Şairin yayıncılık yolculuğu

Genç şairlerin kılavuzu, usta dergici, editör, şair Enver Ercan, şairlik serüvenini ve Cemal Süreya’dan Oktay Rıfat’a birçok şairle anılarını esprili bir dille anlatırken, editörün görevlerinden birinin de edebiyata yeni yazarlar kazandırmak olduğunu hatırlatıyor.

Bugün çocuk ve gençlik edebiyatı yayıncılığı çok gelişmiş durumda. Benim çocukluğumda bu böyle değildi. Babam kitaplara çok düşkün olmasına rağmen bana sadece birkaç kitap almıştır. Onlardan bir tanesini hatırlıyorum; Beyaz Kuğular. Kapağında kuğu resmi olan, içeriğini hatırlamadığım bir kitap. Yazarını Tevfik Fikret diye hatırlıyordum. Ama sonradan öğrendim ki, bilinçaltım bana oyun oynamıştı. Fikret’in böyle bir kitabı yoktu; belki de onun bir eserinden uyarlanmıştı. Beyaz Kuğular ince bir kitaptı. Çocuklar okusun diye öyle yayımlanmıştı sanırım.

“He – Man” dizisinde ölüm olur mu?

Kızım ufaktı ve ona masallar okumak istiyordum. Hürriyet Gazetesi’nde çalıştığım yıllardı. O sırada Mevlâna’nın Mesnevi’sini karıştırıyordum ve orada çok güzel hayvan öykülerine denk geldim. O öykülerden çok güzel masallar uyarladım, okudum. Kızımın da çok hoşuna gitmişti bu uyarlama masallar. Daha sonra bir yayıncı arkadaşım bunu öğrendi ve onun ısrarıyla birkaç öykü daha ekleyerek kitap haline getirdik. Bu durum daha sonra bana korkutucu gelmeye başladı. Çocuk yazarı değildim ve elime geçen çocuk kitaplarını okuduğumda çoğu saçma geliyordu. Bu kitaplarda bir çocuğun ağzıyla konuşan cümleler vardı. Bu bana hep itici gelmiştir. 50 yaşında adam, bir çocuğun ağzından nasıl konuşur?

Mahalledeki çocukları topladım, bu masalları onlara okudum ve takıldıkları yerlere işaretler koydum. Gerçekten de karışık geldi onlara, sendelemeye başladılar. Daha sonra bu zorlandıkları yerler düzeltildi ve kitap o haliyle yayımlandı. Tüm bu düzeltmeleri görünce anladım ki, çocuk ve gençlik edebiyatı yayıncılığı ve yazarlığı çok zor bir iş.

He-Man karakterinin Türkiye’de yayımlanması için bir arkadaşım Türkçe’sini yazmamı istedi. Ben de yazdım; güzel de oldu. Ama Amerika’daki yayıncıdan bir rapor geldi, “He-Man’in hiçbir kitabında kimse ölmez. Sen hepsinin sonunda birini öldürmüşsün !” dediler. Ben de bir daha hiç yanaşmadım o işe.

Editörlük, biraz da sezgi işi!

O zamanlar yayınevlerinin yaklaşımı şimdiki gibi değildi. Bir edebiyat öğretmeni buluyorlar, ona üç beş masal yazdırıp yayımlıyorlardı, iyi çizer de yoktu. O büyük yayıncılar, kitabı Anadolu’ya %70 indirimle satıyorlardı. Çok karmaşık geldi bu işler ve o nedenle uzak durdum.

Editörün en önemli özelliği, sezgisel yanıdır. Hiç okumadığı bir kitabı “basarım” diyen editörler vardır. Çünkü karşılarındaki adamın iyi bir şey yapıp yapmadığını bilirler. Örneğin, İnkılâp Kitabevi’nden ayrılmama yakın zamanlarda bir Marduk kitabı gelmişti; Burak Eldem’in kitabıydı. “Hiçbir şey yapmayın, basın bu kitabı,” demiştim. Çünkü akıllı bir adam olduğunu biliyordum. Nitekim kitap 20 baskı yaptı, toplamda 60 bin adet sattı.

Türkiye’de “sultan” temalı romanların ilk yayımlanışında büyük payım vardır, o romanları başlatan yayıncılardan biriyim. Safiye Sultan ’la başlamıştı o akım. Bir yayıncıyla 5 bin mi, 10 bin mi basalım diye düşünürken, kitap 300 bin sattı. İşin başında sadece sezgisel olarak satacağını düşünmüştüm.

Kaç yazar yetiştirdiniz?

Bu alandaki en önemli sıkıntılardan biri, yeni yazar yetiştirmektir. “Ben iyi bir dergiciyim, iyi bir yayıncıyım, iyi editörüm,” diyerek gururlananlara önce şunu sorarım: Kaç yazar kazandırdın edebiyat dünyasına? Bu alanda ne kadar iyi olduğun, bu sorunun cevabında gizlidir.

sdasBir gün Varlık ödülleri için ön elemeleri yaparken, bir çocuğun dosyası geldi elime. 18 yaşında bir çocuk şöyle bir şiir yazmış: “Çekin üstümden göğü, beni ölüm temizler… Gövdesi çatlak bir tekneyim, hazırlayın kayaları…” İnanamadım ve çocuğa mektup yazarak, başka bir dosya daha getirmesini söyledim. Erdoğan Alkan, “Ablası yazmıştır,” demişti. Ben bu çocuğun eserini yarışmaya sokarım ve ödülü kazanır, ama doğru bir şey mi yapmış olurdum?

