Yaratıcılığı harekete geçirmek için felsefi düşünce eğitimi almış kişilere ihtiyaç var.
Ülkemizde felsefe alanının gelişmesi için en çok emek vermiş akademisyenlerden, Türkiye Felsefe Kurumu başkanı, filozof Prof. Dr. İoanna Kuçuradi, benzersiz entelektüel birikimiyle felsefe eğitiminin ve felsefi düşüncenin önemini anlatıyor.
Anadolu topraklarında doğup büyümüş olmak, bu topraklarda yaşamak, çoğu insanımızın farkında olmadığı bir ayrıcalıktır. Çünkü bu topraklarda dokuz on uygarlık yeşermiş ve birbirini etkilemiştir. Urartu, Hitit, Frigya, Lidya, Troya, İyonya, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı uygarlıkları… Belki daha küçük uygarlıklar da vardır. Bu uygarlıkların birbirine etkisi, yalnızca sanat alanında -örneğin mimaride- görülmez. Kişide bunu görebilecek bir göz olması koşuluyla, bu etki günlük yaşama kadar uzanabilmektedir.
Mazhar Şevket İpşiroğlu’nun 60’lı yıllarda yaptığı “Anadolu Yolları” belgeselinde böyle örnekler görüyoruz. İpşiroğlu, bu belgeselde, Orta Anadolu’nun bir köyünde zar oynayan iki kişiyi ve yüzyıllar önce aynı şekilde Pesos oynayan iki kişiyi gösteren bir mozaiği yan yana getiriyor. Bu uygarlıkların farklı dünya görüşlerinin, egemen yaşama biçimlerinin ve davranış normlarının bilgisi, bugünün Anadolu’sunu düşünmek isteyenlerimize elverişli bir malzeme sağlıyor. Felsefe bilgisiyle bakmak, değerlendirmeyi kolaylaştırıyor ve bu anlayışlardan hangilerinin insansal olanaklarını geliştirmede elverişli olduğunu, hangilerinin engelleyici olduğunu deneysel olarak da görebilmelerini olanaklı kılıyor.
Bu uygarlıkların yeşerdiği topraklar, aynı zamanda felsefenin, felsefi bilgiye dayanan bilgeliğin ve bazı bilim dallarının da geliştiği topraklardır. Anadolu’da farklı uygarlıklar zamanında gelişmiş bu felsefe temelli bilgeliği yaşamış bilgelerde; Thales’te, Herakleitos’ta, Yunus Emre’de, Mevlana’da ve diğer bilgelerde ortak iki özellik görüyoruz. Bu da tek ortak kimliğimiz olan insan olmaya ve kendini bilmeye verdikleri önemdir.
Delfi Tapınağı’ndaki (Yunanistan) “kendini bil” mottosunun, Simurg mitosuyla doğuya doğru nasıl açıldığını anlamak önemlidir. Bu nedenle, felsefenin ve felsefe eğitiminin ne işe yaradığını Simurg mitosu örneğiyle anlatmak isterim. Müthiş güzel bir Doğu mitosudur bu.
Gizli ya da ortada ne kadar kuş varsa, günün birinde kendi hükümdarlarını seçmek üzere toplanırlar. Aralarından biri Bilge Kral Süleyman’ın yanından hiç ayırmadığı, nerede su varsa gören, gösteren Hüthüt (İbibik kuşu diye de bilinir.) bir hükümdar seçmek gerekmediğini, zaten bir hükümdarları olduğunu söyler. Adı Simurg’tur. Oturduğu yer de Kaf Dağı’dır. Kaf Dağı’na çıkabilirlerse görürler onu.
Kuşların çoğu Kaf Dağı’na götüren yolun çetin olduğunu böyle bir uçuşa dayanamayacaklarını söyler, bağışlanmayı ister. Hüthüt diretir. İsterlerse böyle bir yolculuğu yapabileceklerini anlatır. Örnekler vererek onları yüreklendirir ve binlerce kuş yola koyulur. Bir süre sonra kuşlar yorgunluk duymaya başlar. Yorgunlukla birlikte de kuşku duymaya… Ya yolun sonunda hükümdarı görmezlerse ne olur? Hüthüt, soru soran her kuşun sorularını yanıtlar, kuşkularını gidermelerine yardımcı olmaya çalışır.
