Okumak Zihnin En Karmaşık, En Hülyalı İşlemi!
İstanbul Bilgi Üniversitesi Sanat ve Kültür Yönetimi Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Serhan Ada, hem akademik hem de entelektüel bakışıyla, okurluğun, kitabın, sansürün ve düşüncenin tarihine dair notlar düşüyor.
Biri başlarken, biri de bitirirken olmak üzere iki anma yapacağım. İlk anma, Filistinli bir romancıya, Adania Shibli’ye gidiyor. Kendisi Berlin’de yaşıyor. Küçük Bir Ayrıntı adlı romanıyla 2023 yılındaki Frankfurt Kitap Fuarı’nda roman ödülünü (Afrika, Asya, Latin Amerika veya Arap ülkelerinden bir yazara verilen Alman edebiyat ödülü “LiBeraturpreis”) aldı. Bütün Batı dünyasının İsrail’den yana durması ve İsrail’i desteklemesi nedeniyle, aldığı ödülü evine yollamayı önerdiler. Adania’nın cevabı, “Eğer bir kutlama yapılacaksa, ben zaten evimde posta memurları ve kurye arkadaşlarla kutladım,” oldu. Okumaktan, kitaplardan ve sansürden söz etmeden önce, böyle bir anmayla başlamak istedim.
“Bana kitap okur musun?”
En erken öğrendiğimiz şeylerden biri olduğu için, okumak her zaman en basit zihin işlemi gibi algılanıyor. Oysa en karmaşığı. Okumak, zihnin en olağanüstü, en karmaşık, en hülyalı işlemi. Sonra da yazmak geliyor. Kardeş gibiler. Ve biz çoğu zaman bunu gerektiği kadar önemsemiyoruz. Çünkü okumanın bir de çocuğu var, o da anlam. Eğer bunları gerektiği kadar ve doğru kullanamıyorsak, bu kadar zarar verdiğimiz yeryüzündeki varlık nedenimiz ortadan kalkabilir. Okumanın öyle bir değeri var. Sadece kitap okumaktan söz etmiyorum; bir binayı, bir kenti, panoramayı, bir dansçının koreografisini, izleyenin de dansçının ne yaptığını okumasından söz ediyorum.
Alberto Manguel’in Okumanın Tarihi (1996) adlı kitabından devam etmek istiyorum. Alberto Manguel, okumaya çok meraklı bir çocuk. Babasının diplomat olması nedeniyle gittikleri yerlerde birçok dil öğrenmiş. Ama en önemlisi “merak” meselesi ve böyle yazarların merak duygusu hep dürtülmeli.
Manguel 16 yaşındayken, Nazi zulmünden kaçıp Arjantin’e yerleşir. Almanca, İngilizce kitaplar satan bir kitapçı hanımın yanında işe başlar. Bir gün müşteri olarak Jorge Luis Borges gelir. “Parmaklarını sanki görüyormuş gibi raflarda gezdiriyordu,” der Manguel. Delikanlının ilgilendiğini fark edince, “Boş vakitlerin var mı, geceleri bana kitap okur musun?” diye sorar. Borges’e kitap okuyarak, onun okuyucusu olarak yazarlık kariyerine başlar. Kitaptaki o bölümü paylaşmak istiyorum:
“Ben Borges’e okurken yalnızca bir görevi yerine getirdiğimi hissetmedim, aksine, bu deneyim bir tür mutlu tutsaklığa dönüştü. Mütevazı ama engin bir bilgelik taşıyan, çok komik, kimi zaman acımasız ve hiçbir zaman göz ardı edilemeyecek yorumlarıyla keşfettiğim ve (çoğu benim en sevdiklerim haline gelen) metinler değildi beni o denli kendisine bağlayan.”
Çünkü Borges’in okumalarıyla da başa çıkılamaz. Ansiklopedi gibidir, durup dururken okuyan biri olduğu için…
“Bana benim için özel olarak notlar düşülmüş, yorumlanmış bir cildin tek sahibiymişim gibi geliyordu. Tabii ki öyle değildim; ben de, (diğerleri gibi), onun not defteriydim, görme engelli bu adamın düşüncelerini toparlaması için kullandığı bir bellek yardımcısıydım. Kullanılmaya da gönüllüydüm.
Borges’i tanımadan önce hep içimden okumuştum ya da birileri okunması için seçtiğim bir kitabı bana okumuştu. Gözleri görmeyen yaşlı adama okumak tuhaf bir deneyimdi, çünkü okumanın tonunu ve hızını denetleyebiliyor gibi görünsem de, metnin gerçek efendisi onun dinleyicisi olan Borges oluyordu. Sürücü bendim ama manzara, bu açılıp giden yer, pencerenin dışındaki kırları kavramaktan öte yükümlülüğü olmayan yolcuya aitti. Borges kitabı kapatıyordu, Borges durmamı söylüyor ya da devam etmemi istiyordu, Borges bir görüş belirtmek için sözümü kesiyordu, sözlerin ona ulaşmasına izin veren Borges’ti. Ben görünmezdim.”
Bir nesne olarak kitap…
Sınıflarımızda, evlerimizde “okumak üzere” değil, “okuyup üzerine konuşmak üzere” okuma yapalım. Çünkü okumak, gitgide, kocaman kulaklıklarla bir içsese dönüşüyor. Böylece zihin bir operasyon daha ekliyor. Şöyle eklemiş Manguel de, “Kısa sürede okumanın kümülatif olduğunu ve geometrik olarak arttığını öğrendim: Her yeni okuma, okurun daha önce okuduklarının üstüne ekleniyordu.” Bu okumanın sesi, o sesin bıraktığı iz, gelecekte başka yazarların doğuşuna mutlaka ebelik edecektir. Benim bu konuda hiç kuşkum yok.
