Mucize bir ilişki: Öğretmen-öğrenci
Şair, eleştirmen, yayıncı Turgay Fişekçi, 7. Eğitimde Edebiyat Semineri’ndeki “Bir Ustanın Gözünden Edebiyatın Eğitimdeki Yansımaları” başlıklı konuşmasında, edebiyatçı kimliğiyle, eğitimcinin entelektüel çabasının ve birikiminin öğrencilerini etkileme ve dönüştürme gücüne ilişkin çağdaş yaklaşımını dile getirdi.
Öğretmen-öğrenci ilişkisi, son derece kendine özgü bir insan ilişkisi biçimidir. Yeni bir insanı tanıdığımızda ve ondan çok etkilendiğimizde, bunu “mucize” olarak tanımlarız. Genellikle, aşk ilişkileri için kullanılır bu deyim. “Öyle biriyle tanıştım ki, mucize gibi bir şey,” deriz. Aslında, iki insanın tanışması, aynı zamanda bir mucizedir. Çünkü her insan, başlı başına bir mucizedir ve bir insanı tanıdığınız zaman dünyanızı yeni bir insana açmış olursunuz. Yeni bir mucizeyle karşılaşmış olursunuz. Elbette, insan ilişkilerini mucize kılan şey, o insanların dünyalarının ne kadar zengin olduğu, birbirlerine ne kadar çok şey verebildikleriyle ilgilidir.
Öğretmen-öğrenci ilişkisi bu açıdan iyi bir örnek. Bir öğrenci, okula başladığında karşısında bir öğretmen görüyor ve yepyeni bir insanla tanışmış oluyor. Öğrenci açısından, farkında olmasa da, bu ilişki, hayatındaki mucizelerden birine dönüşebiliyor. Ben, öğretmenlerimle ilişkilerim anlamında, hayatımda böyle mutlu mucizelerle çok karşılaştım. Yedinci sınıfa kadar hiç kitap okumadan geldim.
Okulda veya aile çevremde kitap okumayla ilgili bir alışkanlık ya da beni özendirecek hiçbir itici etmenle karşılaşmadım. Yedinci sınıfın yarıyıl tatiline girerken, Türkçe öğretmenimiz bir ödev verdi bize. “Tatilinizde Yaşar Kemal’in İnce Memed’ini okuyacaksınız,” dedi. Hepimiz okuduk elbette. Böylelikle İnce Memed, benim okuduğum ilk kitap oldu. Belki o yaş için fazla uygun bir kitap değildi, ama öğretmenimiz bunu uygun görmüştü. Ertesi yıl, yine aynı öğretmenim, okuduğum ikinci kitap olan Kemal Tahir’in Devlet Ana’sını tavsiye etti ve ekledi: “Edebiyat diye bir şeyden haberiniz olacaksa, sadece bu dersler yetmez; burada Divan Şiiri göreceğiz, başka şeyler de göreceğiz, ama bu kitapları okuyun,” dedi.
“Sefiller’i okumadan dünyayı anlayamazsınız.”
Liseyi bitirip, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girdiğimde, birinci sınıfta beni mucize olarak nitelendirebileceğim bir sürpriz bekliyordu. Anayasa Hukuku dersine Server Tanilli geliyordu. Geniş kültürlü bir insandı; Uygarlık Tarihi ve İnsanlık Tarihi gibi temel kültür derslerini veriyordu. Server Tanilli’yi kürsüde dinlediğimde, gerçekten büyülendim. Anayasa Hukuku dersinde Fransız Devrimi’ni, anayasaların doğuşlarını ve onların sınıf mücadeleleriyle nasıl doğduğunu bir tiyatro oyuncusu gibi anlatıyordu. Kürsüde kılıktan kılığa girerdi, son derece tok bir sesi vardı ve kulağa oldukça heyecanlı geliyordu. Kürsünün altına eğilip, sonra yumruğuyla yükselip, “…ve yükseliyordu proletarya!” diye haykırışını unutamam. Sonraki yıllarda da, Server Tanilli’den çok şey öğrendim. Adam Yayınları’nda kitapları yayımlanmaya başladığı zaman, onun editörü oldum ve uzun yıllar birlikte çalışma mutluluğuna erdim. Ondan dinlediğim ve unutamadığım çok güzel bir örnek vardı. Babasının görevi nedeniyle, Van’daki bir ortaokula gidiyor. Derslerine bir biyoloji öğretmeni geliyor ve kendisini şöyle tanıtıyor: “Çocuklar, ben biyoloji öğretmeniniz Halit Avan, ikinci Sefiller mütercimi Avanzade Süleyman Bey’in oğlu…” Çocuklar, Sefiller nedir, mütercim nedir, diye şaşıp kalıyorlar. Öğretmen, “Benim babam o kadar büyük bir adamdı ki, Victor Hugo’ nun Sefiller romanını Türkçe’ye çevirdi,” diyerek sınıfa soruyor: “Aranızda bu romanı okuyan var mı? Sefiller’i okumadan dünyayı anlayamazsınız. Bundan sonra ilk işiniz, Sefiller’i okumak olacak.” Server Tanilli, Sefiller’i buluyor, okuyor ve o kadar etkileniyor ki, bir hafta hasta yatıyor, okula gelemiyor. Bu, öğretmen-öğrenci ilişkisinin aslında ne denli derinleşebileceğinin çok simgesel örneklerinden biri.
“Kitabı bir kere değil, yedi kere okuyacaksın.”