Ne var ki yol çetin olduğu kadar uzundur da. Vadiler aşmayı gerektirir. Yorgunluğa dayanamayan bir ağaca konar, açlığa dayanamayan yere iner. Sonunda binlerce kuştan kalan otuz kuş karşılarında kocaman bir kapı görür. Kapıda duran çavuş onları içeri almak istemez. Geri dönmeleri gerektiğini söyler, ama Hüthüt’ün diretmesi üzerine kapıyı açar. Kuşları kocaman odaya alır. Kuşlardan her biri, o odadaki tahtlardan birine oturunca önünde bulduğu kâğıtlarda ayrıntılarıyla kendi serüvenini okur ve şaşakalır. Kuşların şaşkınlığı sürerken, “Simurg geliyor!” diyen bir ses duyulur. Otuz kuş başlarını kaldırıp baktıklarında, her biri karşısındaki aynada kendi yüzünü görür.
“Kendini bil” mottosunun Doğu’ya doğru nasıl yürüdüğünü çok iyi örnekler Simurg mitosu.
Felsefe nedir, ne iş yapar?
Felsefe, kimilerinin olumlu, kimilerinin de olumsuz bir değer yargısıyla baktıkları, ama neyle uğraştığı, ne olduğu pek belli olmayan bir uğraş alanıdır. Eğer felsefeyle uğraşmıyorsanız, felsefenin ne yaptığını bilmek oldukça zordur. Felsefeyle uğraşanlara en sık sorulan sorulardan biri de “felsefe nedir, ne iş yapar?” sorusudur.
Kendine özgü nesneleştirme, felsefede bilme konusu yapılanların, bilmek istenenlerin, bilinmek istenenlerin ve bunlara ilişkin sorulan soruların özelliğidir.
Günlük yaşamda “felsefe” kelimesinin kullanıldığı bağlamlara baktığımızda, sık sık felsefeyle alakası olmayan durumlarda kullanıldığını görüyoruz. Örneğin “felsefe yapma”, boş laf kalabalığı bağlamında kullanılır. “Partimizin felsefesi” gibi bağlamlarda kullanılırken, bir partinin ya da oluşumun çalışmalarında temel alınan anlayışlar, fikirler, normlar bütünü anlaşılır. “Benim felsefeme göre,” bağlamını da bir dünya görüşünü ifade ederken sık sık duyuyoruz. “Marksist felsefe” bağlamında ideoloji açıklarken de kullanılır felsefe. Bunlar felsefe sayılır, ama “felsefe olmayan felsefeye” ilişkin anlayışlardır. Bu son üç örnekteki “felsefe”, en çok karşılaştığımız kullanış biçimleridir. Kişilerin ya da grupların kararlarında, yapı etiklerinde temel aldıkları görüşler ve normlar kastediliyor. Peki bunlar felsefe değilse, felsefe nedir acaba?
Felsefe denilen alana ve tarihine bakılırsa, bu soruya verilebilecek çok genel bir cevap; felsefenin kendine özgü, yani onu diğer insan uğraşlarından ayıran ve farklı bir nesneleştirme yapan bir bilme etkinliği olduğudur. Bu etkinlik sonucunda ortaya konan bilgilerdir. Kendine özgü nesneleştirme, felsefede bilme konusu yapılanların, bilmek istenenlerin, bilinmek istenenlerin ve bunlara ilişkin sorulan soruların özelliğidir.
