Büyük bir birikim, mirastır yayıncı olabilmek.
Edebiyat yayıncılığına ve dergiciliğine 40 yıldır emek veren, saygın şiir ödüllerinin sahibi, şair Turgay Fişekçi, genç kuşakların yolunu aydınlatan birikimiyle geçmişten bugüne “yayıncı olmanın” görkemini ve duygusal kazanımlarını anlatıyor.
Yayıncılık dünyasına adım attığımda, bugünkünden çok farklı bir ortam vardı. Kitaplar ve kâğıtlar at arabasıyla taşınırdı. Kurşun harflerle dizilirdi kitaplar. Bunların hepsi yok oldu ve yayıncılık çok daha kolay bir iş haline geldi.
O yıllarda yayıncılık yapan, tanıdığım ilginç insanları hiç unutamam. Bunlardan biri Vedat Günyol’du. Paris’te hukuk doktorası yapmış, çok seçkin bir aydındı. İsterse üniversitede profesör olabilirdi. Ancak, çok sevgili arkadaşı, bir başka kültür insanı olan Orhan Burian’la birlikte Ufuklar adlı bir dergi çıkarmayı yeğlemişti. Dergi sadece bir yıl yayımlanabildi. Çünkü Orhan Burian genç yaşta yaşamını kaybetti. Vedat Günyol, arkadaşının anısını yaşatmak için Orhan Burian’ın ardından 25 yıl boyunca, aylık Yeni Ufuklar dergisini çıkardı.
Aydınlanma için basılan kitaplar…
Vedat Günyol’un yayımladığı kitaplarsa, genelde Fransız Devrimi üzerineydi. Aydınlanma düşüncesine inanıyordu ve bu düşüncenin ülkemizde yer bulmasını, yayılmasını ve okunmasını istiyordu. Yalnızca o dönemin önde gelen düşünürleri, Jean-Jacque Rousseau ya da Montesquieu’yu basmadı, Saint – Just adında, yine Fransız Devrimi’nin kahramanlarından birinin Devrimle Gelen adlı kitabını da çevirip yayımladı. Bunun için büyük bir sevinç de duyardı. O kitabın satışının birkaç yüz adedi geçmiş olabileceğini hiç sanmıyorum ben.
Unutamayacağım insanlardan biri de Memet Fuat’tı. Onun da yayıncılığa başlama hikâyesi çok ilginçtir. Çevresine yararlı olmak isteyen bir gençti Memet Fuat. Mahallesindeki çocuklara tiyatro oynatır, onlara oyunlar bulur, tek perdelik oyunlar çevirirdi. Bu oyunları yayımlatırsam, daha çok genç yararlanabilir, okullar da onları sahneleyebilir, diye düşündü. Birkaç yayıncıya gitti, ancak onlar da oyun kitapları basmak istemedi. Bunun üzerine, tek perdelik oyunları bastığı De Yayınevi’ni kurdu. Böylesi bir yarar için yapılan bir işti onun yayıncılığı da.
Memet Fuat’la 90’lı yıllarda birlikte çalışıyorduk. Yayıncılık bugünkü serüvenine yeni yeni başlıyordu. Sektörleşmesi, endüstri haline gelmesi, büyük sermayelerin yatırılması o günlerde başlamıştı. Memet Fuat o zamanlar, “Ben edebiyatın bu kadar düşeceğini, yararsız bir hale geleceğini bilseydim edebiyatçı olmazdım. İnsanlara yararlı olmak için edebiyatı seçtim. Yoksa, sözgelimi mimar olurdum ve insanlara güzel evler yapmak için uğraşırdım,” demişti.
“Yayıncılıkta başarı çok satmak mıdır, yoksa bu işin kültür odağından ayrılmamak mı?”
“Abidin orospu oldu, resimlerini satıyor!”
Eski kuşaklara gidersek daha çok, daha uç örnekler bulabiliriz. Örneğin, büyük ressamımız Abidin Dino ilk resim sergisini açtığı zaman, abisi Arif Dino –o da büyük bir kültür insanıdır– dehşet içinde kalmış. Sokağa fırlayarak, her rastladığı tanıdığını durdurup, “Biliyor musunuz, Abidin orospu oldu, resimlerini satıyor!” demiş.
Edebiyatın ve sanatın parayla buluşmadığı bir dünyadan, bugün çok iyi bildiğimiz büyük satışların, büyük başarıların dünyasına geldik. Bu noktada şu soru akla geliyor: Yayıncılıkta başarı çok satmak mıdır, yoksa bu işin kültür odağından ayrılmamak mı?
