Öykü Dergide, Şiir Sokakta, Roman Rafta!
Can Yayınları Genel Yayın Yönetmeni, yazar Cem Akaş; çağdaş edebiyatımızın her yaşa seslenebilen yazarlarından Müge İplikçi ve şair, eleştirmen Ömer Erdem, edebiyat yayıncılığımızın önemli türlerinin güncel durumunu ele alıyor.
Müge İplikçi: Hamlet’ten bir cümleyle başlamak istiyorum: “Kim dayanabilir zamanın kırbacına!” Yayıncılığa ve edebiyata emek verenler olarak, oldukça zor bir dönemden geçiyoruz. Yayınevleri yayın programlarını hazırlarken pek çok etkeni göz önünde bulunduruyor. Sevgili Cem, genel yayın yönetmenliğini yaptığın Can Yayınları’nda türlere göre nasıl bir dağılım gözetiyorsunuz?
Cem Akaş: Can Yayınları bir edebiyat yayınevi olageldi. 2019’dan sonra ağırlıklı olarak edebiyatdışı kitaplara da yöneleceğiz. Edebiyatdışı olarak, bir düşünce felsefe dizisi olarak “Kırkmerak” dizisi zaten var. Ama okurlar, Can Yayınları’nı bir edebiyat yayıncısı olarak tanıyor. Ağırlıklı olarak öykü ve roman basıyoruz. Zaman içinde bu iki tür arasındaki iç dengeler değişebiliyor. Bazen öykü bazen de roman öne çıkabiliyor yayınevi programında. Yine de daha çok roman basıyoruz.
Yayıncı olmak mı, kitap basmak mı?
Mİ: Hakikaten roman, satış anlamında da daha önde değil mi?
Ömer Erdem: Genelde romanın bir yükselişi var. Sadece Türkiye’ye ait bir grafik değil bu, dünyada da böyle. Galiba insanlar hem öykü anlatmak hem de öykü okumak istiyor. Doğal olarak, yayın programlarına bakıldığında roman hep önde görünüyor. Ancak, ben her zaman edebiyatın sağlık derecesinin romanda ya da şiirde değil, öyküde aranması gerektiğine inanan, ona bağlanan biriyim. Çünkü zor olan asıl okurluk, öykü üzerinden ilerler. Öykünün son zamanlardaki ivmesi, şiirle roman arasında ayakta kalabilmesi, uzun vadede edebiyatımızın sağlığı açısından önemli bir veri.
Mİ: 21. yüzyılın dinamiklerini düşündüğümüzde öykü bu çağa daha uygun sanki.
CA: Kısalığı yüzünden olabilir. Gerçi roman da artık bu kısalığa yaklaştı. Son zamanlarda daha kısa romanlar yazılıyor, belki daha çabuk yazılıyor. Roman tanımına girip giremeyeceği tartışılacak kitaplar yayımlanıyor. Ben de bir şeyler yazmayı ilk düşündüğümde öyküyle başladım, çok öykü okudum. Öykü, insana hem karakter ve hikâye anlatma hem de bir kurgu yaratma açısından önemli pratikler sağlıyor.
ÖE: Hem okur hem de yaratma anlamında, işin ciddiyetinin kilitlendiği yer aslında öykü. Bu noktada, topluma olumlu anlamda yön verecek insanların –yayıncıların, şairlerin, yazarların ya da eleştirmenlerin– neyin üzerinde, nasıl ürettiğine, neyde ısrar ettiğine bakmalıyız.
Mİ:Peki, yayıncılar nitelikli eser konusunda ısrarcılar mı?