Felsefenin tek değilse de, tipik sorusu “nedir?” sorusudur. Felsefe bir şeyin ne olduğunu sorar. İnsan nedir, bilgi nedir, adalet nedir, insan hakları nedir, devlet nedir gibi. Bu “nedir” soruları kimi zaman bir terimin anlamını, kimi zaman da anlamdan öte bir şeyin varlıksal özelliğini, yapısını sorar. Bir şeyi o şey yapan ve benzerlerinden ayıran ana özelliklerinin, türce özelliklerinin ne olduğunu sorar. Bu soruların doğru cevabı verilmeden, -yani bir şeyin ne olduğu, örneğin bilginin ne olduğu, devletin ne olduğu bilinmeden- onun hakkında sorulacak başka sorulara da bilgisel bir cevap verilemeyeceğini, 25-26 yüzyıl önce Sokrates çağdaşlarına öğretmeye çalışmıştı.
Erdem öğretilebilir mi, öğretilemez mi?
Platon’un Menon Diyaloğu şöyle bir soruyla başlıyor: “Erdem öğretilebilir mi, öğretilemez mi? Yoksa bir doğa vergisi midir?” Sokrates’in buna cevabı, “Erdemin ne olduğunu bilmeden bu sorulara cevap verilemez,” olur. Üstelik bir şeyin ne olduğunu bilmeden, o şeyle ilgili sorulan başka bir soruya da birbirine ters düşen cevaplar verilebilir ve rahatlıkla savunulabilir. Bu nedenle, okullarda çok yaygın olan münazara etkinliğinde iki ters şeyi savunmanın çok zararlı bir şey olduğunu düşünüyorum.
Sokrates, Diyalog’da, “Erdem nedir?” sorusuna Menon’un verdiği cevapları çürütür ve bu cevaplardan neyin eksik olduğunu, neyin yapılmadığını ya da Menon’un neyi yapamadığını gösterir. Sonra da şekil örneğini verir. Menon’a, “Kareyi de yuvarlığı da üçgeni de şekil yapan ne?” sorusunu sorarak kendisi bir cevap verir. Bir şeyin ne olduğunu, o şeyi o şey yapanın ortaya konması derken böyle bir şey kastediyorum.
Ne var ki “nedir” sorusu, durup dururken ezbere sorulacak bir soru değildir. Yaşarken ya da araştırma sırasında karşılaştığımız bir problem karşısında sorulabilen bir sorudur. Sorulması söz konusu olan bir sorudur. Tek başına sorulduğunda, -yani karşı karşıya geldiğimiz bir problem olmadan sorulduğunda- bu soruya birden çok farklı cevapların verilmesi kaçınılmazdır. Problem görmek, her şeyden önce bir aykırılığı yakalamaktır. Ama ne ile ne arasında bir aykırılığı? Çeşitli bilgi alanları söz konusu olduğunda, bir problem ya da olguyla ilgili mevcut bir bilgi ya da açıklama arasında, hatta doğru bir bilgi ya da açıklama arasında bir aykırılıktır. Böyle bir aykırılığın görülmesi, yeni bir açıklamaya kapıyı aralamada ya da yeni bir doğru bilgiyi ortaya koymada ilk ana adımdır. Böyle bir aykırılık yakalanmadan bilimsel ya da felsefi araştırma yapmaktan söz edilemez. Yapılan, olsa olsa bazı bilgileri uygulamak olur.
En önemli sıkıntılarımızdan biri, bağlantıları görememektir.
Problemi gören ve belli durumlarda yapılması gerekeni gören, kişilerin uygun bir antrenmanla, uygun bir eğitimle çeşitli derecelerde kazanabileceği bir bakıştır. Böyle bir bakışı kazandırmaksa, yine böyle bir bakışın sağladığı temel üzerinde ve bir bütün olarak planlanmış eğitimden, başta da felsefe eğitiminden beklenebilir. Kişi yaşarken kendini görmeyi, başkalarına ve olaylara kendi gözleriyle bakabilmeyi, kendi sınırlarını görebilmeyi, bağlantılı düşünebilmeyi, neye bakıyorsa (neyi bilmek istiyorsa) onu bağlamları içinde görmeyi, ait olduğu bütünde yerini görebilmeyi, her aşamasında öğretmeyi amaç edinen bir felsefe eğitiminden öğrenebilir. En önemli sıkıntılarımızdan biri, bağlantıları görememektir. Ezbercilik buna dayanıyor. Bugün yaşadığımız sorunların kaynağında bulunan en önemli eksiklerden biri bağlantılı düşünememektir.