Eskiden Sinematek’te filmler gösterilirdi. O zamanlar, filmleri simultane çeviriyle altyazısız seyrederdik. Büyük çevirmenimiz Hasan Âli Ediz, bir Rus filmini çeviriyordu. Eline mikrofonu aldı ve perdede oynayan filmdeki konuşmaları, adam şunu dedi, kadın bunu dedi diye çevirmeye başladı. Sonra birdenbire, ekranın sağında gördüğümüz mangalı Rusların ne amaçla kullandığını, yerdeki halının Ruslar için önemini de anlatmaya başladı. Bunu neden yaptı?..
Çünkü çevirmenlik de, yazarlık da, yayıncılık da kültür hayatının bir parçası. Bu uğraşları kültürden alıp başka bir şeye dönüştürdüğünüz zaman, yaptığınız işin çok anlamı kalmıyor. Yazarların eserlerinin üzerindeki haklarını, ölümlerinden itibaren 70 yıl muhafaza eden telif hakları koruması var. Yazarların hakları korunuyor, ama o hakları alan yayıncılara karşı okurları koruyan hükümler var mı?..
Okyanus balığı mı, tatlısu balığı mı?
Hemingway’in İhtiyar Balıkçı kitabının Ülkü Tamer tarafından yapılmış özel bir çevirisi var. Hemingway’in yayın haklarını alan yayınevi, bütün kitaplarını yayımlıyor. Ben de merak ettim, bu çok bilindik kitabı aldım. Romanda, okyanustaki bir balıkçının büyük bir balıkla mücadelesi anlatılır. Kitabın elime aldığım yeni baskısında, hikâyede geçen bir tatlısu balığıydı, göl balığıydı. Daha bunun gibi inanılmaz hatalar vardı. Bunun önüne nasıl geçeceğiz? Sahip olduğumuz değerlere, Ülkü Tamer’in o çevirisine kim sahip çıkacak? Yayıncılara büyük bir sorumluluk düşüyor. Yayıncı, kültür insanı değil de salt ticaret insanı olduğunu düşünmeye başladığı an bütün dengeler değişiyor.
Dünya şiirini dilimize aktaran Cevat Çapan’ın derlediği Seferis’in kitabının Yunan hak sahibini, yayın haklarını almak istediğimi söylemek için aradım. Bana, “Şiirler hangi dilden çevriliyor?” diye sordu. “İngilizce,” dedim. “Yunancadan çevrilmezse vermiyoruz,” dedi. Bu oldukça şematik bir yaklaşım. Acaba Yunancadan çeviren –üstelik şiir gibi bir sanatı– daha mı doğru, daha mı yetkin çevirecek?
Bunun tam tersini gösteren bir anekdot da var. Dergide şiirlerini bastığım genç bir delikanlıyla karşılaştık, tanıştık. 23 yaşında, Amerika’da Princeton Üniversitesi’nde okuyan parlak bir öğrenci. “Ben Cevat Çapan yüzünden Yunanca öğrenmek zorunda kaldım,” dedi. Nasıl olduğunu sorduğumda, “Kavafis’in şiirlerini okudum ve Türkçesi’ni bu kadar beğendiysem, acaba Yunancası nasıldır diye oturdum Yunanca öğrendim. Okuduktan sonra da Yunanca öğrenmeme gerek olmadığını hissettim,” dedi.
İleride bir gün Kavafis’i Cevat Çapan’dan değil de başka bir çevirmenden okumak zorunda kalırsak böyle bir şey maalesef olmayacak. Kavafis öleli 70 yıldan fazla oldu, ama çağdaş yazarlar için böyle bir tehlike var. “Yayın hakkını aldım, kendim çevireceğim ya da birine çevirteceğim,” diyen biri çıkabilir.
“Sana dostlarımı bırakıyorum.”
Yayıncılığın iki unsuru var. Biri gönül, öteki kültür unsuru. Yayıncılığı bu iki kavramdan soyutlayıp uzaklaştırırsak, yaptığımız işin pazarda domates patlıcan satmaktan farkı kalmaz. Ticaretin insanları büyüleyen bir tarafı var. Bu kaçınılmaz, çünkü para sıcak ve insanı çeken bir şey. Ama yayıncılığın daha yüce yanları var. Yayıncı olduğunuzda, kimsenin tanışamayacağı insanlarla tanışabilir, kimsenin kuramayacağı dostluklar kurabilirsiniz. Büyük bir birikim, mirastır yayıncı olabilmek.
Fransa’nın en büyük ve köklü yayınevi olan Gallimard’ın sahibi yaşlanıp oğluna yayınevini devredeceği zaman, “Ben sana para pul, servet bırakmıyorum, sadece dostlarımı bırakıyorum. O dostlar da yayınevimizin kataloğunda bulunan, kitaplarını bastığım insanlardır,” demiş. Yayıncılık sektörünün bu özelliği çok kalıcı bir öneme sahip. Ticaret yaptığımızı değil de, gönül köprüleri ve dostluklar kurduğumuzu düşünmek, hepimize daha iyi gelecektir.