Yeryüzünün edebiyat kulesi
Günışığı Kitaplığı Genel Yayın Yönetmeni ve yazar Mine Soysal, eğitimde edebiyat sansürüne, topluma bulaşan otosansürün tehlikeli boyutlarına çarpıcı örnekler vererek, edebiyatın dünyanın bellek kulesi olduğunu hatırlatıyor.
Edebiyat düşünürü Terry Eagleton, “Edebiyat, bizi sınırlı varlığımızın ve duyularımızın ötesine taşıyan bir ruhsal protez gibidir; ona tutunmamızı ve bu sayede sınırlarımızın ötesine erişmemizi sağlar,” diyor. Sınırları yaratanlar neler? Toplumsal kabulleri, iyi ile kötüyü belirleyenler; üretim biçimleri, ekonomik sistemler, siyasi erk, inançlar, gelenekler, öğretiler… Bütün bu çarkların arasında edebiyat, yükselen bir bellek kulesi gibidir. Harcı dil olan, her taşı bir başka öyküyü anlatan, temelleri kültür tarihinin karanlık çağlarına uzanan, sonsuzdan gelip sonsuza varacak olan belki de tek yapıdır.
Edebiyatın insanla buluşması, bir höyüğü kazmaya benzer. Kitaptan kitaba, yazardan yazara kat ettiğimiz görünmez yollar, kat kat, evre evre, bazen incecik izleri, bazen kalın tabakaları takip eder. Okudukça severiz, neyi sevdiğimizi anladıkça durulur, sebat ederiz. Yeryüzünün edebiyat kulesine, ancak okudukça tırmanırız. O kulede bir taş olmak da, ona tek bir taş eklemek de mucizevidir.
İnsanlığın edebiyat kulesine tırmanma macerasına atılmanın en büyüleyici vakti, yaşam yoluna yeni koyulduğumuz çocukluk ve ilkgençlik yıllarıdır. Eğer çocuklukta, ilkgençlikte bu maceraya atılamazsak, yetişkin ömrümüzde bizi bekleyen zorunluluklar, sorumluluklar, kabullerle işleyen ve bizi öğütüveren tüm çarklardan kaçıp kurtulmayı beceremeyiz. Gecelerde, yollarda, parklarda, yalnızlıklarımızda edebiyata sığınmayı, ona tutunmayı beceremezsek, çabuk yorulur, çabuk öfkelenir, çabuk vazgeçer, çabuk kayboluruz. Tıpkı ülkemizdeki gibi…
Bu denli evrensel, sonsuz ve sınırsız bir kaynak olan edebiyata en uzak güç, siyasi erk olmalıdır. Oysa, Türkiye’de durum bunun tam tersidir. Eğitim politikalarımız özgür bireyler yetiştirmek için değil, kurulmuş çarklara sorgusuz sualsiz katılıp, kolayca öğütülecek tektip canlılar yaratmayı amaçlar. İnsanları tektipleştirmeyi amaçlayan eğitim anlayışı, edebiyata da aynı şekilde davranabileceğini düşünür ve ilk iş olarak, açık ya da gizli sansür mekanizmaları kurar.
Bunun için, öncelikle edebiyat kitaplarının uygun olup olmadığını düşünür, düşündürtür. İnsanı edebiyatla ancak izinle ya da zorlamayla, ama ille de kontrollü buluşturmaya çalışır. Ortaya listeler, yasak yazarlar, yasak türler, ötelenen temalar, neredeyse imha edilmiş metinler çıkar. Siyasi erk bu noktada, çıkarları uğruna pompaladığı ahlaki yargılarla toplumun hassasiyetleriyle oynamayı amaçlar. Bunun için ne yapar ?
Örneğin, Edip Cansever’in “Masa da Masaymış Ha” şiirindeki “Bir bira içmek istiyordu kaç gündür / Masaya biranın dökülüşünü koydu” dizeleri sansürlenir. John Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar kitabı ve Vasconcelos’un Şeker Portakalı kitabı müstehcen bulunur, yasaklanır. Edebiyatta sansürün tokadını yiyen sayısız isim sıralayabiliriz…
Sansürün en hızlı etkisi, halkın edebiyat okumaktan uzaklaşmasıdır. Okuduğundan zevk almamak, bozulmuş metinleri anlamamak, ne yazık ki, bunu çok çabuk sağlar. Neyin uygun, neyin uygun olmadığını bilememek, seçimler yapmak zorunda hissetmek, işin tuzu biberi olur. Bu durumda en iyisi, edebiyattan hepten vazgeçmektir.
Edebiyat ne işe yarar?
Kitabı içeriğine bakmadan nesneleştiren yasakçı eğitim zihniyetine göre kitap, yararlı olmalı, bilgi vermeli, mutlaka bir işe yaramalıdır. Peki, edebiyat ne işe yarar? Son tahlilde, insan olmamıza yarar elbette, ama edebiyatın işe yaramak gibi bir amacı yoktur. Edebiyat, insanla yaşam arasında sayısız köprüler kurmakla yetinir. Hangi köprüyü, ne zaman, ne nedenle geçeceğini, sadece insanın kendi bilebilir.