ÖE: Israrcı olanlar var, ama çoğu da çeşitli nedenlerle ısrar edemiyor. André Malraux’ nun bir sözü var: “Fransa’da sonuçta her şey kültüre çıkar.” Bu, yayıncının bir kültür yayıncılığı kaygısının olup olmamasıyla, gerçekten bir yayıncı olup olmamasıyla ilgili bir şey. Israr edeceğimiz şey, aday olduğumuz ya da uzun vadede beklediğimiz şeyin ruhunu ortaya çıkarıyor. Yayıncı mı olmak istiyoruz, kitap mı basmak istiyoruz? İkisi birbirinden çok farklı kaygılar.
Yayıncılık aşkla yapılabilecek bir iş.
CA: Katılıyorum, çünkü yayıncılık, parası için yapılacak bir iş değil. Yatırımcısı olarak da çalışanı olarak da düşündüğünüzde bu böyle. Türkiye’de bir yayınevinin ortalama kâr marjı %10-15 civarındadır. Para yatırıp, uzun vadede iyi para kazanmayı bekleyen birinin yayıncılığa girmesi tamamen saçma bir tercih olur. Sektördeki maaşlar ya da telif ücretleri de aynı şekilde.
Yayıncılık ancak aşkla yapılabilecek bir iş. Bir metni çok sevdiğin için, o metne duyduğun sevgiyi başkalarıyla paylaşmak gibi amatörce bir duyguyla yapılabilir. İşin işletme tarafı elbette profesyonellik gerektirir, ama insan bir metni çok sevmelidir ki, başkalarıyla paylaşmak istesin.
Mİ: Amatörce bir tutku, ama profesyonelce yapmak zorundasın, değil mi? Satış dengelerini de gözetmek gerekiyor. Yayınevinin kapısını çalıp başvuran insanlara, “Tamam, iyi bir metin yazmışsın, hemen basıyoruz!” diyebiliyor musunuz? Tüm başvuruları okuyor musunuz?
CA: Hemen basıyoruz demeyi çok istiyoruz. Ama büyük yayınevlerinin durumu ortada, çok başvuru geliyor. Bunların hepsini okumak başlı başına bir iş. Biz üç dört kişi hepsini okuyoruz. Ayrıca başvuruları okuması için bizimle dışardan çalışanlar var. Bir kişinin raporuyla yetinmiyoruz. En az iki rapor üzerinden yayın kurulunda tartışılıyor.
Yazarın yerine geçmek mümkün mü?..
ÖE: Bu yayıncılığın normalidir. Editörler ve yayın yönetmenleri şunu açıklıkla söyler: “Bu metin iyi değil, ama çok ısrar ediliyorsa basılabilir.” Bazen umut verene de şans vermek gerekir, çünkü her zaman karşınıza şaheser çıkmaz. Bunu beklersiniz, ama neticede Türkiye’de üretilen niteliğin köpüğüyle karşı karşıyasınızdır. Yayın yönetmeni, eleştirmen ya da editör, yazarın yerine geçip üretimi şekillendiremez. Karşınıza çıkan gerçekliği, risk alarak, birikimlerinize ve vizyonunuza göre değerlendirebilirsiniz.
CA: Denge de çok önemli. Hakikaten bir yelpaze bu. Diyelim 100 kitap basıyorsunuz. 100’ünün de 90 üzerinde not alması olanaksız. Öyle bir üretim yok zaten edebiyat ortamında. Dolayısıyla, altına yayınevi olarak imzamızı koyabileceğimiz, satmayacağını bilsek de arkasında duracağımız, niteliğine ve Türkiye’deki okurla buluşma gerekliliğine inandığımız kitapları basıyoruz.
“Bazen umut verene de şans vermek gerekir, çünkü her zaman karşınıza şaheser çıkmaz.”
Mİ: Bu öykü kitapları için de geçerli mi?
