Okul Sıralarında Ceplerine Edebiyat Doldurmak
Çağdaş edebiyatımızın sevilen yazarlarından Tolga Gümüşay, yazdığı romanlar ve öykülerle farklı yaş gruplarına sunduğu yaratıcı deneyimini anlatıyor. Okul yıllarında edebiyatla yakınlaşmanın ve okur olabilmenin ipuçlarını dillendiriyor.
Ceplerine edebiyat dolduran bir çocuk olarak kendimden bahsedeceğim.
Uzunköprü. Kendimi bildiğim ilk zamanlar.
Babamın görevi nedeniyle Edirne’nin Uzunköprü’sündeyiz. Subay lojmanlarında oturuyoruz. Binamızın arkasında bir bahçe var. Arada beni hava almaya, oraya çıkarıyorlar. Bahçe değil, uçsuz bucaksız bir çayır gözümde orası. Annemin elinden kurtulduğum gibi koşmaya başlıyorum. Onun arkamda beni gözetlediğini biliyorum.
Hem özgür hem de güvende hissediyorum kendimi. Çekirgeler umulmadık anlarda sıçrayıp şaşırtıyor, kelebekler rengârenk kanat çırpıyor. Heidi’yle Peter gibi koşuyorum. Fenerbahçeli Cemil’in ceza sahasına süzülüşü gibi. Rüzgâr saçlarımı geriye yatırıyor. Kolumu kaldırıp elimi yumruk yapıyorum. Artık Süpermen’im ben. Dünyanın en hızlısı!
Arada durup dinleniyorum. Tepemdeki dev ağacın yaprakları arasından altın rengi bir ışık huzmesi iniyor. Rüzgâr, terlemiş sırtımı tatlı tatlı serinletiyor. Dünya büyülü bir yer! Eğilip çiçekleri incelemeye koyuluyorum. O kadar güzeller ki. Kimisinin kokusu, kimisinin rengi, kimisinin şekli başımı döndürüyor… Hepsi çok farklı, narin, uyumlu, tam olmaları gerektiği gibiler. Merakla taç yapraklarını koparıyor, parmağımla tomurcuklarına dokunuyorum. Ballı saplarının tadına bakıyorum.
Annem uzaktan ismimi sesleniyor. Bileğindeki saati gösteriyor. Ve birden o tuhaf telaş kaplıyor içimi… Bütün bu güzelliklerin hayal değil gerçek olduğuna dair kanıt götürmeliyim yanımda! Üzerimde 7 cepli tulumum var neyse ki. Biraz eskidi, biraz da küçüldü belki ama hâlâ en çok onun cebi var. Çiçekleri toplayıp ceplerimi doldurmaya girişiyorum. Annem bir kez daha adımı sesleniyor. Alelacele, kalanları da tıkıştırıp, ona doğru koşuyorum.
Eve dönerken, aynada kendimi seyrederken, göğsü madalyalarla dolu muzaffer bir general kadar mağrurum. Annem çay bardağına su doldurup mutfak masasına bırakıyor. Vazom o benim. Çiçekleri içine koyuyorum. Harika görünüyorlar. Annem işlenirken arada döner bakar onlara. İsterse koklar. Babamla yemek yerken soframızı güzelleştirirler. Birkaçını da bana Dido getiren misafirlere hediye ederim. Güzellik herkese bulaşır böylelikle.
Çiçeklerden iri yapraklı birini ayırıyorum. Babam, kitapların içinde fikir ve duygular gibi çiçeklerin de sonsuza dek bozulmadan var olabileceklerini söyler. Gerçekten de, önce koyduğum çiçekler sayfalar arasında kâğıt gibi incelmiş halde öylece duruyorlar. Halbuki onlarla beraber kopardıklarım çoktan soldu, çürüdü, yok oldu. İşte kitapları, henüz içlerindeki yazıları okuyamasam da, yaşanmışlıkları sonsuza dek saklayabilen küçük esrarengiz sandıklar oldukları için, o sıralar sevmeye başlıyorum.