Okuru, kitabın temaları, karakterleri, mekânları, kurgusu üzerine eleştirel bakış sağlayacak felsefi tartışmalara davet etmek yerine, salt anafikir sormak, kuru özetler çıkarttırmak, sınav sorularıyla yetinmek; edebiyatı engellemenin, sansürlemenin en göze batmayan, ama en kesin sonuç veren yoludur. Bunun gibi, toplumu kütüphanesiz bırakmak da edebiyata ulaşmayı engeller. Bütün bunlar, geleceğin okuruna da, okuryazarlık idealine de taş koymaktır!
Sanatı ve özgür düşünceyi imha eden siyasi erkin işi artık daha kolaydır. Toplumsal sansür aileden öğretmene, kütüphaneden çarşıya, medyadan eğlenceye kadar her alana hızla ve sinsice yayılır.
Sansürün baş tetikçisi önyargıdır. Önyargılar, her konu ve durumda, her nedenle ve her yaşta işini eksiksiz gören Azrail gibidir ! Siyasi erkin korku toplumu yaratma çabaları sayesinde, kimi eğitimciler otosansürü çabuk kanıksıyor, içselleştiriyor. 100 Temel Eser gibi sınırlayıcı, sağır listeler de buna hizmet ediyor.
Öte yandan, edebiyat okuryazarlığına ilişkin son derece sığ ve yetersiz birikimi olan insanımız, çocukları, gençleri hiç düşünmeden kategorize ediyor; onları okuyor ya da okumuyor diye grupluyor. Bununla da yetinmiyor; “doğru dürüst kitaplar okuyor” ya da “boş şeyler okuyor” diye ayırıveriyor. Doğru dürüst kitap denilenlerin çoğunun edebiyatla pek ilgisi yoktur. Ya bilgilendirici, didaktik kitaplardır ya da klasikler gibi bilinen, denenmiş, bir tür sınandığı zannedilen yapıtlardır. Boş denilen okumalarsa, çoğunlukla fantastik, polisiye ya da bilimkurgu edebiyatına aittir. Çizgi romandır. Hepsi de edebiyat okumaya heveslendiren, maceranın da felsefenin de hası kitaplardır.
Son 15 yılda keşfedilen en başarılı sansür yollarından biri de cinsiyet ayrımcılığının körüklenmesidir. Oysa kızlar ve oğlanlar için ayrı ayrı edebiyat yapamazsınız! Edebiyat, cinsiyetleri değil, bütün insanları evrenin labirentlerinde dolaştırandır.
Otosansür tuzağına günümüzde yayıncıların bile düşebildiğini görmek, endişemi daha da artırıyor. Edebiyat kitaplarına eklenen bir takım onay belgeleri ya da işi edebiyat olmayan farklı disiplinlerin denetimine göre yayın yapmak da bir tür otosansürdür ve sonuçları ürkütücüdür.
Çocuklarımızın geleceğinde çeşitli yol ve biçimlerle ortaya çıkardığımız otosansür canavarı en tehlikelisidir. 10-15 yaşlarında çocukların bir edebiyat eseri hakkında, “Bana böyle bir kitabı nasıl okutursunuz?!” diye hesap sorabildiği bir ülkede yaşıyoruz. Bu, çok korkutucu bir gidiştir. Çünkü artık otosansürün başrolünde, edebiyata hepten uzak, yasakçı, ahlakçı tutum içindeki yetişkinler vardır.
İlk adım, otosansüre başkaldırmak!
Edebiyat okumaya başlayacak; edebiyatın “zararsızlığını” kendi yaşamımızda deneyimleyeceğiz. Sözcüklerden, duygulardan, düşüncelerden korkmayacağız. Korku salmaktan medet uman kişi, kurum ve yaklaşımlara kulak asmayacağız. Hem kendimizi, hem yeni nesilleri, edebiyatın binlerce yıldır kusursuzca işleyen muhteşem doğasından esirgemeyeceğiz.
Eğitim Bakanlığı, edebiyatın tarafında duracak. Yayınevlerinin yayın çizgilerini yargılayan, seçen değil, eğitimcileri çağdaş edebiyatla donatan olacak. Bakanlık, sınırsızca önereceği edebiyat eserlerinin eksiltilmeden, doğru ve telif haklarına en uygun biçimde yayımlanmış olmasına dikkat edecek.
Öğretmenlerimizse, çocukları ve gençleri edebiyatla buluşturmada başrolün kendilerinde olduğunu; çocuğu asıl biçimleyenin kendileri olduğunu unutmayacaklar. Öğretmenin simgelediği okul, çocuğu ya entelektüel bir birey olma yoluna sokarak özgürleştirecek ya da çocukluğunun doğal güçlerini tırpanlayacak, onu çoraklaştıracak ve öğütecektir.
Eğer bu gidişi değiştirmezsek, eğitimde edebiyat sansürünün bugün geldiği tüyler ürpertici sonuç, çok kısa bir sürede gelecek umudumuzu tümden yok edebilir. Beklemek, sessiz kalmak, görmezden gelmek, sansürün kara çadırının tepemize çökmesine, ülkemizi karanlığa boğmasına izin vermek demektir.