Edebiyat öğretmez ama…
Edebiyatımızın usta kalemi Adnan Binyazar, okuma yazma kültürünün insanın dilsel ve düşünsel varlığını nasıl biçimlendirdiğine ilişkin deneyimlerini paylaşıyor.
1950 yılında Dicle Köy Enstitüsü’ne gittiğimde üç salon vardı. Birincisi okul kütüphanesi, ikincisi müzik odası, diğeri de resim salonuydu. Türkiye’de bugün uygarlığın bu üç simgesi geriletilmiştir.
O zamanlar okul kütüphanesinde, Hasan Ali Yücel dönemindeki o muhteşem klasikler ve diğer kitaplar bulunuyordu. Bugün Diyarbakır’da Kültür Bakanlığı’na bağlı tek bir kütüphane var. Oysa sözünü ettiğim zamanlarda, halkevinde bile bilimsel çalışma yapılacak zenginlikte bir kitaplık vardı. Bugünse, kitabın suçlu olarak, boynu bükük kaldığı bir dönemi yaşıyoruz. Eğer bir ülkede Fareler ve İnsanlar müstehcen diye tanıtılıp okullardan uzak tutuluyorsa, o toplum uygarlık karşısında utanmalıdır.
Müzik ve resim odaları da nicelik ve nitelik olarak dopdoluydu. Özellikle müzik odasında koca bir piyano, mandolinler ve konser verebilmek için gerekli bir Müzik ve resim odaları da nicelik ve nitelik olarak dopdoluydu. Özellikle müzik odasında koca bir piyano, mandolinler ve konser verebilmek için gerekli birçok alet vardı. Başlarda belli bir bilgiye sahip değildik; ama bir ay sonra, kulağımız o müziklerle dolmaya başladı. İnsan, ortamın ürünüdür. Nasıl her ağaç her toprakta aynı değilse, insan da öyledir. Kavunun iyi yetiştiği tarla vardır, üzümün iyi yetiştiği tarla vardır.
Kültür ve sanat kurumları nereye?
Bugün neredeyse resim öğretmenleri okullardan kovuluyor; ne resim, ne de müzik derslerine önem veriliyor. Müzik konusu açılınca, “Batı müziği kilisenin müziğidir,” diyorlar. Keşke biz de dinsel müziği, örneğin Itrî müziğini, Mevlevi müziğini o düzeye çıkarıp, belli bir müzik kalitesi sunabilsek. “Biz bin yılların toplumuyuz!” diyerek tarihle övünmek biraz sığınmaktır. Özellikle, “At koşturduk, it koşturduk!” gibi laflar, hiçbir zaman bir toplumu yüceltici ve bir adım ileriye götüren şeyler değildir.
Bugünkü örnekler saymakla bitmez. Kümesleri bile gökdelen yapanlar, tiyatroların, sinemaların canına okudular. İstanbul’un göbeğindeki Atatürk Kültür Merkezi (AKM) harabeye döndü. AKM, bugün devletin elindeki olanaklarla kısa sürede faaliyete geçirilebilecek durumdadır. Bu, bir tür kültür düşmanlığıdır.
Aydınlanma, kurumlaşmalarla olur. Bizler bir şekilde kurumlaşıyoruz. Düşüncemiz ne olursa olsun, biz kitapla, bilgiyle, sanatla ortak bir düşünce topluluğu haline geliyoruz. Bu kurumlaşmaların en önemlilerinden biri de Dil Kurumu’dur. Dilin nasıl geliştiğini ve aydınlanmanın ne demek olduğunu iyi anlamak gerekir. Örneğin, kelime anlamı Katolik kilisesine karşı durmak olan Protestanlığın babası olarak bilinen Martin Luther, sadece din alanında değil, dil üzerinde de önemli çalışmalarda bulunmuştur. Örneğin, Latince olan İncil’i halkın anlayabilmesi için o zamanlar gelişmemiş bir dil olan Almanca’ya çevirmeye çalışır. Halkın arasına karışır ve kasaba, manava sorular sorup, onlarla alışveriş yapar gibi diyaloğa girerek halkın dilini öğrenir. Bu nedenle, Luther salt bir din adamı değildir. O aynı zamanda dil ve bilim insanıdır. Ondan sonradır ki, Grimm Kardeşler’in 32 ciltlik Alman dili sözlüğü; Rapunzel, Külkedisi, Bremen Mızıkacıları, Pamuk Prenses, Kırmızı Başlıklı Kız ve Uyuyan Güzel gibi Alman dilinin ve dünyanın en zengin masalları ortaya çıkar. 17. yüzyılın ünlü filozoflarından Wilhelm Leibniz, “Luther’de akıl almaz bir dil bilinci var; o halkın diliyle konuştu,” demiştir.
