Turhan Günay ile kitapların dünyasında!

Hayatını kitaplara adamış bir yayıncı, gazeteci, edebiyat eleştirmeni, 33 yıldır Cumhuriyet Kitap Eki’nin yayın yönetmenliğini sürdüren Turhan Günay, dokuz aylık tutukluluğunun ardından yayıncılık dünyasını selamladı.

Uzun süredir bu dünyanın içinde değildim. Başka bir dünyanın içinde, ama kitapların dünyasındaydım. Yeniden kitapların içinde, yazarların arasında olduğum için çok mutluyum.

Yaklaşık 33 yıldır kitap eki çıkarıyorum. TÜYAP’ın kitap fuarları, zannediyorum 1983’te başlamıştı. Cumhuriyet’e geldiğim 1985 yılının başlarıydı. O yıl, kitap fuarı için beş ayrı kitap eki hazırlamıştım. Bunlar sürekli yayımlanan ekler değildi, sadece fuarlar sırasında çıkarılan ve dağıtılan eklerdi. Eklerin sayısı beş yıl sonra yediye, sonra dokuza çıktı. Çerçeve dergisi çıkıncaya kadar da sürdü bu ekler. Geçen 33 yılda başka işlerim de oldu, ama onların arasında da çıkarmaya devam ettim kitap eklerini.

“O insanları, o kitapları sevdim!”

Bu süreçte yayıncı ve yazar arkadaşlarımın büyük dostluklarını kazandım. İçerden çıktığımda en çok sorulan sorulardan biri şuydu: “Bu kadar sevildiğinizi biliyor muydunuz?” Bu soruyu şöyle cevaplıyorum: “Ben o insanları sevdim, o kitapları sevdim, mutlaka onlar da beni sevmişlerdir.”

Yayıncılık, benim için vazgeçilmez bir dünya. Bu, biraz da çocukluğumdan gelen bir sevgi. Ben bir köy okulunda okudum. Aslında bir kent çocuğuydum; babam Sümerbank’ta memur olarak çalışıyor, Cumhuriyet Halk Partisi’nde ilçe başkanlığı yapıyordu. 1950 yılında Demokrat Parti iktidara geldiğinde, “sürgün memur” olarak Kastamonu’nun Taşköprü ilçesine gönderiliyor.

Amcamın yanında bir köy okulunda bitirdim ilkokulu; ona çok şey borçluyum. Yan yana dizilmiş üç odadan oluşan, giriş kapısı orta odada olan bir okul binasıydı. Sınıfların birinde 1, 2 ve 3. sınıflar, diğerinde ise 4 ve 5. sınıflar bir arada okurdu. Aradaki oda ikiye bölünmüştü, öğretmen odası ve koridor olarak kullanılıyordu.

Çocukların giriş çıkışlarını kontrol etmek için, öğretmen odasının koridora bakan tarafında bir pencere vardı. Okulun “kütüphanesi”, işte o pencerenin içindeydi ve yalnızca iki kitap vardı. Kitaplardan biri, dönemin çok bilinen yayınevi Doğan Kardeş Yayınları’nın bir kitabıydı: Augusta Huiell Seaman’dan Jennifer Teyze’nin Anahtarları. Diğeri de, Kanaat Kütüphanesi’nin yayımladığı birkaç kitaplık diziden Kaşifler Âlemi adlı bir kitaptı. Beş yıl boyunca, döne dolaşa bu iki kitabı okumuştum, çünkü başka kitap yoktu.

Önlüklerimizin içindeki kitaplar…

Arada sırada köylüler şehre indikleri zaman kitap getirirlerdi. Konya Ereğli’de Selçuklular’dan kalma minaresi olan Ulu Camii vardı. O caminin avlusunda satılan halk hikâyeleri, Hazreti Ali’nin cenkleri, Arzu ile Kanber, Âşık Garip’in eserleri vb kitapları alır gelirlerdi. Akşamları halalarımızı ve teyzelerimizi toplar, kitapları onlara okurduk. Hüngür hüngür ağlarlardı dinlerken. Kitapla tanışıklığım böyle başladı.

