Edebiyattan yaşama süzülen öyküler
Çağdaş edebiyatımızın en önemli temsilcilerinden Selim İleri, okuma ve okurluk deneyimini; yazar, eser, okur ve hayat arasında oluşan dünyayı önemli edebiyat eserlerinden alıntılarla anlatıyor.
Edebiyat nedir? Yeniden tanımlanmalı mıdır? Edebiyatı nasıl sevdim? Neden sevdim? Tüm bu sorular, iyi bir yazarın veya edebiyat okurunun kendisine ya da başkalarına sorabileceği sorular. Bazı insanların şansına hayat, okumayı sevmeleri için bir takım olanaklar tanıyor.
Benim edebiyatla olan sevgi bağım, evimizde kitabın hiç eksik olmamasına dayanıyor. Şanslı olduğum taraf, ailemin okumuş yazmış insanlar olmasıdır.
Bundan neredeyse 55 yıl kadar öncesinde başladı edebiyat maceram. Evimize giren gazetelerdeki tefrika romanları için ailem, “Onları büyükler okur,” dediğinden,
bu kışkırtma sonucunda onları gizli gizli okumaya heves ettim. Gazetelerin tefrika romanları, edebiyat tarihimizde hep küçümsenmiştir. Bunlar çoğu kez ya macera romanlarıdır, ya pehlivan ya da aşk romanlarıdır. Hâlbuki bugün gazetelerde, o üç tür tefrika romanından da eser yok. O romanlardan aldığım hazzı hiç unutamadım.
Okuma evrenine yapışıp kalmak!
Çok sayıda kitap okuyarak yetiştim ben. İlkokulda okuma yazmayı herkes ekim ayının sonunda sökebilmişti. Yalnızca iki öğrenci, Erdal adında bir arkadaşımla
ben, nisanda sökmüştük okumayı. Herkese kurdeleler takılmıştı okumayı söktükleri için, ama bize takılmamıştı. Bir kere okuma yazmayı söktükten sonra, hiç bırakmadım okumanın peşini. Farklı alanlardan, farklı kaynaklardan ve farklı ülkelerden birçok şey okudum. O okuma evrenine hiç ayrılmamacasına yapışıp
kaldım. Hâlâ en yakın dostlarımın kitaplar olduğuna bütün kalbimle inanıyorum.
Kitapları okuyordum, ama yazarlar konusunda hiçbir fikrim yoktu. Yani yazarlar kimlerdir, ne acılar çekerek yazarlar, amaçları nedir, o beğenilmeyen tefrika
romanlarını yazarken acaba neler yaşarlar? Uzun yıllar sadece eserleri okumakla yetindim ve yazarların çabaları üzerine pek fazla kafa yormadım.
1960’lı yıllarda okuldaki ders kitabımızda, büyük şair, çağdaş şiirimizin bence en büyük ustası olan Behçet Necatigil’in “Kır Şarkısı” adlı bir şiiri vardı. O şiiri okuduktan sonra, Necatigil’in başka şiirlerini okuma arzusu duydum. O dönemde elime Varlık Yayınları’ndan çıkmış, Arada adlı bir kitabı geçti Necatigil’in. Behçet Hoca on yıl sonra, yani 1970 yılında, kitabı bana, “Selim İleri’ye; yolu açık olsun,” diye imzalamış. Artık mürekkebi gitgide solan bir yazı ve bir imza… Necatigil’in bu güzel kitabında “Kitaplarda Ölmek” adlı bir şiiri de yer almaktadır. Yazar kimdir sorusunu daha iyi hissedebilmek için bu şiire göz atılabilir.
Adı, soyadı
Açılır parantez
Doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti
Kapanır, parantez.
O şimdi kitaplarda bir isim, bir soyadı
Bir parantez içinde doğum, ölüm yılları.
Ya sayfa altında, ya da az ilerde
Eserleri, ne zaman basıldıkları
Kısa, uzun bir liste
Kitap adları
Can çekişen kuşlar gibi elinizde.
Parantezin içindeki çizgi
Ne varsa orda
Ümidi, korkusu, gözyaşı, sevinci
Ne varsa orda.
O şimdi kitaplarda
Bir çizgilik yerde hapis,
Hâlâ mı yaşıyor, korunamaz ki,
Öldürebilirsiniz.
Yazarlar siyasetçiler kadar kötülük yapar mı?
Yazar dediğimiz kişi, galiba biraz iyi edebiyat, biraz da kötü edebiyat… Sanıyorum, iyi ya da kötü bütün yazarların, yazma tutkusu olan insanların hepsinin kalbinde var bu sıkıntılar. Necatigil’in vurguladığı gibi, bütün bu endişeler hep vardır. Yazarlar, dünya görüşleri ne olursa olsun, yeryüzünde hiçbir zaman siyasetçiler kadar kötülük yapamazlar. Örneğin, Kavgam kitabının Adolf Hitler’in kendisinden daha masum olduğu söylenebilir.