Ne Pecos Bill, ne Kerime Nadir…
Ben ne Pecos Bill, ne Kerime Nadir, ne Esat Mahmut Karakurt, ne Oğuz Özdeş okuyabildim. Ama edebiyatçı olduğumdan biliyordum. İlk başta, oradaki aşklar bana çok yapay geldi. Bir gün Diyarbakır’da, Romeo ve Juliet yazlık sinemada oynuyordu. Diyarbakır, o zamanların en büyük kültür merkeziydi ve orduevinde her hafta Türkiye’ye gelen en yeni filmler gösteriliyordu. Ben de gidip buluyordum en iyisini. Tıpkı bir fare gibi, koklaya koklaya… Henüz 14 yaşındaydım, param da yoktu ve sinemaya gidemiyordum. Romeo ve Juliet 17 gece boyunca yazlık sinemada oynadı ve ben o kadar gece, bir inşaat aralığından ağlayarak o filmi seyrettim. “Aşk ve sevda budur!” dedim, Juliet’e âşık olarak, mücadeleye girerek… Köy Enstitüsü’ne geçtiğimde ilk işim, kütüphanede Romeo ve Juliet ’i bulmak oldu. Dokuz, ışıkların söndürüldüğü saatti ve ben yorganın içinde el feneriyle onu okuyordum. Okuma, böyle bir şeydir. Okuma tutkudur, insanın bir parçasıdır.
Köy enstitülerinde tatil, bir buçuk aydı. Diğer zamanlarda enstitünün işlerini görürdük. Bir yaz tatilinde, at otu aramaya çıktım. Ama bir elimde atın yuları, diğer elimde Shakespeare’in Othello ’su… Öyledir ki, onca yıl öncesinden bu zamana halen ezberimde olan cümleleri vardır. Iago, karısı Emilia’yla yaptığı konuşmada, “Yaşayıp durduğun şu dünyada öyle şatafatlı elbise giyip böbürlenme. Kibir ve gurur bütün saltanatları devirir. Alçakgönüllü ol, köhne cübbeni üstüne çek,” diyor. Bunları anlayan birini, ne Pecos Bill tatmin eder, ne Kerime Nadir, ne Esat Mahmut Karakurt.
Sonrasında yolum Dostoyevski’ye, Tolstoy’a, Balzac’a, hatta Halit Ziya Uşaklıgil’e kadar uzandı. Bugün hepsini hâlâ aynı heyecanla okuyorum. 1250 sayfalık Haruki Murakami kitabını aylarca yanımdan ayırmadım. Yaşın ne olursa olsun, okursun; okuma, böyle bir şeydir.
Okumanın yanı sıra kitaba ulaşmanın ve ulaştırmanın yollarını da bulmak gerekir. Anadolu’da bir buçuk yıla yakın görev yaptığım bir okulda, gittiğimde iki kitap vardı. Bakanlığın gönderdiği Celal Esat Arseven’in Türk Sanatı Tarihi kitabı ve bir de Karınca adlı bir dergi. İlginçtir ki, ben oradan ayrıldığım zaman kütüphanede 2500 kitap vardı. Herkesin katkıda bulunduğu kumbarada 25 kuruşların birikmesi ve yayınevleriyle ilişki kurup, büyük indirimler almamla oluşturulan bir okul kitaplığıydı bu. Çorum’da çalıştığım bir öğretmen okulunda da benzeri bir çabayla kitap kulübü kurmuştum. Orada da her çocuğun her ay üç kitabı oldu. Bunlar pratiğe ilişkin örneklerdir ve kitaba ulaşmanın yolunu, aradığımızda bulabileceğimizi gösterir.
Edebiyat özgürlük ortamı yaratır.
İnsan bir akıl varlığıdır. Hümanizma, “Her şeyin ölçüsü insandır,” diyor. İnsan neden her şeyin ölçüsüdür? Çünkü insan bir akıl taşıyor. Okumak bu aklı işlek hale getirir ve insanı duyarlı kılar; sanat beceriyi geliştirir. Kesinlikle bunların hiçbiri öğretme aracı değildir. Hele ki edebiyat, kesinlikle öğretme aracı değildir; duyumsatma aracıdır. Edebiyat öğretmez, ama edebiyatın öğrettiğini de hiçbir şey öğretmez.
Bunu anlamak için Voltaire ya da Balzac gibi yazarları ele alabiliriz. Eserlerinde doğrudan doğruya dayatıcı hiçbir şey yoktur; hayatı sererler gözlerinizin önüne. Edebiyat özgürlük ortamı yaratır. Önemli olan, çocuğa bir şeyler tavsiye etmek değil; onun önüne kaliteli bir şeyler koyabilmek ve seçim yapabilecek bilinci aktarabilmektir.
Özetle, insan üç varlıktır. Birincisi, bedensel bir varlık. İnsanın bunda hiçbir emeği yoktur. Yaratan yaratmış zaten ve iyi yaşamanı öğütlemiş. İkincisi, sosyal varlık olması. Sosyal varlık olarak insan, o zamana kadar üretilmiş kültürel ürünlerle şekillenir. Ama üçüncünün, yani insanın kendisini var etmesinin, kültürünü, duyarlılığını, düşüncesini, aklını geliştirip insanlığa yararlı hale getirmesinin kaynağı kitaptır.