Kitaba gelirsek, ben kitabın nesne oluşunu hâlâ önemseyenlerdenim. Tabii ki e-kitap ve sesli kitap gibi yeni okuma biçimleri çok önemli, ama kitap da nesne olarak çok önemli. Kitabın bugünkü bildiğimiz, beğendiğimiz, yayıncıların “böyle olmazsa rafa girmez” dedikleri hale gelmesi de yüzyıllar almıştır. Fontların bulunması, italik denen şeyin bulunması, kitap formuna kavuşması… Kitap her açıdan çok önemli bir nesne.
Uzun bir tartışmadır. Fotoğraf çıktığında, tuval resmi bitti, dediler. Tuval resmi biter mi? Empresyonistler tabloyu tamamen değiştirdiler ve fotoğrafın üzerine çıktılar. Sadece özen gösteren değil, bir yerlerde mutlaka meraklı, sürekli araştıran ve kurcalayan insanlar vardır. Bu nedenle kitabın da nesne olarak yok olmayacağını biliyorum. Önemli olan, o nesneyi çekici kılabilecek şeyler yapmayı sürdürmek.
Tek tanrılı dinler de kitap okumayı yüceltmiştir. İncil’in adının “Biblio” yani “Kitap” olması boşuna değil. Kur’an’ın da, “oku” anlamına gelen “qara’a” sözcüğünden gelmesi boşuna değil. Belli ki derin bir cehalet ortamından söz ediliyor.
Düşünce, fikirden daha önemli…
Ben okumanın yüksek sesle olanını çok önemli buluyorum. Üniversitede, “Sanat için okumak ve yazmak” üzerine bir ders veriyorum. Böyle bir derse gerek duymamın sebebi, sanat ve edebiyat alanında yazılan yazıların niteliği. Sanat konusunda bir yazı yazılacaksa, basın bültenleri ya da özetlerinden devşiriliyor, edebiyat üzerine bir yazı yazılacaksa kitabın arka kapağından devşiriliyor. Oysa eleştiri, orada var olanla aramıza bir şey koymak demek. Saldırı demek değil. Ama bu da düşünmenin yokluğundan kaynaklanıyor. Düşünce, fikirden çok daha önemli, ama hepimizin bir fikri var. Düşünce çok daha zorlu bir şey ve ancak okuma ve yazmayla ortaya çıkıyor.
Ne zaman kitap konuşsak, sansür de akla geliyor. Sansür tarih kadar eski, ama onu aşan başka zekâlar sayesinde de hep yenildi. Hiç kuşkum yok, yenilmeye de devam edecek. Ünlü ansiklopedist ve materyalizmi her şeyi sorgulamaya kadar vardıran Denis Diderot’nun binlerce abone kazanan, çok ilgi gören ve fasiküller halinde yayımlanan ansiklopedisi bir süre sonra otosansüre uğruyor. Yayıncısı, kraliyetin denetiminden kaçabilmek için içindeki maddelerden bir şeyler çıkarıyor. Ansiklopedinin sansürden kaçma zekâsı şu: “Fransa güzel bir devlettir, halkı da şöyledir.” “Ekonomik koşulları için ‘ekonomi’ başlığına bakın,” diye başka bir sayfaya yönlendiriyor. Tarih 1700’lerin ortaları…
Bu ansiklopedi ancak 1930’larda Sovyetler Birliği’nde tam haliyle yayımlanabiliyor. Çünkü Diderot bir süre Rus Çariçe’si Katerina’ya danışmanlık yaptığı için el yazmalarını orada bırakmış. Sansür her zaman aşılacak, bu konuda zerre kadar kuşku duymuyorum.
Sansüre karşı elde tutmamız gereken olağanüstü kitaplardan biri de Elias Canetti’nin Körleşme (1935) adlı romanı. Diğer adı “Auto de Fe”, ateşe atılanlar; insanlar, kitaplar, eserler ve düşünceler… Kolombiya’nın Medellin kentinde, yani uyuşturucu kartelinin başkenti kabul edilen şehirde kütüphaneciler bir karar aldılar. Yılda iki defa yatılı kütüphane geceleri düzenliyorlar. Çocuklar uyku tulumlarında, kitapların arasında uyuyorlar. Böyle bir deneyimin unutulması mümkün mü? Akşam yemeklerini kumanya olarak yiyorlar ve kitapların arasında uyuyorlar.
Bu zihin faaliyetleri; okuma, problemi ortaya koyabilme, doğru soruyu sorabilme o kadar önemli ki… Dünyaca ünlü matematikçi John Forbes Nash Jr., Türkiye’ye geldiği zaman kendisiyle söyleşi yapan gazeteciye şunu sorar: “Sizin ülkede matematik nasıldır?” Cevap: “Sıralamada son üçü hiç bırakmayız.” John Nash’in cevabı, “Eyvah, sizde adalet de çok kötüdür,” olur.
Bitirirken de ikinci bir anma olacak demiştim. O kişi, Etel Adnan. Kendisini tanımaktan gurur duyduğum yazar ve sanatçı. Annesi İzmirli Rum’du, babası askeri liseden Mustafa Kemal’ın sınıf arkadaşı Osmanlı kurmay subayı. Etel, Beyrut’ta doğdu, annesi doğum yeri olarak İzmir’i yazdırdı. Hayatında İzmir’i görmedi, ama her İzmir dendiğinde gözleri yaşarıyordu. Kitaplarını çevirebildiğim, retroperspektif sergisini açabildiğim ve kendisini insan olarak tanıyabildiğim için de gurur duyuyorum. Neden anıyorum biliyor musunuz? İlk defa, bugün bombalar altında olan Beyrut’ta, kaldırıma oturup gözleri yaşlı Rimbaud şiirleri okumaya başladığı için.