Yeni kuşakların okuma denklemi

Çocukların zengin içdünyasını, meraklı hallerini ve yaşamı sorgulayışlarını yansıttığı romanlarıyla sevilen usta sanatçı Behiç Ak, Günışığı Kitaplığı editörü Müren Beykan’ın sorularını cevaplıyor. Yazar ve editörü, yeni kuşakların okuma denklemi ve yeni dünyanın edebiyat algısı üzerine söyleşiyor.

Müren Beykan: 10 yıldır düzenlediğimiz Zeynep Cemali Öykü Yarışması en çok, gençlerin okuma denklemi üzerinde düşündürüyor bizi. Onların neler okuyup süzdüğü, neleri önemsediği, nasıl ifade ettiği yansıyor öykülerinden. 10 yıldır okuduğumuz binlerce öyküde en fazla dikkatimizi çeken şu: Ülkenin her köşesinde çocukların en büyük korkusu, annelerini yitirmek! Anne ölürse, hayatlarının mahvolacağına, yetimhaneye “düşeceklerine” kesin gözüyle bakıyorlar. Tema ne olursa olsun, değişmeyen bir gerçek bu. Öte yandan, özellikle Anadolu kentlerinden gelen öykülerde, babanın adı geçmiyor, geçtiğinde de korkulan, çekinilen kişi olarak anılıyor.

Gençlerimizin yarışmaya gönderdiği öykülerden yansıyan ikinci ortak nokta ise şu: Farklı sosyal çevrelerde büyüyen çocukların, anneden sonra sığınmayı düşünebildiği tek liman, bir başka aile bireyi değil; hayır, o liman, öğretmenleri… Bunun ne büyük bir sorumluluk, aynı zamanda bu denli hırpalanmış, yıpratılmış bir meslek için ne büyük bir güzellik olduğunu belirtmeme gerek yok.

Doğrusu ben, annemle babamla ve çok sevgili öğretmenlerimle İstanbul’da, iyi devlet okullarında büyüme şansını yakalamış biriyim. Kardeşlerim de öyle. Cumhuriyet’in erken yıllarında yetişmiş öğretmenlerine hayranlık ve saygı duyan bir kuşağın temsilcisiyim.

Sevgili Behiç, seninle aynı yıllarda yetiştik. İlkokulu kısmen Samsun’da okudun, sonra İstanbul’a geldin. Nasıl bir süreçti?

Behiç Ak: Ben ilkokulun bir kısmını Samsun’da bir kısmını İstanbul’da okudum. Samsun’dan İstanbul’a geliş, benim için çok büyük bir hayal kırıklığıydı. Çünkü Samsun’da daha özgür bir ortam vardı. Hem eğitim kalitesi olarak daha özgürdü hem de öğretmenler daha açık fikirliydi. Küçük yerlerin avantajlarından biriydi bu. Örneğin, biz ilkokulda müsamereler yapardık, oyunlar yazardık, sahnede oynardık. Zaman zaman benim de rol aldığım ve çok yetenekli olmadığım oyunlar… Edebiyat ve tiyatro zevkinin aşılandığı bir ortamdı.

İstanbul’a geldiğimizdeyse, çok sıkışık mahallelerde, öğretmenlerin biraz daha tutucu olduğu, Samsun’a göre insanların çok vaktinin olmadığı bir ortam içinde bulduk kendimizi. Bu nedenle, ilkokulda İstanbul’a uyum sağlamam biraz daha zor oldu.

Edebiyat, Samsun’da da İstanbul’da da hayatımızda pek fazla yoktu. Aslında vardı, ama çocuklar için yazılmış kitaplar yoktu. Samsun’dayken sürekli hikâye yazıp resimliyordum, yani kendi kitaplarımızı kendimiz yapıyorduk. Kalabalık bir sülaleydik ve bu çok besleyici, özgürleştirici bir ortam oluşturmuştu yazıp çizmem için. Çevremdeki olayları öyküleştirip resimli roman haline getirmeye çalışırdım. İstanbul’a geldiğimizde çekirdek aileye dönüştük. Çekirdek aile, insanların televizyon karşısında çekirdek çitlediği bir yaşam biçimiydi.