Eserlerin insan üzerinde öyle derin etkileri vardır ki, o etkinin kaç yıl sonra nereden karşınıza çıkacağını kestirmeniz olanaksızdır. İlkokul üçüncü sınıf kitabımızda,
Reşat Nuri Güntekin’in “Kirazlar” adlı bir öyküsü vardı. Bu öykü, beni çıldırasıya etkilemiş çok acı bir öyküdür. Bu, Güntekin’in edebi başarısını yansıtan bir öyküdür. Bütün mahallenin yargıladığı, cimrilikle suçladığı, birer kocakarı, acuze, ihtiyar ve bunak diye baktıkları çiftin gerisindeki asıl iç gerçekliği yansıtır.
Reşat Nuri Bey’in tipik tekniğidir; bize çıplak dış gerçekliği gösterdikten sonra, yani insanların yargılama biçimlerini yansıttıktan sonra, onların iç dünyalarındaki iç gerçekliklerini de yine bir anlatıcı olarak aktarır. Böylece, edebiyatın en büyük güçlerinden birini verir okuruna. Bizim dıştan gördüğümüzün iç dünyada hiç de aynı olmadığını yansıtabilir. Bunu edebiyat dışında yapabilecek tek alan psikiyatri ve psikolojidir belki de. O da kuru kuruya…
Hayatı örneğiyle yansıtabilecek tek alan sanattır; edebiyattır, sinemadır, tiyatrodur; doğrudan doğruya sanatın kendisidir. “Kirazlar” hikâyesi içimde yıllarca sürebilecek derin bir üzüntüye sebep olsa da, ona halen bağlı oluşumun nedeni, dış dünyaya karşı daha farklı bakabilmemi sağlamasıdır. Bu hikâye, karşımızdakiyle
bir özdeşlik kurabilme düşüncesinin tohumudur.
Yaş itibariyla ilkokul üçüncü sınıftayken böyle şeyleri bilemezsiniz. Ama o içinizde biriken bir sezgi, insana ait bir şeydir herhalde ki, öyle bir ışıma olarak belirir
ve kaybolur. “Kirazlar”ı yerine oturtabilmem, anlamam, yıllar sonra çok başka bir eser ve yazar sayesinde oldu.
Lev Tolstoy’a dair daha önce sadece Anna Karenina ’yı okumuştum. Çok sevdiğim bir romandı. Tolstoy’un yaşamına ilişkin bir kitabı okuduğumda, Anna
Karenina ’yı başlangıçta hiç de Anna’yı savunmak amacıyla yazmadığını öğrendim. Tolstoy, Puşkin’in kızına biraz bozulurmuş; çünkü Puşkin’in kızı biraz hafif meşrep bir hanımmış. O zamanın Çarlık Rusya’sında, bu tarz flörtöz bir hanım, kemikleşmiş klasik ahlak değerleri tarafından pek de hoş karşılanmıyordu. Tolstoy bu olumsuz yaklaşımına rağmen, Puşkin gibi çok önemli bir yazarın kızı olması nedeniyle, onun babasına verdiği zararı düşünmüş ve bundan esinlenmiştir. Tolstoy, böylesi bir hanımın cemiyet hayatında ailesine ve tüm o kemikleşmiş kurumlara verebileceği zararı yansıtmak amacıyla, romanın yarısına kadar ondan söz etmiştir.
Ancak Tolstoy, öyle bir noktaya gelir ki, romanın ortasını geçtikten sonra hikâyeyi götüremez. Belki de yazarlığın kudreti kadar, bir roman kahramanının da yazar üzerinde kudreti olabiliyor.
Tolstoy’un kafasında önyargılarla yaklaştığı Anna’yla romanda kendi kurduğu, yaşattığı, ama artık hakikaten yaşamakta olan Anna’nın söyledikleri birbiriyle çelişmeye başlar. Suçlamak için yola çıktığı Anna, ona kendi iç gerçekliğini yansıttığı için en başa dönüyor yazar. Ardından, Anna Karenina ’yı yeniden, bugün okuduğumuz haliyle yazmaya başlıyor. Bu sefer suçlamak için değil, anlamak için…
Tolstoy, Anna Karenina’yla özdeşlik kurmanın üzerinde duruyor ve daha önce yazdığı kısımları yok ederek, sil baştan Anna Karenina ’yı yazıyor. Eser bu açıdan okunduğunda, çok çarpıcı ve çağının ötesinde bir roman.
Tolstoy’un Anna’yı yeniden yaşatma çabası, benim de o iç gerçekliği kavrayıp dünyaya başka türlü bakabilmemi sağladı. Bu beni yeniden “Kirazlar”a götürdü. Halide Edip ve Yakup Kadri’nin yanında hep üçüncü isim olarak anılan, ama aslında çok önemli bir yazar, sevgi ve şefkatin yazarı olduğunu düşündüğüm Reşat Nuri’nin “Kirazlar”ı bunu başardı. Anladım ki, Reşat Nuri, iç gerçeklikle dış yaşamın somut bakış açısı arasındaki farkı, bizim edebiyatımızda ilk ve en çok değerlendiren kişilerdendir.
Sanatın gençlik için, bizim için, herkes için iyilik, sevgi ve anlam dışında bir şey getireceğini düşünmemize olanak yoktur. Sanatın, özellikle bugün gelmiş olduğumuz korkunç iletişimsizlik döneminde, birbirimizi anlamakta, birbirimizle bağ kurmakta çok daha derin anlamlar taşıdığına inanıyorum.