CA: Tabii, en çok da öykü için geçerli. Bunun yanı sıra, yayıncı olarak kişisel zevkinle uyuşmayan, ama okuru olduğunu bildiğin ve yayımlanmayacak kadar da kötü olmadığını tartabildiğin kitaplar da geliyor. Sonuçta, amatörce yapılması gerektiğini söylesem de, yayıncılık maddi yönü de olan bir iş. Satmayacağını düşündüğünüz kitapların da maliyetini karşılayacak, satmasını beklediğiniz birtakım kitaplar da yapmak zorunda kalabilirsiniz. Bu kitap satacak ki, öteki çok iyi kitap yayımlanabilsin.
Mİ: Roman tüm dünyada yükseliyor; katılıyorsunuz buna. Bir yandan da Hollywood, Bollywood ve Netflix gibi alanlarda roman uyarlaması dizi filmler yükseliyor. Bunun nedeni nedir sizce?
Roman değişken, şiir ve öykü daha rafine.
ÖE: Uzun süredir yeni bir çağda yaşıyoruz. Cervantes, Don Kişot ’u yazdığından beri yeni çağı yaşıyoruz. İnsanlar kolaylıkla bir yerlere gidip gelebiliyor, farklı kültürlerle rahatlıkla iletişim kurabiliyor. Hayatlar birbirinin içine girebiliyor. İranlılar’ın hayatı, Hintliler’in hayatı, Fransızlar’ın hayatı, Amerikalılar’ın hayatı… Onların meseleleri bizim de ilgimizi çekiyor. Bu modern ve çağdaş durumu da en kolay, en geniş anlamda romanla ifade edebiliyoruz.
“Öykü, insana hem karakter ve hikâye anlatma hem de bir kurgu yaratma açısından önemli pratikler sağlıyor.”
Şiir ve öykü, biraz daha rafine, daha içe kapanan, hatta olumlu anlamda daha yerel ürünler. Sanayi Devrimi sonucunda oluşan kentleşme, yeni yaşam ve tüketim biçimleri, yeni zihniyet dünyaları romanla açığa çıkar. Zaten roman da sanayileşmenin bir ürünü. Modern çağ devam ediyor, teknolojiyle sürekli ivme kazanıyor. Haliyle romanın dışına çıkmak da söz konusu değil. Romandan şikâyetçi olmadan konuşmak gerekiyor. Romanımızı nasıl yazacağımıza, nasıl bulacağımıza ve nasıl yayıncısı olabileceğimize kafa yormalıyız bence.
CA: Roman çok değişken bir yapıya sahip. Tanımlaması zor, çünkü sürekli değişiyor, farklı biçimler alıyor, içeriği ve dili yenileniyor. Günün diline daha kolay adapte olabilen bir karması var. Öykü daha damıtılmış ve yoğunlaştırılmış bir tür. Yazarın zihinsel olarak da dilsel anlamda da yoğunlaşmasını gerektiren, süzülen bir şey. Roman tam öyle değil, günceli ve günlük yaşantıyı daha kolay içine alabilen, olduğu gibi aktarması daha kolay bir biçim.
ÖE: Roman her yerde okunabilir. Romanı uçakta, trende, parkta okuyabilirsiniz. Daha kolay iletişim kurabileceğiniz bir türdür roman.
Mİ: Yazmaya öyküyle başlamış biri olarak düşünüyorum da, öykünün başına geçtiğimde kendimi kandıramıyorum. Kişisel tecrübem bu yönde. Ama roman, kendimi daha çok oyalayabildiğim bir alan. Oysa öyküde bir şey beni tutuyor. Etik duygusuna, insanlara, yaşamın içindeki o sahiciliğe dair bir şey bu.
Öyküde gündelik hayattan soyutlanmıyorum, yaşamı nasıl algılıyorsam onu yansıtabiliyorum. Romanda öyle olmuyor ama; belki de romana karşı sizin kadar geçişken değilim galiba. Ben roman da yazan biriyim. Yine de özellikle klasiklerin çok satmasının nedeni bir biçimde okurun kaçışıyla, yüzleşmemesiyle ilgili gibi geliyor bana. Peki, öykü ve romanda durum böyleyken, şiiri nasıl konumlayabiliriz?