Hayatın içinden çıkan edebiyatçılar…

MB: İlkokul ve ortaokul yıllarında nasıl bir okuma kültürü içinde büyüdük diye düşününce, hemen kütüphaneler geliyor aklıma. Okullarımızda iyi kötü kütüphaneler vardı, ama evlerimizde az kitap olduğunu hatırlıyorum. Kitaba sahip olmak değil de, ödünç alıp okuyup geri verme geleneği içinde yetiştik. Ortaokul ve lise yıllarında Milli Eğitim Bakanlığı’nın hazırladığı, Hasan Âli Yücel’in tercüme ettirdiği Dünya Klasikleri vardı. Ağır Klasikler. Madam Bovary bunun en iyi örneklerindendi. Oysa şimdi çocuklar bu Klasikler’den ziyade şahane görsellerle harmanlanmış, özenli Türkçe’yle yazılmış, yaratıcı kurgular okuyabiliyorlar. Roman ve öykünün yanı sıra deneme, şiir, anı okuyabiliyorlar. Fantastik, bilimkurgu ya da polisiye okuyabiliyorlar. Bence rüya gibi…

BA: Pek çok şey değişirken, edebiyat da değişti. 50-60 yıl önce edebiyat, daha çok hayatın içinden çıkan bir şeydi. Diğer kitaplara ya da kültürel sembollere referans verilerek yazılan kitaplar değil de, olayların içinden çıkan edebiyatçılar vardı. Oscar Wilde, Hemingway, Gogol ve Dostoyevski böyle yazarlardı. Dostoyevski kumarbaz olduğu için Kumarbaz romanını yazıyordu. Orwell, Burma’da polis olarak görev yaptığı için Burma Günleri’ni yazmıştı. Gerçek dünyayla edebiyatçı arasında örtüşme vardı.

Bu durum zamanla değişime uğradı. Bugün yazarın ve kurgunun önde olduğu bir edebiyat var. Çocukluğumuzdan yetişkinlik yıllarına kadar kendini hissettiren, bir değişim süreciydi. Son yıllarda şehirlerde büyüyen çocuklardan daha fazla şey yaşıyorduk belki de. Edebiyat dışarıda, sokaktaydı. Atılan bir taşta, binilen bir kayıkta ya da anne babadan habersiz gidilen bir başka semtte… Bunların içinde yaşadığımız bir edebiyat dünyası vardı. Sadece kütüphanelerle sınırlı olmayan, olayları gözleyip onlardan yazılı ya da sözlü öyküler oluşturabildiğimiz bir dünyanın getirdiği heyecan vardı. Şimdiki çocuklarsa megapollerde müthiş bir güvensizlik içinde evlere sıkıştı ve dışarı çıkamıyorlar. Çocuk sevmeyen şehirler oluştu.

“Dijitalin içine doğanlar nesli.”

MB: Çok önemli bir şey söylüyorsun. Artık dijital çağdayız, “dijitalin içine doğanlar nesli”yle karşı karşıyayız. Alıştığımız denklemleri ciddi ölçüde değiştiren bir çağ bu. Şimdilerde 30’larının başında olanlardan geriye, yeni doğanlara doğru bakınca, çocukların ve gençlerin yaşam alışkanlıkları kadar okuma alışkanlıklarının da bizlerin kuşağına göre çok başkalaştığını görüyoruz. Hem okulda hem de evde görülen bir değişim bu.

Çocuklarımız, metropollerde, apartmanlarda, iç mekânlarda büyüyor. Kendilerini ekranlar yoluyla keşfetmeye çalışıyorlar, sanal âlemde sosyalleşiyorlar artık. Her şeyden önce doğayı yitirmelerine neden olduk, hep birlikte başardık bunu… Çocuk içeriye kapandıkça, bırakın edebiyatı, ailesiyle de ilişkisi zayıflıyor, arkadaşlık ilişkileri de zayıflıyor.