Başka önemli bir eksiklik de, yapıp ettiklerimizin ve yaşadıklarımızın hepsinde var olan “etik değer” boyutunu göz ardı etmek ya da farkında olmamaktır.
Benim çok sevdiğim ve Türkiye Felsefe Kurumu’nun bülteninde yayınladığımız iki tipik örneği vereyim. Biri, televizyonda yapılan bir yarışmadan. Lise mezunu düzeyinde bir meslek grubu yarışıyordu ve sunucunun elinde kurdelelerle bağlanmış güzel bir paket vardı. Hayır-evet cevaplarıyla paketin içinde ne olduğu bulunacaktı. Sunucunun sorduğu sorularla, paketin içinde bulunan nesnenin evin her yerinde kullanılabilen, ama en başta mutfakta kullanılan bir kesici alet olduğu ortaya çıktı. Sunucu, “Nedir bu alet?” diye sorduğunda cevap “tabak” oldu. Diğer örnek, bir yasa tasarısının gerekçesinden: “Bütün rejimler gibi demokratik rejimin de kendini savunmaya hakkı vardır.” Bu ne demektir? Şeriatın da faşizmin de kendini savunmaya hakkı vardır demektir, değil mi? Bugün televizyon reklamlarına bakarsanız böyle çok sayıda örnek görebilirsiniz. İşte felsefe eğitimi gören bir insanın bunları hemen yakalaması beklenir.
Başka önemli bir eksiklik de, yapıp ettiklerimizin ve yaşadıklarımızın hepsinde var olan “etik değer” boyutunu göz ardı etmek ya da farkında olmamaktır. Canlı yayına katıldığım televizyon programında, sunucu bana şöyle bir soru sormuştu: “Hocam, siz felsefeyle işkence arasında bir bağlantı kuruyorsunuz, nasıl bir bağlantı var aralarında?” Çok şaşırdım tabii, ama önce, soruyu soranın benim söylediklerimden böyle bir sonucu nasıl çıkarmış olabileceğini düşünmeye çalıştım ve şöyle bir cevap verdim: “Bakın, felsefe ile işkence arasında bir bağlantı yok. Ancak siz işkence olgusuna felsefe bilgisiyle, yani değer bilgisiyle bakarsanız, şunu görürsünüz. İşkence onur kırıcı bir muameledir, deniliyor değil mi? Ama siz etik bilgiyle işkenceye bakarsanız, insanlık onuru ayaklar altına alınan insanın işkenceye uğrayan değil, işkenceyi yapan olduğunu görürsünüz.”
Bu, bütün etik ilişkiler için de böyle. Ben birinizi kandırırsam, kandırılan yanlış bir şey yapabilir. Ama onun insan onuruna etik bakımından hiçbir şey olmaz, kandıranın onuruna olur. İşte etik değer boyutunu hesaba kattığımızda, etik bilgisiyle baktığımızda böyle şeyler görülebilir. Bu etik boyut görülmedikçe, değerlendirmemizi, bize yükletilen kültürel değer yargıları, kültürel yerel normlarla yapar ve değer koruyacak yerde çok defa değer harcarız.
