Öykü öykü

Edebiyatımızın usta öykücüsü Cemil Kavukçu, öykünün evreninde okur ve yazarın çıktığı yolculuğu anlatıyor. Öykü ustası, genç öykücülere önemli ipuçları ve öneriler armağan ediyor.

Bir öyküyü bize sevdiren; sözcüklerin gücüyle oluşan büyülü bir dünyanın kapısının aralanması ve önümüze açılan yolda yalnızca ona odaklanarak yürümemizdir. Yazarın gösterdiklerinin ardındakileri (yani sezdirdiklerini) görmeye başladığımızda öyküyü yeniden üretmekle kalmaz, kendi öykümüze doğru da yol almaya başlarız.

Yazardaki görmek – göstermek edimi okurda, algıladıklarıyla kendi görüntülerini oluşturmaya ve anlamlandırmaya yönelir. Bir bakıma okurun yazara dönüşme biçimidir bu. Çünkü yazar her şeyi anlatmaz ve bilinçli olarak bıraktığı boşlukları okurun doldurmasını bekler. Öykü her okuyanda değişik bir algıyla zenginleşir.

Öykünün gizine giden yol, “bakmak”tan “görmek”e geçmekle başlar. Günlük yaşamda birçok kez gördüğümüz, duyduğumuz halde önemsemediğimiz, belki de farkına varmadan geçip gittiğimiz küçük ayrıntılarla bir öyküde karşılaştığımızda hazine sandığının anahtarını bulmuş gibi oluruz. Yazar çok iyi bildiğimiz bir şeyden söz ediyordur. Bu, bizde bir sahicilik duygusu uyandırmasını ve ona inanmamızı sağlar. Öyle ki, yazılanların kurgu olduğunu bildiğimiz halde, gerçekmiş gibi algılarız. Bunun sırrı da, yazarın ayrıntı seçimindeki titizliğidir. Sözgelimi, odadaki kilimin üstünde pencereden giren güneş ışığının lekesi soluvermiştir, parktaki bankta oturan yaşlı adam ayaklarının dibinde dolaşan güvercinlere dalıp gitmiştir, bir sokak köpeği durup arka ayağıyla karnını kaşır, evlerin birinde bir çocuk ağlıyordur… Bütün bunların yan yana gelmesiyle bambaşka bir resim çıkar karşımıza. Doğrudan öyküyle ilgisi yokmuş gibi görünseler de, yazar, kendi dünyasına giden yolun çakıl taşlarını döşemiştir önümüze.

Pek de önemsemeyeceğimiz bu parçalar nasıl olur da yazarın kurduğu dünyada bambaşka bir niteliğe bürünürler? Seçilen ayrıntılar, öykünün odağındaki etkiyi pekiştiren, onun güçlenmesine hizmet eden yan unsurlardır. Bakmaktan görmeye geçen yazar, bunu okurundan da bekler. Yaşama dair bu küçük ayrıntılarla ne büyük işler yapılabileceğini gösterir bize.

Bir makale, köşe yazısı, eleştiri, inceleme ya da kompozisyon okuduğumuzda, yazarın seçtiği konu hakkında bilgilenir ya da belleğimizi tazeleriz. Ama gözümüzün önünde bir görüntü oluşmaz. İyi bir öyküyü okuduğumuzda ise bilgilenmez, belleğimizi tazelemez ama bambaşka bir âleme girer ve orada yaşamaya başlarız. Sözcüklerle betimlenenleri görür, sesleri ve kokuları duyarız. Romanlarda olduğunun tersine, kesin bir sonuca bağlanmayan öyküyü bitirdiğimizde –aslında yazar bitirdiğinde– biz onu sürdürürüz.

Öykünün son cümlesi çok önemlidir. Bizi, başka bir öyküye başlayamayacak kadar sımsıkı kuşatmalı, oturduğumuz yerde kalakalmalıyız. İlk cümle de son cümle kadar önemlidir. Bilinmeyen yerlere doğru başlayacak yolculuğun biletidir o cümle. Bizi hemen kavramazsa ikinci, belki üçüncü cümleyi de okuruz, ama öyküyü sonuna dek sürdüremeyebiliriz. Çünkü öykü okuru, roman okuru kadar sabırlı değildir.

Bir öyküye giremememiz, onu duyumsayıp yaşayamamamız, kendi dünyamıza ait ipuçları bulamamamızın sorumlusu, ya okuma birikimiyle kendimizi geliştiremediğimiz için bizizdir ya da öykünün dinamiklerini yeterince kullanamayan yazardır.

Yazar öncelikle okuruna güvenmeli, onu küçümsememeli ve anlaşılmayacağını düşünüp gereksiz açıklamalara girmemelidir. Bir öykü, kişisi için “mutsuzdu” demek yerine, onun davranış ve ilişkilerinden, duygu ve düşüncelerinden okurun bu sonuca varmasını sağlamalıdır. Anlatan değil, gösteren olmalıdır yazar. Okuru bilgilendirmek, bilinçlendirmek amacıyla bir görüşü, düşünceyi ya da inancı öykü aracılığıyla aktarmaya çalışan yazar da, bu “narin” türü, taşıyamayacağı bir yükün altına sokmuş olur. Öykü, sadece yazan kişiyi ilgilendiren sorunları, iç dökümlerini de taşıyamaz. Duyarlılık değil ama duygusallığı ise hiç kaldırmaz.

Gençler için düzenlenen yarışmaların çoğunda bir tema ya da anahtar cümle verilerek bunun üzerine bir öykü yazmaları istenir. Söz konusu yarışma, kompozisyon yazmak olsa gençler bunun üstesinden daha kolay gelirler, ama öykü olunca iş biraz değişir. Çünkü bu hiç de kolay değildir. Bir kavram, cümle ya da dizeden yola çıkarak öykü kurgulayacaktır genç yazar. Sınırları çizilmiş bir alan yaratılmış gibidir. Oysa, belirlenen temanın dünyasında uyandırdığı her ne ise, onu öykülemesi gerekirken anahtar cümleyi açıklamaya girişince kompozisyon metnine dönüşür yazdıkları.

Belirlenen bir tema üzerine yazdıkları için kompozisyon sınırlarını aşamayan öyküleşememiş metinlerle çok sık karşılaşıyorum. Oysa gençlerde bir öykü potansiyeli olduğu ama bunu dışavurmakta güçlük çektiklerini görüyorum. Mekânı çizerken ayrıntı seçmekte ve kullanmakta yetersiz kalıyorlar. Diyalog yazmakta zorlanıyorlar. Dikkatimi çeken bir konu da, son derece karamsar olmaları ve sürekli acıları dile getirmeleri. Yaşadığımız tek duygu acı mı? Değil elbette. Öykü, duyguları dile getiren bir tür de değil üstelik. Hayatın her alanından seçilmiş bir kesit ya da kesitler anlatılabilir öyküde. Gerçekliğin farklı türleriyle düş gücü el ele tutuşturularak bambaşka dünyalar canlandırılabilir. Yeter ki, inandırıcı olsun.

Öykü yazmanın tek bir sırrı vardır: Olabildiğince iyi öyküler okumak. Öğrenmek istediğimiz her şey onların içinde vardır.

* Şubat 2014 tarihli bu yazının tamamını okumak için http://gunisigikitapligi.com/usta-oykucuden-gencler-icin-ipuclari/ adresini ziyaret edebilirsiniz.