Öğretmen-öğrenci ilişkisinin edebiyatımızda da esaslı bir yeri vardır; çünkü hiçbir şey yoktan var olmaz. Herkes, öncelikle, kendinden önce yapılmış işlere bakıyor, onları benimseyip sürdürebiliyor ya da onlara karşı çıkıp yeni yollar arayabiliyor.
Bugün yaşayan en büyük yazarımız Yaşar Kemal’in öğrenim durumu neredeyse sıfırdır. İlkokulu bitirip bitirmediği bile şüphelidir. Ama, onun da talihli bir öğretmen-öğrenci ilişkisi olmuş. Nâzım’ın, “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” dizesiyle ölümsüzleşen ressamımız Abidin Dino ve Arif Dino, İkinci Dünya Savaşı koşullarında, bir nedenle Adana’ya sürgüne gönderiliyorlar. Yaşar Kemal o zamanlar daha 16 yaşındadır, kapı önlerinde arzuhalcilik yapıp, sokakta daktilo yazıyordur. Yaşar Kemal’in edebiyata ilgisi olduğunu gören öğretmeni Arif Dino, bir gün ona Don Kişot romanından yedi tane birden getirir. Yaşar Kemal, “Neden yedi tane? Ben bir tanesini okurdum, yeterdi,” dediğinde Arif Dino, “Hayır, bu kitabı bir kere değil, yedi kere okuyacaksın. Bu kitap sana hayatın boyunca gerekecek. Bu kadar temel bir yapıt bu,” cevabını verir. Gerçekten de, Yaşar Kemal, Arif Dino’nun bu öğüdüne uyarak, Don Kişot’u büyük bir dikkatle okur. Bu, edebiyat eleştirisi açısından ilginç bir konudur. İlk romanı olan İnce Memed’de, Don Kişot’tan izler görülebilir. Bu karşılaştırmalı okumasından, ne denli esinlendiği ya da nasıl yararlandığı anlaşılacaktır.
Bazen, baba oğul da aynı anda birbirinin öğretmeni olabiliyor. Buna da güzel bir örnek, Nâzım Hikmet ile Memet Fuat’ın ilişkisidir. Memet Fuat dört yaşında bir çocukken, Nâzım Hikmet, Piraye’yle evlenir. Nâzım, başka şair ya da yazarların aksine, son derece sevimli bir insandır. Cana yakın, çevresinde inanılmaz bir sevgi ortamı yaratmayı bilen biridir. Dört yaşındaki Memet, ona hayran olur. Kendi babasını hiç arayıp sormaz, ama Nâzım’a olan hayranlığı hiç azalmaz. Üstelik Nâzım kısa süre sonra hapse girmesine rağmen, hapishaneden mektuplarıyla onu besler, yönlendirir ve hangi durumda nasıl davranacağını öğretir. Nâzım Hikmet’in mektupları Cezaevinden Memet Fuat’a Mektuplar başlığıyla yayımlandı. Bu mektuplarla, bir çocuğun nasıl yetiştirilebileceğini ve aydın bir insan kılınabileceğini de gösterir. Daha sonra Memet Fuat, edebiyatımızın önemli bir denemecisi ve eleştirmeni oldu. Bugün Nâzım Hikmet’in eserlerinin eksiksiz basılmasını yine ona borçluyuz. Çünkü, onun kaçak yıllarında, herkes korkudan elindeki Nâzım Hikmet eserlerini yakarken, bir tek Memet Fuat’la annesi Piraye onları saklar. Bugün Memleketimden İnsan Manzaraları adıyla yirminci yüzyılın en büyük yapıtlarından biri varsa, bunu onlara, bu sevgi ve öğretmenlik ilişkisine borçluyuz.
“Gönül ki Yetişmekte”
Eğitim, insanların bilgiden çok, duygularının ve kişiliğinin eğitilmesidir belki de. Madame Bovary’nin yazarı Flaubert’in bir romanının adı da, Duygusal Eğitim’dir. İnsanın duygusal olarak da eğitilip geliştirilebileceğini anlatmak isteyen bir romandır bu. Cemal Süreya, bu romanı dilimize çevirirken, adıyla ilgili Duygusal Eğitim yerine, Gönül ki Yetişmekte gibi bir başlık uygun görmüştür. Bu da bir eğitim dizesidir aslında.
Çocuklarla ilişkimizi birkaç yıllık öğrenimle sınırlı bir ilişkiden ötede tutarak, bu ilişkiye, onların hayatında o etkilerin ve donanımın hayat boyu süreceğini düşünerek yaklaşmalı. Bu yüzden, onlara ne kadar çok şey verirsek ve yeni dünyalar açmayı başarabilirsek, etkimiz o kadar fazla olacaktır. Bunun temel yolu da, sanat ve edebiyattır. Örneğin, Melih Cevdet konservatuarda diksiyon öğretmeniydi ve çocuklara düzgün konuşmayı öğretiyordu. Melih Cevdet, onları her yıl Troya’ya götürür, gezdirirdi. İlyada Destanı’nı ve mitolojiyi anlatırdı. Diksiyon öğrenirken mitoloji, coğrafya öğrenirken de edebiyat öğrenmeniz gerekebilir. Tiyatroya ve konserlere gitmeniz, resim sergilerini de gezmeniz gerekiyor. İnsanlık kültürü belki parça parçadır, ama yine de bir bütünlüğü vardır. Bu bütünlüğü gözden uzak tutmayalım. Hayatın da, kültürün de her parçası insanlık kültürünün bütününü oluşturan parçalardır.