı kesimler ise, tekdüze bir hedef edinmiş durumda. Onlar sadece diplomaya odaklanıyorlar. Ders kitaplarındaki kuramsal bilgileri, katman katman belleklerine depolamayı yeğliyorlar. Yazık ki, sıradan insanlar olarak topluma katılıyorlar. Bu “sıradanlık” aşağılayıcı bir ifade değil; hepsi birbirinin aynısı olmaya başlıyor demek.
Çıkmaz sokaklar, farkındalıklar…
Yıllar önce, eşimle birlikte Arjantin’deki Iguazú Şelalesi’ne gitmiştik. 150 metreden gümbürdeyerek akan bir şelale, şelalenin iki yanında buhar sütunları ve buharlaşamamış su zerreleri… Yüzlerce arıkuşu büyük bir neşe ve cıvıltıyla suyun içine dalıyordu. Her dalışlarında, “Suyuttu hepsini!” diyorum, çünkü şelalenin akışına kapılsalar ölecekler sanıyorum. Sonra bir bakıyorum, aynı neşeyle tekrar çıkıp giriyorlar. En çok o kuşlardan büyülendim ve onları izlemekten başka hiçbir yere bakamadım. Akşam olunca gezi rehberimiz Orhan Kural, “Bugünkü izlenimleriniz neler?” diye sorguya çekti bizi. Ben de gördüğüm bu ayrıntıyı anlattım. Herkes sustu ve bana baktı. Eşime dönüp, “Sen de gördün, değil mi Cevdet?” diye sordum. “Ben öyle bir şey görmedim,” dedi.
Farkındalık biraz da böyle bir şey. Kitap okumayı yaşam biçimi edinmiş, sıradışı insanların en önemli ayrıcalığı, kitap okurken edindikleri farkındalıktır. Bu kazanım onlara tüm varlıkları, evreni, dünyayı, insanı, toplumları okuyabilme becerisi veriyor. Yolları çıkmaz sokaklara düşmüyor, başarılı ve mutlu olabiliyorlar.
Ders kitapları dışında herhangi bir kitap okumayanlar, yüksek öğrenim diplomaları olsa bile, hem dikenli yaşam yollarından yürüyor hem de sıklıkla çıkmaz sokaklara düşüyor. Bu kesim yazık ki, hayata, başarıya ve mutluluğa teğet geçerek yaşıyor. Dilleri ve sözcük dağarcıkları kısır. İnsanları tanıma, sorun çözme, hayal kurma; bilimde, teknikte, sanatta yaratıcı ve üretici olma becerileri yok. Ne topluma değer katma bilinçleri ne de çevrelerine yük olma kaygıları var. Sıradışı insan olma hedefinden ve okuma zevkinden yoksunlar.
Sıradışı insan olabilmek…
Nitelikli kitapları okurken, zihin süzgecinden geçirdiğimiz yaşamı, beynimizin kılcal damarlarına kadar aktarabiliyoruz. Bir yandan da güzel, etkin konuşma ve yazma becerisi ediniyoruz. Kendimizi ifadede, insan ilişkilerinde, yaşam savaşını kazanmakta, hayal kurmakta, yaratmakta, üretmekte zorlanmıyoruz. Kitaplardaki karakterler, yaşamın içinden alınmış kanlı canlı örneklerdir. Çok kitap okuyan kişi, bu nedenle “insan sarrafı” kesilir. Bu kazanım, insanlarla uyum içinde yaşamamızı sağlar.
Kitaplar, yaşanmış, yaşanmakta olan ve yaşanabilecekleri, sorunlarıyla ve çözümleriyle gözlerimizin önüne seriyor. Böylece, sorunları algılama ve çözüm üretme bilincimiz gelişerek güçleniyor. Bana göre nitelikli kitaplar yaşam koçudur. Özellikle çocuklara ve gençlere, hayatın her türlü halini, insanların iyi ve kötü özelliklerini tanıtır. Bunun yanında kitaplar, sorunlarla baş etmenin ipuçlarını, yaşanmışlıklarla anlatır. Düzenli kitap okuyan kişiler, sıradışı insanlar düzeyine daha kolay erişebilir.
Günümüzde, tüm uygar ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de sıradan insanlara değil, topluma değer katan, sıradışı insanlara gereksinim duyulmaktadır. Beyin göçlerinin altında da bu gerçek yatıyor. Bu doğrultuda, ulusal eğitim öğretim hizmetlerinde, sadece öğretime yoğunlaşmak yerine, eşit ağırlıkta eğitime de yoğunlaşılmalıdır. Bu temelle, sıradışı yurttaşların yetiştirilmesi hedeflenmelidir.