“Hayat deneyimlerinden beslenen yazar tipi ise yavaş yavaş ortadan kalkıyor. Örneğin, Orhan Pamuk daha kitabidir, ama Hemingway olayların içinde yaşamış bir insandır.“

BA: Aslında bu değişim ve gelişimin sonucunda yazarlar da içe kapandı. Masadan kalkmayan, evlerin içinde yaşayan ve dışarıdan çok daha az beslenen insanlar haline dönüştüler. Edebiyatın dışında tiyatroda da görülüyor bu. Örneğin, tiyatroda anlatı öne çıktı. Yazar bir hikâye yazmaktan çok anlatıya yüklenmeye başladı. Böylece anlatı, hikâyenin yerini aldı. Çünkü bunu masada tek başına otururken yazmak daha kolaydır. Giderek hikâye, yazarın hayatından çıkmaya başladı.

Yazarın daha az maceralı bir hayatı var artık. Kendini edebi ve teorik metinlerden besleyen bir yazar tipi oluştu. Hayat deneyimlerinden beslenen yazar tipi ise yavaş yavaş ortadan kalkıyor. Örneğin, Orhan Pamuk daha kitabidir, ama Hemingway olayların içinde yaşamış bir insandır.

MB: 11. Eğitimde Edebiyat Semineri’nde Levent Erden şöyle demişti: “Tecrübeli bir nesil var bugün. Herkes bulunduğu yaştan 10 yaş daha tecrübeli. Herkes kendinden 10 yaş büyükten daha tecrübeli.” Düşününce, gerçekten öyle gibi. Bizimkisi bilgisayarsız bir çocukluktu. Sokakta gazoz kapaklarıyla oyun oynardık. Bugünün çocukları ise, dijitalin içine doğan bir nesle ait. Senin dijitalle aran nasıl?

BA: Fena değil, ama yürümeyi ve kitap okumayı daha çok seviyorum. Küçük bir yere gittiğim zaman, oradaki çocukları daha şanslı görüyorum. Çünkü o çocuklar, sokakla ve doğayla sık ve yoğun ilişki kurdukları için, sosyal medyayı sadece iletişim aracı olarak kullanıyorlar.

İletişim, karşı tarafa mesajın iletilmesiyle ilgili bir şey. İlişki daha karmaşık bir yapıya sahip. Girdisi çıktısı olan kaotik bir şey. İnsan ilişkilerinin yoğun olduğu ufak yerlerde büyüyen çocuklar, sosyal medyaya çok da ihtiyaç duymuyor. Çünkü hayatın içindeler ve bence şanslılar. Onlar da dijital çağın içindeler, ama sosyal medyayı araçsallaştırıyorlar. Sürekli evde yaşayan çocuk, sosyal medyayı amaçsallaştırıyor ve orası onun için hayatın ta kendisi olmaya başlıyor. Tehlike de burada başlıyor.

Kitaplarda görselliğin yükselişi…

“Görsellikle kavramlar arasındaki ilişkiyi küçük yaşta kuran çocukların hayal dünyası da, ilerleyen yaşlarında tasarım algısı da çok çok gelişmiş oluyor.“

MB: Bu çağın okuma denkleminden söz ederken, görselliği de ele almamız gerekir. Okumayla görselliği nasıl yan yana getiriyoruz? Desenli kitapların yaş grubu çok yükseldi. Sadece okulöncesinden söz etmiyoruz, hepimiz desenli kitapları okuyoruz, çocuklara okumayı seviyoruz. Picture book denen resimli kitaplarda altın bir çağ yaşanıyor. Büyük yazarlar bile resimli kitap yazmaya özenir oldu.

İyi örnekler kadar çok kötü desenlenmiş kitaplar da var piyasada. Resimli öykülerinin yanı sıra çocuk romanlarına da karikatür tadında, kendi öyküsü olan desenler çizen bir yazarsın. Görselliğe olan talebin artmasını nasıl değerlendiriyorsun?

BA: Okulöncesi çocuk kitaplarında, resme ve yazıya aynı şekilde davranıyor çocuk. Resme de bir yazı gibi davranıyor, çünkü okuma yazma bilmiyor. Böylece kitap, büyükle paylaştığı bir şey haline geliyor, yetişkin insanla çocuğun kurduğu ilk ve son entelektüel ilişki oluyor neredeyse.