Sonra Ceplerine Çiçek Dolduran Çocuk (2023) adlı otobiyografik öykü kitabımın “Mutlu Bir An” başlıklı öyküsünde yazdığım gibi oturma odamızdaki divana uzanıyorum. Divanın örtüsü de çayır gibi yeşil. Üzerinde altın rengi iplikle işlenmiş çiçek motifleri var. Koşarken yüzümü yalayan rüzgâr şimdi tülü uçuşturuyor. İçeriden bulaşıkların metalik sesleri geliyor. En sevdiğim an bu işte: Gerçekle hayal, düşle yaşam, divanla çayır birbirine geçiyor. Sınırlar eridikçe varoluş hafifliyor. Gözlerim mutlulukla tatlı tatlı kapanıyor.
Bursa. Kitapların dünyasıyla tanışma…
Yine iki metal eşyanın çarpışma sesiyle açıyorum gözlerimi. Annem çaydanlığı sobanın üstüne bırakıyor. Bursa’daki evimizin oturma odasındayız. Babam ciddiyetle Haberler’i seyrediyor. Kestaneler pişmek üzere, az sonra annem herkese eşit dağıtacak onları. Kendi payından birkaç tanesini el altından bana verecek. Anneannem gözlüklerinin üstünden muzip bir bakış atıp örgüsüne devam edecek.
Pencereye yönelip tülün altından buğulanmış cama doğru geçip çiçekler çiziyorum. Ertesi gün tatil diye sevinçli değilim sadece. Asıl, çarşıya çıktığımızda bana kitap alınacağı için yerimde duramıyor, tülün ardında zıp zıp zıplıyorum.
Gerçekten de yüncü, manav, balıkçı ve kasap derken sıra kitapçıya geliyor. Artık benim sihirli çayırım burası. Kapısından içeri koşarak giriyorum. Rafları bahçedeki çiçekler gibi rengârenk, çeşitli ebatlarda, birbirinden ilginç kapaklara, resim ve yazılara sahip kitaplarla dolu. Matbaadan taze çıkmış kâğıt kokuyorlar. Bazısının sayfaları kar beyazı, bazısınınki saman sarısı. Her biri kendi hikâyesinin daha ilginç, eğlenceli, esrarengiz olduğunu fısıldıyor. İlk çocukluğumda kendimi çiçeklerin arasında nasıl kaybediyorsam şimdi de kitapların arasında aynısı başıma geliyor. Hepsine bakmak, koklamak, parlak kuşe kapaklarında parmağımı kaydırmak, hiç değilse bir iki satırını okuyup belleğimin ceplerinde taşımak istiyorum.
Derken babam sesleniyor. Saatini göstererek, süremin dolduğunu işaret ediyor. İki kitap arasında fena halde kararsızım. Babam fark ediyor bunu, ikisini de alabileceğimi işaret ediyor. Onları sevinçle paltomun ceplerine koyuyorum. Artık hava kararıncaya kadar yürümek zorunda kalsam da sesimi çıkarmamaya söz veriyorum.
Kitaplar aracılığıyla başka hiç kimseye ihtiyaç duymaksızın, tanımadığım uzaklara, zamanlara, serüvenlere karışıyorum. Bir gün tavan arasında bulduğum uçan sandıkla çöller, dağlar aşarak, prensesi kurtarmaya girişiyor, ertesi hafta bir yetimhaneden atılıp yankesici çetesinin eline düşen bir karaktere dönüşüyor, sonrakinde baba memleketim Gönen’de bir akranımla ant içerek kan kardeşi oluyorum.
Kendimi kitaplarda yer alan karakterlerle özdeşleştiriyor, onlarla korkup heyecanlanıyor; mucizelere, ibret dolu sonlara tanıklık ediyorum. Sayfalarında tanıştığım kahramanları çiçeklerden daha kalıcı biçimde kalbimde, belleğimde taşıyabiliyorum. Tekrar tekrar zihnimde canlandırabiliyor, başlarından geçenleri kendi anılarımmış gibi hatırlayabiliyorum.
Çiçekler, kitaplar, insanlar birbirine benziyor.
Hikâyelerini annemle babama, okulda arkadaşlarıma, uyumadan önce anneanneme de anlatabiliyorum. Gitgide kalabalıklaşan dünyam sevdiklerimle de tanışıyor böylece.
