Yayıncılık bir okul, editörlük bir yolculuk!

Eleştirmen, editör, yazar Feridun Andaç, yayınevlerinin yakın geçmişte kat ettiği yolu özetliyor; editörlüğün yayıncılıktaki yerini, önemini ve nasılını paylaşıyor.

Eskiyi bilmek, her zaman yeniyi kurmakla ilgili olmuştur. Üstelik, yaşadığımız dijital çağın hızı her şeyi altüst edip dönüştürürken, biz hâlâ matbaanın çocukları olarak basılı yayın dünyasından söz edebiliyoruz. Bu bir paradoks olsa da, eskiyi birçok bakımdan bırakmak zor. Hele hele son 10 yılın dijital devrimine tümüyle teslim olmak zor. Zorun zoru olan bu dönemeçte, yayınevi şemasından ve editörlükten söz edebilmek için, 1980’lere, öncesine ve bugüne bakmak gerekir.

Üç önemli deneyim

Yayıncı demek; yazar, kitap, yayınevi, matbaa, dağıtım, satış, tanıtım, kitabevi ve okur demektir. Var oluşları ve birbirlerine bağlılıkları değişmiyor. Bu bağlılıkları ve yayınevi içindeki konumlanmaları daha iyi anlamak için öncelikle, 1980 sonrası yayıncılığımızı kısaca özetlemek gerekir.

1980 sonrasında yayınevlerinin yayın çizgileri ve yayın politikalarının oluşması ve yayıncılığın sektör olarak benimsenmesiyle ortaya birtakım yeni meslekler ve uğraşlar çıktı. Bu dönem için birkaç önemli deneyimi aktarmam gerekiyor. Birincisi, YAZKO (Yazarlar Kooperatifi) deneyimi; ikincisi, Adam Yayınları’nın kurumsal bir yayınevi olarak yayın sektörüne getirdiği açılım; üçüncüsü de, TÜYAP Kitap Fuarı’dır.

YAZKO, örgütlenme modeli olarak iyi bir deneyimdi. 12 Eylül’ün getirdiği koşullarda, hem yazarların, hem yayıncılığın, hem de ifade özgürlüğünün engellendiği bir süreçte, yazarlar bir araya gelerek Yazarlar Kooperatifi’ni kurdular.

İkinci olarak, Adam Yayınları deneyiminden söz etmek gerekir. Adam Yayınları, kurumsal yayınevinin inşa edilmesi süreci açısından önemli bir örnektir. Her şeyden önemlisi, Adam’ın bir planı vardı. Adam Yayınları’nın handikabı, sonradan başka işlere soyunması oldu; mesela kitabevi açıldı, dağıtım şirketi kuruldu. Bizde yayıncıların hep hayal ettiği şeylerin başında dağıtımcılık ve kitabevi işletmesi gelir, ama bunlar da yayıncılığın sonunu getirebiliyor.

Üçüncü olarak da, fuar deneyimine değinmek gerekiyor. Ne kadar eleştirsek de, TÜYAP Kitap Fuarı’nın öyle ya da böyle Türkiye’de yayıncılığa önemli katkıları olmuştur. Birçok yayınevinin kendisine çekidüzen vermesinin, yeni yayınevlerinin çıkmasının nedenidir. Kitap fuarları biraz da sinema günleri gibidir. Sinema günleri nasıl sinemamıza yeni yönetmenler kazandırmışsa, kitap fuarları da edebiyatımıza yeni yayıncılar kazandırmıştır.

Taşların yerinden oynadığı yıllar

Yayınevi içinde editörün konumunu ele almadan önce, editörlük ve dizi editörlüğü kavramlarını Adam Yayınları’nın getirdiğini belirtmek gerekir. Adam bu dönemde, düzeltme ve redaksiyonu da ayırdı, ikisinin aynı şey olmadığını, hatta editörlükle de aynı şey olmadığını gösterdi. Yayınevi logosundan kapak tasarımına, arka kapak yazılarından kitap künyelerinin nasıl yazılması gerektiğine kadar, hem kurumsal kimliği hem de işlev kazandıran tasarımı öne çıkardı.

1980’li yıllara geldiğimizde, o yıllarda kurulan Can Yayınları, Metis Kitap, İletişim Yayınları, Ayrıntı Yayınları, Bilgi Yayınları, Yapı Kredi Yayınları ve Cem Yayınevi de kendilerine çekidüzen vermek durumunda kaldılar. Bu yılların devamında, Hürriyet, Milliyet ve Sabah gibi gazeteler de yayıncılık yapma konusunda ısrar ettiler, ama sonunu getiremediler. Aradan sıyrılıp çıkan bir tek Doğan Kitap oldu.

Bilgi Yayınevi’nde Attilâ İlhan, Can Yayınları’nda Erdal Öz, Yapı Kredi Yayınları’nda Enis Batur’un varlığı, birçok yayıncı için örnek durumlar ortaya çıkardı. Bu süreçlerde editör, yayın yönetmeni, düzeltmen, redaktör gibi ayrımlar belirlendi. Daha önce butik yayınevlerinde görülen yazar-yayıncı örneğini Erdal Öz, Can Yayınları’nda ustalıkla ortaya koydu. Öte yandan bu, yayıncılığımız açısından irdelenmesi gereken de bir olgudur. Çünkü Erdal Öz her şeyi yapan tipik patron örneğini de oluşturmuştur. O bir maestro gibi, kitabın kapağı da dahil her şeyiyle ilgilenen biriydi.