Kavram karmaşası…
Başka gördüğüm önemli bir eksiklik de sık sık sözü edilen ve bir türlü üstesinden gelinemeyen “kavram karmaşası”dır. Kavram karmaşası, kelimelerin kavramsal boşalmasıdır. O zaman kavramsal içeriği boşalmış kelimeleri, kişiler işlerine gelen yöne çekebilir ve kelimelerin kavramsal içeriğini bilgi değil, çıkarlar belirler. “Laiklik” kavramı buna bir örnek olabilir. Uluslararası düzeyde “insan hakları” ve “terör” bugün böyle bir hale gelmiş bulunuyor. “Terör”ün resmi tanımı siyasal nedenlerden dolayı yapılamamıştır. Örnekleri çoğaltabiliriz. Bunları hesaba katarak yapılan bir felsefe eğitimi, yani eğitim gören kişinin öğrendikleriyle kendi yaşadıkları arasında bağlantı kurabilmesinde yardımcı olmayı ve problem görebilen bir bakış kazandırmayı amaçlayan felsefe eğitimi, en başta da felsefi bir bakışla oluşturulan, planlanan ve gerçekleştirilmeye çalışılan bir genel eğitim, yaşadığımız bu gibi sorunların üstesinden gelmemizi sağlayabilecek en önemli yoldur. Bu, belki de tek sağlam yoldur.
Değer yargılarıyla değerlerin karıştırılması sonucu değer dışı olması gerektiği düşünülen eğitim modellerinin ve 70’li yılların sosyal bilimler eğitimi furyasından sonra bu eğitim modellerinin bizi nereye götürdüğü deneysel olarak görüldükten sonra, insan bilimlerinin ve en başta felsefe eğitiminin gerekliliği yeniden gündeme geldi.
90’lı yılların başında bir grup filozofun tüm dünya ülkelerinin meclislerine ve hükümetlerine yaptığı bir çağrıda şöyle deniliyordu: “Dünyadaki kültürel deneyimlerin ulusal bir karşılaştırmasını yapmak tüm toplumlarda ivedi bir zorunluluk olarak görülmektedir.” Gene de farklı kültürlerin karşılaştırılması, eskiden olduğu gibi şimdi de yalnızca göreneklerin ve ifade biçimlerinin sığlaştırılması ya da tarihsel belleğin yitirilmesi olarak ortaya çıkar. Alışverişi yapılan kültürlerin erdemlerinden çok yanlışları ve zaafları olur.
Milyonlarca öğrenci felsefe kavramından hiçbir şey anlamıyor.
Mesleki ve pratik yetenekleri besliyoruz, ama felsefi yaratıcılık ruhunu körelmeye terk ediyoruz.
Klasik dünyanın kültürel potasında sonsuzluğa değin etkin olacak bir yaşam iksiri –felsefi düşünce, tarihimizi etkileyen kültürümüzün belirgin özelliklerini borçlu olduğumuz bir bilgi olarak doğmuştur. Ne var ki çağdaş toplumun felsefeye karşı tutumu, günümüzün sorunlarını göz önünde bulundurduğunu göstermemektedir. Çoğu ülkenin okullarında felsefe ya ders olarak sürekli görmezlikten geliniyor ya da giderek bir kenara itiliyor.
Bizdeki problem biraz daha farklı. Milyonlarca öğrenci felsefe kavramından hiçbir şey anlamıyor. Mesleki ve pratik yetenekleri besliyoruz, ama felsefi yaratıcılık ruhunu körelmeye terk ediyoruz. Ben bunu şöyle dile getiriyorum. Çocuklarımızın bilgisel yeteneklerini geliştirmeye çalışıyoruz. Ne makineler uçaklar yapıyor, ama etik yeteneklerini geliştirmeye hiç mi hiç yardım etmiyoruz. Bunun sonucunda, tarihsel bağlantıları anlayan ya da anlayabilecek durumda olan kişilerin sayısı giderek azalıyor. Oysa dünya bugün yaratıcı güçlere her zamankinden daha çok gereksinim duymaktadır. Yaratıcılığı harekete geçirmek için felsefi düşünce eğitimi almış kişilere ihtiyaç var.