Etrafımdakilere bakışımı değiştiriyor okumak. Kitaplar sayesinde insanları da keşfetmeye başlıyorum. Herkesin öyle olmasının nedenleri var. Ortak yanlarımız olsa da herkesin yüzü, davranışları, hayatı birbirinden farklı. Her yaşam, birbirinden ilginç, örtülü, hikâyeli. Kitapları okuduğum merakla insanları seyretmeyi, dinlemeyi, hayal etmeyi de seviyorum.
Çiçekleri, kitapları, insanları birbirine benzetiyorum. Kitaplarla çiçekleri sevenlerin barış; sevmeyenlerinse savaş yanlısı olduğunu fark ediyorum.
Yatağımda uzanıp okumaya bayılıyorum. Kitabım açılıp göğsüme düşüveriyor. Doğrudan kalbime, ruhuma akıyor sözcükler. Rüyalarıma karışıyor. Gerçeklerle hayaller bir kez daha birbirine geçiyor.
Erzurum. Hazırlıksız bir hazırlıklı.
Yine metal sesi. Bu kez karyolamın demirinden yükseliyor. Dehşet içinde yataktan fırlıyorum. Buz gibi bir koğuşun alt ranzalarından birindeyim. Nöbetçi öğretmen sopasıyla karyolayı dövüyor. Erzurum Anadolu Lisesi’nin yatakhanesi burası. Hazırlıksız (2011) adlı romanımda etraflıca anlattığım Hazırlık sınıfında, hayatımın belki de en zorlu dönemindeyim. Henüz 12 yaşındayım. Ailem Oltu’da. Bense burada, öksürük, horultu ve hıçkırık sesleri arasında güç bela uyuyabildiğim gecelerin sabahında, beynimi zonklatan bu gümbürtüyle uyanmaktan nefret ediyorum. Dipsiz bir kuyuya düşmüş gibiyim, çıkamıyorum.
Az sonra dolap odasında, onlarca çapaklı gözün karşısında pijamamı çıkarıp, titreyerek çıplak bacaklarımın üstüne gri pantolonumu çekmeye çalışırken ayağım terliği ıskalayacak ve tabanım buz gibi zemine basacak. Sonra yemekhanede, büyük sınıfların atmaca gibi en iyilerini kapacağı peynir ve zeytinlerden karavananın dibinde kalanları, diş kamaştıran metal bardaktan yudumlayacağım çaya katık ederek, hayatta kalmaya çalışacağım.
Enid Blyton kitaplarındaki kolejli kızlar gibi, devasa bir kütüphanede, okuma lambasının sıcacık ışığında bisküvi ve kakao eşliğinde kitap okumayı beklemiyordum, ama ulusal sınavda dereceye girmiş başarılı bir öğrenci olarak, ülkenin en elit devlet okullarından birinde bu durumlara düşeceğim de aklımın ucundan geçmemişti doğrusu.
Kendi düşüncesini geliştirememiş tın tın bir teneke.
Neyse ki ilk ders İngilizce değil. En azından yanlış telaffuz ettiğim bir kelime yüzünden ayakta bekleme cezasına çarptırılmayacağım. Ders Türkçe. Şener Öğretmen, duygu ve düşüncelerimizi aktaran bir kompozisyon yazmamızı söylüyor. Daha önce hiç kompozisyon yazmamışım. Ama beni asıl şaşırtan, bir otoritenin duygu ve düşüncelerimi merak ediyor olması.
Okul yaşantımda ilk kez başıma geliyor bu! O güne dek hep cevabı öğretmende ya da kitaplarda bulunan, yanıtı kişiye göre değişmeyen sorularla muhatap olmuşum. Bu kez cevap içimde. Doğrusu nedir, diye sorulmuyor. Benim konu hakkındaki duygu ve düşüncelerim merak ediliyor.
İlk önce bunun pek de zor olmayacağını düşünüyorum. Sonra heyecanlanmaya başlıyorum. Aklıma hiçbir şey gelmiyor. Hiçbir şey hissetmiyorum. Kendime ait bir düşüncem, duygum gelişmemiş demek. Uzun süre tek kelime yazamıyorum. Sonra kendimi zorlayarak bir cümle konduruyorum. Fazla sıradan. Siliyorum. Daha iyisini yazmaya çalışıyorum. Bu benim düşüncem ya da duygum değil ki. Siliyorum. Yazıyorum. Öğretmen beğensin diye yazmış olmalıyım bunu. Devamı gelmiyor, siliyorum.