Vezinli, kafiyeli tıp kitapları!
ÖE: Şiirde durum çok başka. Neredeyse son 50 yıldır, şiiri sürekli köşeye sıkıştırıyoruz. 1960’ların sonuna kadar, Türkiye’de edebiyatın merkezinde hep şiir ve şairler vardı. Bizim edebiyatımızın orijini şiirdir zaten. Şiirden çıkıp gelmişiz, bin yıl içinde şiir toplumu olmuşuz, her şeyi şiirle anlatmışız. Tıp kitaplarımız bile neredeyse vezinli, kafiyeli. Seyahatnamelerimiz, masallarımız, mesnevilerimiz, gazellerimiz, divanlarımız öyle. Biz bir şiir toplumuyuz.
Ama 1960’ların sonundan sonra Türkiye’de şiir geriye düştü. Bu, yazılan şiirin niteliğiyle ilgili bir şey değil; yazılan şiirin toplumla kurduğu iletişimle ve geri dönüşüyle ilgili bir aksama. Aksayan, şiirin artık, gündelik yaşayan insandan daha fazla şey talep etmesi. Oysa gündelik yaşayan insanın şiirin taleplerini karşılayacak zamanı yok. Kafasını karıştırmak, daha derin düşünmek, birtakım meseleleri kendine sorun edinmek istemiyor. Bugünkü şiirin efekti –nicel anlamda okur karşılığı var, ama şiir okurunun yeterli niteliği yok.
Eleştirmeni kendi içinden çıkan şiirimiz…
Mİ: Romanı, öyküyü ve şiiri yakından ilgilendiren bir türümüz de eleştiri. Bu dengesizliği, ülkemizdeki eleştirmenin nadir varlığına borçlu olabilir miyiz?
ÖE: Türe katkı anlamında eleştirmen sayısı çok olamadı edebiyatımızda. Çünkü eleştirmenin, varlığını sadece o işi yaparak sürdürebileceği bir mekanizma yok. Bizim şiir eleştirmenlerimiz yine şairler. Bugün hâlâ Cemal Süreya, Behçet Necatigil, Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday’ın yazdıklarını okuyoruz. Türk şiiri kendi eleştirmenini de kendi içinden çıkarmış. 80 kuşağı şairlerimizden Metin Celâl de bu geleneği sürdüren eleştirmenlerden.
CA: Gerçek edebiyatın yer bulabildiği mecra kısıtlandıkça, edebiyat üzerine yazılacak metnin de mecrası yok oluyor. Bugün eleştirmen olsa nerede yazacak? Kim okuyacak? Eleştirmenin yazdığını kim okumuş ki zaten? Bu probleme rağmen, bugün herkes bir şeyler yazıyor, herkesin bir metni var. Blogda ya da sosyal medyada yazıyorlar. Herkesin okuduğu metin üzerine yazmayla ilişkisi var. “Bir şey okudum ve bunun üzerine bir sözüm var,” demek hâlâ önemli bir şey.
Soru Cevap
Irmak Zileli: Başlıkta “öykü dergide, şiir sokakta, roman rafta” diyoruz. Öykünün dergide, şiirin sokakta olması bu türleri bağımsızlaştırıyor, özgürleştiriyor özellikle. Romanın rafta olması ise acaba romanı ve romancıyı piyasa kurallarına daha çok mecbur bırakan bir özelliği mi? Romancıyı piyasa kurallarından nasıl koruyacağız?
CA: Öykü ve şiir, satması çok beklenmediği için daha özgür bir yaratıcılık alanına sahipler. Oysa roman, dediğiniz gibi, sanki satması daha çok beklenen bir tür. Yazdığına, satıp satmayacağından endişe ederek bakmak zorunda kalan romancılar var. Bence bunun panzehiri yazarın kendisinde saklı. Bu biraz da yayınevinin desteğine bağlı.