Kitaptaki resimler aslında bir kavramı imliyor ve o kavram, gerçek hayattaki bir başka nesneyi imliyor. Böylelikle, resimli kitaplarla birlikte küçük çocuğun beynindeki bu üçlü ilişki ilk defa kurulmuş oluyor. Öte yandan, ilkokul 3. sınıftaki çocuk için bu durum değişmeye başlıyor. Resim onun için sadece bir zevk unsuru artık, hikâyenin tamamlayıcısı değil. Bu yüzden, resme ihtiyaç duymayabilir, ama zevk unsurunu çoğaltmak ve görsel kültürü zenginleştirmek için, son derece kaliteli illüstrasyonlar kitabı başarılı hale getiriyor. Görsellikle kavramlar arasındaki ilişkiyi küçük yaşta kuran çocukların hayal dünyası da, ilerleyen yaşlarında tasarım algısı da çok çok gelişmiş oluyor.

MB: Aile faktörü de denklemin önemli parçalarından. Çocuğu katı, baskıcı ya da ahlaki değerleriyle kıskaç altına alabilir. Özgür ve daha demokratik bir yapıyla çocuğu gelişime yönlendirebilir. İkinci aile tipinin daha az olduğunu gözlemleyebiliriz, ama yine de kadınların çalışma hayatındaki rolünün arttığı, babaların ev işlerine katıldığı bir döneme geçiyoruz.

BA: Bir çocuk, anne ve babanın toplamı değildir. Çocuğun ailede müthiş bir dönüştürücü etkisi var. O yüzden, çocukla kurulan her ilişki anne babayı da dönüştürüyor. Bu kesin bir sonuç; engellenebilecek bir şey değil. Çocukla büyüğün bir edebi eseri ya da sanat eserini paylaşıyor olması, büyüğü de oldukça değiştiriyor. Benim gördüğüm anne ve babalar, hangi siyasi görüşten ya da yaş grubundan olursa olsunlar, çocukların gelişmesini ve değişmesini istiyorlar. Çocuğunu belirli bir kalıp içerisinde tutmak isteyen aileler bile çocuklarının diğerlerinden farklılaşmasını ve gelişmesini istiyor.

Çocukların deneyimsizliğine ihtiyacımız var. Dünyanın buna ihtiyacı var. Dünya bir noktaya geldi, ancak iyi bir yerde değiliz. Bu nedenle sıfırdan başlamamız lazım. Yeniden başlamak için de, o çok hayran kaldığımız geçmiş deneyimlerimizden kurtulmamız gerekiyor. Geleceğe dair birtakım rolleri ve meslek modellerini çocuklara empoze etmekten vazgeçmeliyiz. Çocukların kendilerini özgürce ifade edebildikleri ortamları hazırlamak zorundayız.

Çocuk kitaplarında konu zenginliği ve editörlük…

MB: Asa Lind, geçenlerde Oğlaklara Kitaplar bloğundaki söyleşide, “Çocuk kitaplarındaki konu zenginliğiyle, ülkenin insan haklarına bakış zenginliği ve demokrasi geleneği arasında doğru orantı var sanıyorum,” demiş. Kesinlikle katılıyorum. Çocukları önyargılarla biçimleyen bir eğitim anlayışımız var, onları birer ayrımcıya dönüştürüyoruz. Bazı sözcükler sevilmiyor, herkesin aynı şeyi aynı biçimde ifade etmesi bekleniyor. Bütün medya, “Taraf tut!” diye bombardımana tutuyor hepimizi, tabii çocukları ve gençleri de.

BA: Aslında bunda geçmişteki çocuk kitabı editörlerinin de payı var biraz. Bir kitabı editöre götürdüğünüzde, o kişi zaten yayınevinin sahibi, ortağı ya da ailesinden biri oluyordu. Ciddi editörlük eğitimi almış, çocuk ve gençlik edebiyatında uzman editörlerin olmadığı bir ortamdı. Metin imla açısından denetleniyor, sonra da ahlaki arızalar aranıyordu. “Çocuğun hikâyede yalan söylemesi doğru mu?” gibi şeylere takılan, ama hikâyenin tam da bu yalan üzerine kurulu olduğunu fark etmeyen editörler… Bütün o aykırı şeylerin törpülendiği hikâyeler, çocuk için okuması korkunç derecede sıkıcı metinlere dönüşüyordu.