90’lı yılların başında UNESCO’nun yürütmüş olduğu, “dünyada felsefe ve demokrasi” konulu araştırmadan sonra kaleme alınan bildirgede şöyle deniyor: “Felsefenin uğraştığı problemler, insan yaşamının ve varoluşunun evrensel problemleri. Felsefi düşüncenin, insanla ilgili olayların anlaşılmasına ve insanla ilgili yapılanların yönlendirilmesine katkısı olabileceğine, ayrıca da olması gerektiğine inanıyoruz. Hiçbir düşüncenin serbestçe tartışılması engellenmeyen ve kullanılan kavramların tam tanımlarını ortaya koymaya, akıl yürütmelerinin geçerliğini sınamaya, başkalarının kanıtlarını dikkatle sorgulamaya çalışan felsefe etkinliğinin her insana bağımsız düşünmeyi öğretmesi amaçlanıyor.”
Bildirgede ayrıca, felsefe öğretiminin açık kafalılığı, yurttaşlık sorumluluğunu teşvik ettiğini, kişilerin ve grupların birbirini anlamasına ve hoş görmesine yardımcı olduğu vurgulanıyor. Felsefe eğitiminin, düşünebilen, bağımsız çeşitli propaganda biçimlerine kapılmayan insanlar yetiştirerek, onları çağdaş dünyanın büyük sorunları karşısında, özellikle de etik sorular ve sorunlar karşısında sorumluluklar üstlenmeye hazırladığı dile getiriliyor. Eğitimde ve kültür yaşamında felsefi tartışmayı geliştirmenin, her demokrasi için çok önemli olan “kişinin yargıda bulunma yeteneği”ni çalıştırmakla, yurttaşlık eğitimine de katkıda bulunduğunu doğrulayabiliriz.
Herkesin felsefeyle özgürce uğraşma hakkı olmalı…
Her kişi, her yerde, olabilecek her durumda, her biçimde felsefeyle özgürce uğraşma hakkına sahip olmalıdır. Felsefe öğretimi yapıldığı yerlerde devam etmeli ve yaygınlaştırılmalı, yapılmadığı yerlerde başlatılmalıdır. Bu öğretime açık olarak “felsefe” adı verilmelidir. Felsefe öğretimi bu amaç için eğitilmiş nitelikli öğretmenlerce yapılmalı ve ağır basan hiçbir ekonomik, dinsel, siyasal, teknik ya da ideolojik koşula bağımlı kılınmamalıdır.
Felsefe öğretimi bağımsız kalmakla birlikte, olabildiği ölçüde bütün alanların akademik ve mesleki eğitiminin çerçevesi içinde de etkili bir şekilde yapılmalıdır. Yetişkinlerin felsefe eğitimini sağlamak amacıyla dil ve fiyat bakımından geniş bir okur kitlesi için ulaşılabilir olan kitapların dağıtımı, radyo ve televizyon programlarının yapımı, görsel ve işitsel içeriklerin hazırlanması, her türlü enformasyon teknolojisinin eğitsel amaçlar için fırsatlar yaratmaya, olabildiğince çok sayıda insanın ayaklarını felsefe bilgilerine ve metotlarına basmasını sağlayabilmeye yönelik her türlü girişim teşvik edilmeli ve desteklenmelidir.
Dünyada bu konu, 90’lı yılların başında yeniden gündeme gelmişti. Türkiye’de ise 1974 yılında felsefeyi dört duvarın dışına çıkarmak ve kişinin yaşamındaki önemini olduğu kadar toplumsal, kamusal yaşamındaki önemini de görünür kılmak amacıyla Türkiye Felsefe Kurumu’nu kurduk. Yıllardır aralıksız sürdürdüğümüz çalışmalar, İstanbul Seminerleri, felsefe olimpiyatları, düzenlediğimiz yüzü aşkın ulusal ve uluslararası kongre ve seminer, yaptığımız yayınlar, Türkiye’de bu süre içinde nereye geldiğimizin örnekleridir. Yine de önümüzde yürünecek uzun bir yol var. Türkiye’de bizlerin başlattığı ve süreklilik kazandırdığı bu çalışmalar, felsefe alanında bizi çağdaş uygarlık seviyesine getirmiştir.