Bir gün bir kız geldi dergiye, “Ben öykü yazıyorum,” dedi. Ben de, “Herkes yazıyor; beni heyecanlandıracak bir şeyler yaz getir,” dedim. Kız bir an şaşırdı, onun düşündüğü editör değildim. Televizyonlarda kadın bedeninin cinsel obje olarak sömürüsü üzerine bir makalesi olduğunu söyledi. “Beni ilgilendirmez, çok yapılıyor,” dedim. Sonrasında, arkadaşıyla yaptığı bir çalışmayı gösterdi. Feminist bir yaklaşımla, Michel Tournier’in Cuma adlı romanında, Robinson’un adayı bir kadın olarak algıladığını iddia edip, bunun üzerine yazmışlar. İşte o zaman, “Ben bunu yayınlarım,” dedim ve Müge İplikçi’yi o gün keşfettim.

Bu anlamda gururluyum; Tuna Kiremitçi, Müge İplikçi, Sema Kaygusuz, Şebnem İşigüzel, Akın Sevinç, Nilay Özer, Süreyya Evren… Desteklediğim, yetenekli olduğunu gördüğüm ve gurur duyduğum arkadaşlar onlar.

Benim yazarlık serüvenim biraz daha farklı. Dört yaşında çizmeye başlayan çizerler var; ben dört yaşında şiir yazmaya başladım. Nasıl mı? Ablam, benim adımla yerel bir dergiye şiirler yollardı ve yayımlanırdı. Resmi olarak, dört yaşında şiir yazmaya başladım böylelikle.

Ablam şiir yazmayı bırakınca, ben de şiir hayatıma ara vermiş oldum. Ne ironidir ki, bugün yazdığım şiirler, o günlerde ablamın benim adımla yayımlattığı şiirlere benziyor.

Baktın olmuyor, bırakırsın!

16-17 yaşlarımda, herkesin mutsuz olduğu yaşlarda ben de mutsuzdum; İstiklal Caddesi’nde dolaşıyordum. Seyyar kitapçıda şiir kitapları gördüm ve birkaçını aldım. Eve gidip okuduğumda, “Ben de bunlar gibi yazarım,” dedim. Kitaplar mı kötüydü, yoksa bendeki cahil cesareti miydi, bilmiyorum, ama bir ayda 60 şiir yazdım. Talihsizliktir ki, bir çay bahçesinde kaybettim onları.

Bir süre sonra yine başladım yazmaya, şiirler çoğaldı ve onları kitaplaştırmak istedim. O zamanlar Varlık diye bir derginin varlığından bile bihaberdim. Osmanlı Matbaası diye bir yere gittim, borç harç bularak kitabı bastırdım. Dağıtımcımı da kendim buldum. Orada kitap satılmayınca, ileri gelen galerici ağabeylere kitabı elden satmaya başladım. Bu sayede ilk kitabı tükettim. Hemen ardından bir ağabeyimiz Melih Cevdet Anday’a şiir kitabı yazdığımı anlatmış. Anday, Cumhuriyet’te benim ilanlarımı yayımladı. O zamanlar çok kötü şiirler yazıyordum, ama toplamda 11 ilanım çıkmıştı gazetede. Bir süre sonra anladım ki, yazın hayatımda buraya geliş serüvenim, o en başta yaptığım büyük hatayı temizlemekti. Böylelikle bir meslek sahibi oldum.

Yine bir gün Cemal Süreya yemeğe çağırdı ve şiirlerimi göstermemi istedi. “Şiirlerimi okuyacaksanız veririm,” dedim. O da şiirlerimi okuduktan sonra, “Ne kadar

zamandır şiir yazıyorsun?” diye sordu. “Birkaç yıldır,” dedim; “İyi, birkaç yıl daha uğraş, baktın olmuyor, bırakırsın,” dedi. O şiirleri yırtıp attım, ama Cemal Süreya’yla dostluğumuz çok uzun sürdü. Beni keyifsiz ve üzgün gördüğü zamanlardan birinde, “Enver, kendine mektup yazmayı hiç düşündün mü ?” diye sordu. Mektubu yazdırdı ve “kendime göndermek” üzere postaneye götürdü beni. Yayıncılık böyle bir şey, yayımlamanın perde arkasında o insanlarla, yazarlarla tanışıyorsunuz.

Mutfakta yazan adam

Oktay Rifat da benim için öyleydi. Karısını çok sevdiği için çalışma masasını mutfağa koyan ve orada çalışan bir şairdi. Attilâ İlhan, “Neden bu adam bu kadar güzel yemek yapıyor, üstü başı yemek kokuyor?” diye sorardı. Meğerse Oktay Rifat romanlarını mutfakta yazıyormuş. Yazdıklarını okutmak için beni sürekli evine çağırırdı, eleştiriye açık bir şairdi, ama balıkçılığına laf söyletmezdi.

Sabahattin Kudret Aksal da onlardan biriydi. Oldukça ketum biriydi Aksal; arabası olduğunu öldükten sonra öğrendim, hangi siyasi partiye yakın olduğunu hiç öğrenemedim. Aksal, şiirle matematik arasındaki ilişkiyi kavramak ve matematiği şiirde uygulamak için mutlaka okunması gereken biridir.

Yayımlama serüvenimize dönüp baktığımda, Cemal Süreya, Oktay Rifat, Sabahattin Kudret Aksal, Ece Ayhan, Can Yücel; hepsi keyifli insanlardı…