Kitaplarla ilgili ilk anılarımdan biri, yine Ereğli’ye ait. Ulu Camii’nin yanında, Kanuni Sultan Süleyman döneminde yaptırılan Rüstem Paşa Kervansarayı’nın içinde bir halk kütüphanesi vardı. Oraya gidip deli gibi kitap okumaya çalışıyorduk. Kütüphanenin sorumlusu olan İhsan Abi, caminin yanındaki kıraathaneye gittiğinde kütüphaneyi bize bırakır; akşama doğru kapamaya geldiğinde, kitabın en heyecanlı yerinde kalırdık. Sonrasında, arkadaşlarla bir yöntem geliştirdik. Okuduğumuz kitapları, İhsan Abi gelmeden önce önlüklerimizin içine saklayıp, okumak için eve götürürdük ve ertesi gün geri getirirdik. Çalma gibi bir şey değildi, ama İhsan Abi bir gün bizi yakaladı ve hepimizi karakola götürdü. İlk resmi cezamı orada, kitap çalmaktan aldım.

Yazarlarla kuru fasulye buluşmaları

Başlarda, yayıncılık dünyasıyla tanışırken biraz çekimser davranmıştım. 1968’de gazeteciliğe başladım ve aynı yıl, Türkiye’nin önemli yazarlarıyla tanıştım. Çünkü duydum ki, her cuma günü kalabalık bir ekiple, Cağaloğlu’nda kuru fasulye yapan bir lokantada bir araya geliyorlarmış. Artık o yazarlar yok. Turgut Uyar, Edip Cansever, Fethi Naci, Abdülbaki Gölpınarlı ve Oktay Akbal o kuru fasulyecide ilk tanıdığım yazarlardandır.

Yazarlarla hep içli dışlı olduğum için, yayıncılarla ilgili de çok şikâyet duyardım onlardan. Paralarını alamamaları, uzun süreli taksitlere bağlanmaları gibi örneklerden dolayı, yayıncılara karşı çekimserdim. Ama asıl çekimserliğim, bastığı, pazarlamasını ve tanıtımını yaptığı kitabı okumayan yayıncılarla tanıştığımda oluştu. Bu beni çok rahatsız eden bir durum. En yakın arkadaşlarımdan biri, yayımladığı kitapların bir tekinin bile kapağını kaldırmamıştır. Üstelik bunu, “Benim işim bunları basmak, okumak değil, abi,” sözleriyle açıkça ifade eder.

İnsanlığın önemli iki icadı…

Öte yandan, itiraf etmeliyim ki, Türkiye’deki yayıncılıkta son yıllarda önemli bir gelişme söz konusu. 1971 ve 1980’deki askeri darbelerin kitap üzerinde kurduğu baskının, 1983’te TÜYAP Kitap Fuarı’nın başlamasıyla kırıldığını düşünüyorum. O yıllarda televizyonlarda, silahlarla birlikte kitapların örgütsel malzeme olarak sunulması, kitap üzerinde büyük bir baskı oluşturmuş, evlerden kitaplar boşaltılmıştı. Kitap fuarı sayesinde, insanlar kitapla yeniden tanışmaya ve onunla akrabalık kurmaya başladılar.

Bugün, özellikle çocuk ve gençlik edebiyatı alanında çok başarılı kitaplar yayımlanıyor. Beş yıl önce, tüm stantları dolaşıp İstanbul Kitap Fuarı’na katılan yayınevleri arasında kaçının çocuk kitabı yayımladığını saymıştım: 173 yayıneviydi. Bugün çocuk kitabı yayımlayan yayınevi sayısı sanırım 300’e yakındır. Gerçekten çok dikkat çekici bir gelişme. Bu nedenle ülkemizi küçümsemek de doğru gelmiyor bana. Böyle bir gelişmenin içinde olmak, inanın beni hâlâ çok mutlu ediyor.

Umberto Eco, “Korkmayın, kitaplar yok olmayacak,” diyor. Kitapların okura ulaşması şekil değiştirebilir, bilemem, ama Eco’nun dediğine katılıyorum. İnsanlığın iki önemli buluşundan biri tekerlek, diğeri kitaptır. Tekerlekten vazgeçmedik, kitaptan da vazgeçmeyeceğiz. Basılı kitaplar gözde olmaya devam edecekler. Onlarla birlikte yatmayı, haşır neşir olmayı hâlâ çok seviyorum. Kitabın varlığı sonsuza kadar sürecek, biliyorum.