Bir kaldıraç olarak felsefe ve edebiyat

Maltepe Üniversitesi Felsefe Bölümü Kurucusu ve Uluslararası Felsefe Kuruluşları Federasyonu yöneticilerinden Prof. Dr. Betül Çotuksöken, eğitim, edebiyat ve felsefe arasındaki köprüleri farklı açılardan ele alıyor ve öğrenim sürecinde felsefi çabanın önemini vurguluyor.

Jean Paul Sartre, Edebiyat Nedir? adlı kitabında, “Dil, kabuğumuz ve duyar alanımızdır; bizi başkalarına karşı korur ve onları bize tanıtır, duyularımızın uzantısıdır. Dil içinde tıpkı bedenimizdeki gibiyizdir; tıpkı ayaklarımızı ve ellerimizi hissedişimiz gibi, onu da başka erekler uğruna aşarken hissederiz. Konuşan başkası olduğu zaman, dili tıpkı başkalarının elini kolunu algıladığımız gibi duyarız,” diyor. Felsefe ve edebiyat sözcükleri varoluşsal olarak birbirlerinden etkilenen iki kavramdır. Felsefe ve edebiyatın bu bir aradalığını daha da pekiştiren ana çerçeve ise, edebiyat eğitiminde de, eğitimde edebiyatta da felsefe perspektifi; felsefe edebiyat birlikteliği perspektifidir.

Okuma uğraşı

Dil felsefede de, edebiyatta da kendini yücelten bir şeydir. Ama nasıl bir dil bu ve dil ortamı olarak, bu iki alanın eğitimle olan bağlantısı nasıl bir bağlantıdır? Bu noktada tekrar felsefeye dönmek gerek. Felsefeyi daha belirgin kılmaya çalışırsak, dış dünya, düşünme ve dil arasındaki ilişkileri inceliyor. Felsefe, bu çerçevede edebiyata da ilgisini yöneltip, edebiyattaki gerçeklik alanlarının, düşünme ve dil arasındaki ilişkinin dış dünyada nasıl olduğunu ele almaya çalışıyor.

Okuma kavramı üzerine bir deneme kaleme alan ve felsefe-okuma tartışmalarına bu denemesiyle dahil olan Simone de Beauvoir şöyle der: “Hayatımız, dış dünya nesnelerini okumaktan tutun, kâğıt üzerinde mürekkep izi olarak, yer alan metinleri okumaya kadar, bizim en önemli edimimizdir ve insan olarak en önemli faaliyetimiz okuma faaliyetidir.” Akşit Göktürk de, “Okumak, o kadar önemli bir nokta ki, bir uğraş, okuma uğraşıdır,” diyor ve ekliyor: “Okunmak için yazmayan kimse var mıdır? Tüm yapıtlarını yakılmak üzere yazan Kafka da bilincindeydi bu gerçeğin. Gizli bir günce tutan, yalnız kendim için yazıyorum, diyen kişinin durumunda da kâğıt üstüne dökülen metnin göndericisiyle alıcısı aslında birleşmiştir.” Göktürk son yapıtlarından biri olan; dil, okuma uğraşı ve düşünmeyle ilgili denemelerinin yer aldığı Sözün Ötesi adlı kitabında da, “okur her yazın yapıtının ortağıdır,” diyor.

Bu noktada, okura da değinmek gerekir. Özellikle yetişkin okur, kendi bireysel bilgi donanımı, kendinden önceki kuşakların biriken deneyimi, çağının bakışı, duygusu, beğenisiyle yaklaşır her yazın ürününe.

Okurken özgürleşmek

Bir okur olarak, elimize aldığımız kitaba kendimizi gönüllü olarak kaptırıp gideriz. Bu sürükleniş gerçekte bir iç kıvanç, dıştan kendine gelen bir armağanın alınması, okuma ediminin bir aşama sonraki bilinçli evresinden, artık akılla da açıklanabilecek her türlü bencilliğin ötesinde, insanca bir duygunun boy atmasıdır. Okurda bir oluş, büyüme, özgürleşme, kendi geninin dışına taşma sürecinin uyandırılmasıdır. Diğer bir deyişle, büyüme ve kendi geninin dışına taşma olarak adlandırabileceğimiz bir özgürleşmedir, insanlaşmadır.

Edebiyat yapıtıyla karşılaşan kişi, yazarak özgürleşen kişiyle metin üzerinden karşılaşır. Yazarken özgürleşiyoruz, okurken özgürleşiyoruz; metin bizim ortak paydamız. Edebiyat yapıtı bir bakıma hep sözün içindedir, ama sözün ötesine gider. Buradaki aşma ediminde felsefenin bir kaldıraç gibi yardımı olacaktır.

Edebiyat bir anlamda, toplumsal ahlakı önümüze koyuyor. Edebiyat felsefe ilişkisinde, okuma yazma ilişkisinde, bütün bu ilişkilerde yazarın konumlanışına Sartre’ın gözüyle bakıldığında, yazara da, okura da önemli çağrılarda bulunduğunu görüyoruz. Yazar okuyucuların özgürlüğüne çağrıda bulunmak için yazar ve insanlardaki özgürlük durumunun yapıtı canlandırmasını bekler. Okuyuculardan onlara gösterdiği güveni kendilerine de göstermelerini, kendi yaratıcı özgürlüklerini tanımalarını, simetrik bir çağrıyla bu özgürlüğe de seslenmelerini ister. Böylece, okumanın bir başka gerekli çelişkisi ortaya çıkar. Kendi özgürlüğümüzü hissettiğimiz oranda, başkasının özgürlüğüne saygı duyarız. Çok önemli bir çağrıdır bu. “Başkası bizden ne kadar çok şey beklerse, biz de ondan o kadar çok şey bekleriz,” diyor. Okurla yazarın metin üzerindeki buluşmalarında, kendi özgürlüğümüzü ne kadar hissediyorsak, başkalarının özgürlüğünü de o anlamda hissedebiliriz. Çünkü, okuma ve yazma birbirlerini karşılıklı var eden yapılardır.

Deneme ve hesap verme!

Edebiyat ve felsefe tartışmalarında deneme, başlı başına önemli bir yazınsal türdür. Felsefenin çoğul söylemiyle kendini var etmesi, dile getirilişinin deneme türünde olmasından kaynaklanıyor. Felsefe bunu yaparken, aslında edebiyatın içindeki denemeye de göz kırpıyor. Çünkü deneme, hesap verme işidir.

Denemede, insan tüm var oluşuyla yer alır; nesnel dünyanın öznel dünyaya taşınan özne üzerinde bıraktığı izlenimler kendine yer bulur. Denemenin söylemi ne salt kurmacadır, ne de salt nesnel içeriklidir. Denemede insan kendini bulur, kendisi ve başkalarıyla karşılaşır. Bu nedenle tıpkı insan gibi, arada olandır. İnsanın, bir yandan imge zengini edebiyatla, öte yandan da kavram zengini felsefeyle birlikte olması, deneme üzerinden gerçekleşir. İnsanı anlamanın ve anlatmanın yolu deneme okumaktan, deneme yazmaktan geçer.