Sonraki kompozisyon sınavlarında da defalarca başıma geleceği üzere, sayfanın üst kısmı yazılıp silinmekten yırtılıyor. Boncuk boncuk terliyorum. Ağlamaklıyım artık. Ben bir taklidim. Ezberciyim. Kendi düşüncesini geliştirememiş tın tın bir tenekeyim.
Bu aşağılanma, sonunda foyamın ortaya çıktığı hissi, titrememe neden oluyor. Derken, kaybedecek şeyi kalmayanlara özgü bir gözü karalık geliyor üstüme. Rastgele bir cümle yazıyorum… Sonra bir yenisini. Peşinden bir tane daha. Sözcükler kendiliğinden birbirine ilişiyor. İçimde sihirli bir vana açılıvermiş sanki. Beni, o âna dek varlığından haberdar olmadığım bir kaynağa bağlıyor.
Yeni bir sayfaya geçip devam ediyorum. İlk çocukluğumun çayırları, sayfalarında çiçek kuruttuğum kitaplarda yazanlar, izlediklerim, dinlediklerim, kokladıklarım, dokunduklarım, hayal ettiklerim, korktuklarım, özlediklerim, öğrendiklerim; hepsi o kaynağın içinde. Zihnim kendiliğinden bazı imgeleri seçiyor, beyaz kâğıda yan yana diziyor. Birbirine bağlıyor. İrili ufaklı sözcükler kara tren vagonları gibi kâğıdın üzerinde tıngır mıngır ilerliyor.
Varoluşumla ilgili en önemli keşfim…
Zil çalıyor. Sınıf boşalıyor. Şener Öğretmen sürenin dolduğunu söyleyip saatini gösteriyor. Yalvarırcasına yüzüne baktığımı görünce notla, dersle değil kendimle derdim olduğunu anlıyor. Bir daha da uyarmıyor. Elleri arkasında, teneffüs bitene dek camdan dışarı bakarak, sessizce bekliyor. Son noktayı koyup, kâğıdı başım önümde teslim ediyorum. Omuzumu dostça sıkıp, şefkatle gülümsüyor. Omuzlarımdan bütün dünyanın yükü kalkmış gibi hissediyorum. Kendimi sırama yığılır gibi bırakıyorum.
Bu hayattaki varoluşumla ilgili en önemli keşfi gerçekleştirdiğimi seziyorum. Artık biliyorum ki yaşam uçsuz bucaksız bir çayır. Ceplerimi onun çiçekleriyle, varoluşun türlü halleriyle dolduruyorum.
Sonra tek başıma bir odaya kapanıp, beyaz bir sayfa açarak, o kompozisyon sınavında varlığını fısıldayan sihirli vananın açılmasını bekliyorum. Bazen damla damla, bazen sicim gibi, bazen de gürül gürül akıyor kaynak parmaklarımın ucundan. Artık onun bana değil hepimize ait olduğunu, edebiyatın bir mucizesinin de bu olduğunu; kendini ya da tek bir kişiyi hakkıyla yazabilenin bütün insanlığı anlatmış olacağını biliyorum.
O kaynaktan dökülen çiçekleri, artık çay bardağı yerine öykülere, romanlara sığdırmaya çalışıyorum. Bir çocuğun onları okuyup zihninde yeniden yaratarak, bir zamanlar benim yaptığım gibi kendisine ait kılacağını, elinde kitabımla uyuyakaldığında bu kez benim sözcüklerimin o tanımadığım çocuğun kalbine doğru akacağını hayal ediyorum.
İyi edebiyat en çok çocukluktan beslenir.
2001 yılında yayımlanan ilk romanım 6 Yıl Tam Pansiyon’dan bu yana çocuklar için değil, çocuklar hakkında yazıyorum. Çünkü edebiyat insanın varoluşuyla ilgilidir. Yani insanın olabileceği her şey, yaşayabileceği her hal edebiyatın konusudur. Çocukluk bu hallerden biridir. Ve bana göre, iyi edebiyat en çok çocukluktan beslenir.