İki büyük öğretmenIMG_6945

Türkiye’de iletişim teknolojilerinin sadece kitap yayıncılığına değil, tüm yayıncılık sektörüne ve medyaya yayılmasıyla birlikte editörlük mesleğinin altı çizilmeye, alanı açılmaya başlandı. Editörlük üzerine düşünürken, bu alandaki kendi deneyimlerimi aktarmak isterim.

Yayın dünyasına 1975 yılında, okuryazar ve meraklı biri olarak Sait Maden’le adım attım. Editörlük benim listeye aldığım bir meslek değildi; koşullar ve insan ilişkileri, editörlüğü öğrenmemi ve yapmamı sağladı. Sait Maden’in ofisinde, onun Ankara’daki ağını ve birçok matbaayı tanıma; onunla konuşma olanağını yarattım. O dönem edebiyat yayıncılarının yolu, Sait Maden’in yanından geçiyordu. Çünkü, gerçekten iyi de bir kitap tasarımcısıydı.

Bu öğrenme sürecimde karşımda iki büyük öğretmen vardı: Biri Sait Maden, diğeri de De Yayınevi’ne sıklıkla gelme nedenim olan Memet Fuat. Dünya Kitapları’nda editörlük yaptığım yıllarda Memet Fuat’ın Adam Yayınları’ndaki maestroluğu beni çok etkilemişti, edebi anlamda beni cezbeden biriydi.

Editör nedir, ne değildir?

Yayınevlerini ele aldığımızda, editörlüğü, editörü irdelemek kaçınılmazdır. Editör ne yapar? Aslında her şeyi özetleyen bir cümlem var. Editör bahane değil, çözüm üretip öneri getiren kişidir. Bu elbette bir editörü tanımlamak için yeterli değil, ama editör kitabın onarıcısı, yazarın kitabıyla birlikte var oluş nedenidir.

Editör, yazarla yapıt arasında görülmeyen gözdür; onarıcı, gözlemleyici ve kitabın içeriğinden kapak arkası yazısına kadar her şeye hâkim olandır. İzleyen, gören, anlayan, soran, sorgulayan, eleştirebilen, özgür bir editör, kitabın maestrosudur. Editör bu nedenle yeterli özgüvene sahip olmalıdır. Bunu yaratan da bilgidir, deneyim daha sonra gelir.

Yayınevinde editör, hem işveren hem de işleri takip eden, yönlendirendir. İşi yazarla ve kitapladır, ama ilk işi yayın yönetmeniyledir. İkinci adımında yazar ve çevirmenle çalışır; sonrasında redaktöre ve düzeltmene iş verebilir. Tasarımcıya bilgi taşıyan, uygulamacının çalışma seyrinde yanında olan, tanıtım bölümüne kitap ve yazarla ilgili bilgiler verendir. Bir yayınevinde editörlük kurumu iyi işlerse, yayın yönetmenleri de bu doğrultuda çalışırsa, editör, yayınevinin omurgasını oluşturur.

Editörün diğer asal işi de yayınevine önokumalardan sonra gelen yazarı ve dosyayı irdelemek, yayınevi için özgün yazar, yapıt ve proje arayışında olmaktır. Tüm bunları yapan bir editör kimdir? Hanzo mu, şeytan mı? İnsanı bilen, gören, anlayan, okuyan, düşünen, araştıran, merak eden, keşfeden ve tutkulu bir öğrenme yolcusu… Eğer böyle biri değilseniz, editörlük size göre değildir.

Editörlük, bir yanıyla uygulamalı, diğer yanıyla da usta çırak ilişkisiyle öğrenilebilecek bir iş. Altını çizmek isterim ki, yazarlığın yolu editörlükten geçmediği gibi, editörlüğün yolu da yazarlıktan geçmez. Editörlük bir birikim ve süreç işidir. Usta çırak ilişkisinde görerek, deneyerek ve yanılarak öğrenilir.

Editör antrenöre benzer

Editörlük mesleğine bağlanırken, aslında kendi kurallarınızı kendiniz oluşturursunuz. Çünkü, bir editör hiçbir zaman öteki editöre benzemez. Bir doktor, mühendis ya da öğretmen gibi. Bir doktorun diğer doktora benzemediği gibi. Aynı şeyi yapıyor gibi görünse de, hiç de aynı değildir.

Yazarla editör ilişkisi de önemlidir. Kimi yazarların editöre soğuk baktığını görürüz. Oysa editörlerden çekinmeye gerek yoktur. İyi yazarların da iyi editörlerden öğreneceği çok şey var. Çünkü editör, yazarın kitabının daha iyi olması için çalışandır, yayınevinde bunun için yer alır. Editör, yazarın öğretmeni değildir; onu ayıklayan, yerinde uyaran ve yaratıcılığının önünü açandır. Bu yanıyla editör biraz da antrenöre benzer. Sahaya çıkıp gol atmaz, ama nasıl gol atılacağını çok iyi bilir.

Bu mesleğin asıl can damarı da iyi bir editörün nasıl yetiştiği sorusundadır. İyi editör bir editörün yanında mı, yoksa iyi bir yayın yönetmeninin ekibinde mi yetişir? Her ikisinin de gerekli olduğunu düşünüyorum. İyi bir editör de, iyi bir yayın yönetmeni de editör yetiştirebilir. Tüm bunlar için olanakları olan ama istikrar ve kararlılık eksikliği olan bir toplumuz. Sabretmeyen, bir şeylerin olgunlaşmasını beklemeyen ve şans vermeyi sevmeyen bir toplumuz. “Hadi gel yaparsın,” ya da “yaparım” demekle yapılmaz.