Maalesef bunlar çok yapıldı. Ama daha sonra çocuk edebiyatı editörlerinin yetişmesi, çocuk kitaplarının da kalitesini yükseltti. Editörün yaratıcı, özgürlükçü olması ve demokrasiye inanması, yazara alan açmaya başladı. Yazarın ve çocuğun özgürlük alanını artırdı. Eskiyle karşılaştırıldığında, giderek zenginleşen bir çocuk edebiyatı ortamımız olduğunu düşünüyorum.

Özgürleştiren kitaplar…

“Çocuğu her yaptığı harekette suçluluk duygusuna sevk eden öğüt verici kitaplar, travmatik etkiler yaratıyor.“

MB: Senin kitaplarında kurduğun denklem şu: İnsan, hayvan ve genel anlamda doğa sevgisiyle –hatta gezegen sevgisiyle– yoğrulmuş öyküler… Çocuklara güvenin sonsuz, her satırından zihnimize akıyor. Beni en çok etkileyen de, çocuklar bizlerden daha iyisini başarabilirler duygusunu vermen…

Ciddi eleştiriler yapıyorsun, ama onları mizahın arkasına ustaca yerleştiriyorsun. Çocukların öğrenme ve oynama hakkı başta olmak üzere her tür hakkının altını kalınca çiziyorsun. Onlarla iletişimi değil, nitelikli ilişkiyi savunuyorsun, sanal dünyanın nimetlerini de olumsuz etkilerini de mizahla sergiliyorsun. Emeğe, çalışmaya saygın, kamusal alana ilkeli hassasiyetin, her kitabında açıklıkla yer alıyor. Üstelik, hem resimli kitaplarında hem “Gülümseten Öyküler”inde hem de çocuk romanlarında yaş grubunu gözeterek yazıyorsun ve her yaştan okur tarafından okunuyorsun. Yazarlar için en zor denklemlerden biridir bu.

BA: Evet, çocukken bizim yaşadığımız en büyük sorun, okuduğumuz bir kitaptan sıkılmamızdı. Çocuk kitabı için bu çok temel bir şey aslında. Bir çocuk, bir kitabı okuduğu zaman sıkılmamalı. Sıkılmak, çok genel bir kavram; sadece kitabın eğlenceli ya da mizahi olmasıyla ilgili değil. Çocuk kendisine yapılan bir davranıştan da sıkılabilir. Mesela çocuk, entelektüel bir faaliyet içinde kitap okurken, kitabın da çocuğa bir entelektüel gibi davranması lazım. Eğer kitap çocuğu küçümsüyorsa, çocuk da o kitaptan sıkılıyor. Onu bir süre sonra kenara atıyor.

Çocuklar kendilerine öğüt veren kitaplardan da büyüklerden de sıkılıyor. Öğüt veren kitaplarla didaktik kitaplar karıştırılıyor. Didaktik, yani bilgi veren metinler bizde çok az. Keşke daha çok olsa. Ben de çevreyle ilgili Ayşe’nin Bulut Projesi (2007) adlı didaktik bir kitap yazmıştım, Doğal Hayatı Koruma Vakfı tarafından yayımlanmıştı. Bizde çok olan şey, öğüt veren kitaplar. Öğüt, baskıcıdır. Kendi deneyimlerimizden çıkardığımız sonuçları çocuğa otoriter biçimde aktarmış oluyoruz. Çocuk da kendisine öğüt verildikçe suçlu hissediyor.

Ömer Seyfettin’in Kaşağı hikâyesi en iyi örneklerden biri. Ömer Seyfettin kötü bir yazar değil ama, “Yalan söylersen kardeşin ölür,” gibi bir sonuç çıkarılan öyküsü, çocuğa ağır bir suçluluk duygusu yüklüyor. Oysa bütün büyükler yalan söyler ve yalan, insanın doğasında olan bir şey. Çocuğu her yaptığı harekette suçluluk duygusuna sevk eden öğüt verici kitaplar, travmatik etkiler yaratıyor. Çocuk bir metni okuduğunda özgürleşmeli. Özgürleşme, bir kitabın çocuğun zihninde yeni bir kapıyı açması demek.