6 Yıl Tam Pansiyon bir grup yatılı erkek öğrencinin liseden mezuniyete bir hafta kala yaşadıklarını anlatıyor. Dünya tarihinde her şeyin hiç olmadığı kadar hızlı dönüştüğü bir çeyrek yüzyıl geçti, yazıldığı tarihin üstünden. Bu sırada teknolojide, sosyal yaşamda, eğitim sistemimizde çok şey değişti. Çocukların algısı, ilgi alanları, odaklanma süreleri, etkileşim biçimleri görülmemiş biçimde farklılaştı. Kitapların bu yeni dünyadaki işlevi, yeni nesillerin yaşamında yer bulup bulamayacağı tartışılmaya devam ediliyor.
Bu süreçte 6 Yıl Tam Pansiyon’dan tam 64 bin kopya basıldı. Hâlâ yeni basımlarla, okul programlarında yer bulmaya, öğrencilerle, gençlerle bağ kurmaya devam ediyor. Onu ilk okuyan çocukların çocukları okuyorlar şimdi kitabı.
6 Yıl Tam Pansiyon’u okuyan on binlerce çocuğun büyük kısmı hiç yatılı öğrenci olmadı. Kitabın iyi okurlarının büyük bölümünü kızlar oluşturuyor. Onlar, bu kitap niye erkekleri anlatıyor, diye sormadı. Dedem de, babam da, günümüz özel okul çocukları da kitabı yer yer kahkahalar atarak, yer yer gözyaşı dökerek okuduklarını paylaştılar.
Bunları kendi kitabıma methiyeler düzmek için söylemiyorum. Edebiyata inanmaya, güvenmeye devam etmemiz için somut bir örnek, zamana meydan okuyan bir kanıt olduğu için paylaşma gereği duyuyorum.
Çünkü her şeyin her an değiştiği bu kaotik ortamda, değişmeyene; zekânın bile yapaylaştığı bir çağda insan kalmaya; kapı karşı komşuların dahi selamlaşmadığı bir toplumda yapayalnız olmadığımızı bilmeye her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.
Edebiyatın uçsuz bucaksız çayırı…
Çocuklarımızın yaşamları boyunca sanal çiçekler koklamamaları için, hem güven hem de özgürlük aşılayan kutsal eller tarafından edebiyatın uçsuz bucaksız çayırıyla buluşturulmaya ihtiyaçları var. Onlar edebiyat çayırında diledikleri çiçekleri özgürce koklar, içselleştirir, ceplerine doldururken, onları destekleyecek, ilham ve cesaret verecek, seçim ve eğilimlerine saygı duyacak rehberlere gereksinimleri var.
Çocuklarımızın kendilerini, ötekini ve hayatı keşfedebilmeleri; insan olmanın türlü halleriyle tanışabilmeleri; bencillik, kayıtsızlık, anlamsızlık çukurlarına düşmeden meraklı, heyecanlı, sevgi dolu adımlarla kendi patikalarında ilerleyebilmeleri için iyi edebiyatın köprüsünden geçmeye ihtiyaçları var.
Biz yazarların çocukluğumuzdan bu yana tulum ceplerinde, kitap aralarında, bellek çekmecelerinde taşıdığımız çiçeklerin tohumlarıyla ektiğimiz; mürekkeple, klavyeyle suladığımız, uykusuz gecelerde sabırla büyüttüğümüz edebiyat çiçeklerini çocuklarımızla buluşturacak eğitim bahçıvanlarına, insan olmanın bu en saf ve doğal keşif döngüsünün sürekliliğini sağlayacak öğretmenlere her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.
Şener Öğretmen’imin sıktığı omuzum hâlâ ürperiyor. Gözlerimi bir kez daha kapatıp açıyorum. Karşımda koskoca bir salon dolusu öğretmen görüyorum. Bir öğretmen çocuğu olarak, dünyanın en güzel çiçeklerini sizin büyüttüğünüze tüm kalbimle inanıyorum. Ceplerinizden, gönüllerinizden edebiyat sevgisinin eksik olmamasını diliyorum!