“Şiirsiz, şenliksiz olmuyor dünya!”
Çocuk ve gençlik edebiyatının sevilen yazarı Mavisel Yener, edebiyat yolculuğunu anlatırken, okumanın bireysel özgürleşme yolunda önkoşul olduğuna ve eğitimcinin önce kendini özgürleştirmesi gerektiğine dikkat çekti.
Ülkemizde Ezilenlerin Pedagojisi adlı kitabıyla bilinen, ünlü Brezilyalı eğitimci, felsefeci Paulo Freire, “Okuma-yazma toplumsal ve kültürel özgürleşmenin önkoşuludur,” diyor. Eğitimde Edebiyat Seminerleri aracılığıyla, Freire’nin sözünü ettiği toplumsal ve kültürel özgürleşmeyi nasıl başaracağımıza birlikte kafa yoruyoruz. Bu seminerlerin özgürleşmenin adımını atmaktaki rolleri, hem şu an hem de sonraları çok büyük olacaktır.
Bana özgürleşmenin ilk adımlarını attıran, ilkokul üçüncü sınıf öğretmenimdir. Öğrenciliğimde, müdürün odasına çağrılmak demek, bir yaramazlık yaptığım anlamına gelirdi. O gün müdürümüzün siyah deri koltuklarının bulunduğu odaya davet edildiğimde, acaba ne yaramazlık yaptım diye epey korkmuştum.
Öğretmenimiz bir şiir yazmamızı istemişti. Evde de sınıfta da yazamadığım için ağlayarak yanına dönmüştüm. Çekmecesinden çıkardığı, Milliyet Yayınları’ndan küçük mavi kaplı bir çocuk kitabını bana armağan edip, “Eve gidince bunu oku bakalım,” dedi.
Kuş Ayak ’tan Çocuk Kalbi ’ne…
Kitabın kapağında Kuş Ayak yazıyordu ve Fasıl Hüsnü Dağlarca ismi vardı. Hayatımda ilk kez böyle bir türle karşılaşıyordum. Sayfalardaki o büyü, sözcüklerin tınısı, rengi ve kokusu beni hemen içine alıverdi. Ayıldığımda, acaba öğretmenim bana bunu neden armağan etti diye düşünürken, “Herhalde buradan dizeler yürüteyim de kendi şiirime katayım diye vermiştir,” dedim. Dağlarca’dan dizeler yürütmeye çalıştım, ama olmadı. Anneannem de tefrika romanları takip eden bir kadındı, evimizde gazeteler yığılırdı. Biraz uğraştım, okudum. Hayatımdaki ilk aşk sözcüklerini orada okudum, ama bir şey yürütemedim. Sonunda hepsini silip, dolmakalemimle, en güzel yazımla yazdım ve öğretmenime verdim. “Bu şiir bende kalsın,” dedi.
O şiiri öğretmenimin benden neden aldığını müdürün odasında öğrendim. Bana sürpriz yapıp bir yarışmaya göndermişler ve birincilik ödülü almışım. Tüm okula ve aileme haber verildi. Ben de mahalledeki manav, bakkal, kırtasiye başta olmak üzere herkese haber verdim. “Biliyor musunuz, en büyük şair benmişim !” diye. Artık tüm dünya biliyordu.
Öğretmenim günlük tutmamı istemişti. Ama ben başlarda istemedim. Çünkü oraya samimiyetle her şeyi yazmak zorundaydım. Tüm yaramazlıkları, yapılmayan ödevleri, hatta sınıfta âşık olduğum Osman’ı da oraya yazmam gerekirdi. İyi de, ya annem bulup okursa?
Bir yandan öğretmenin günlük yazmamı istemesi, öte yanda annemin dedektifliğini düşünürken bir çözüm buldum. Kendime Ayşe adında bir kahraman yarattım. Sanki tüm yaramazlıkları yapan, ödevini unutan, odasını toplamayan, Osman’a âşık olan Ayşe’ydi.
Öğretmenim bir gün defterimi getirmemi istediğinde endişeyle götürdüm. Bir iki sayfasını okuduğunda gözlerini bana dikerek, “Aferin sana, zaten senden bunu bekliyordum. Bir kahraman yaratıp öyküler yazmışsın,” dedi. Hatta bana armağan olarak çekmecesinden çıkardığı Çocuk Kalbi adlı bir kitabı verdi. Tıpkı benim gibi üçüncü sınıfa giden Enriko’nun günlüğüyle ilk o zaman karşılaştım.
Bir öğretmenin ileride iyi bir okur, ardından da yazar olacak çocuğu çıkardığı bu yolculuk çok önemli. Belki de o gün, o günlüğü eline aldığında, “Ne biçim günlük bu, böyle günlük olmaz, günlük böyle tutulmaz,” deseydi, bugün kitapları olan bir yazar olamayacaktım. Hatta yazmaya ve okumaya küsmüş biri olabilirdim. Elbette toplumsal ve kültürel özgürleşmenin yolu bireysel özgürleşmeden geçiyor ve hiç kuşku yok ki, ancak bireysel edebiyat yolculuklarına çıkmış bir öğretmen, Kuş Ayak kitabını öğrencisine verirdi.
Okumak eğer özgürleşmenin ilk adımıysa, önce kendimizi özgürleştireceğiz ki karşımızdakini özgürleştirebilelim ve ona el verebilelim. Uçaklarda yapılan, “Oksijen maskesini önce kendine, sonra çocuğuna tak,” anonsunu bir hayat felsefesi olarak düşünürüm. Kişi önce kendi okuyup özgürleşmeli ki, çevresindekileri de okutabilsin.
Behçet Necatigil’in çok sevdiğim dizelerindendir, “Birisi bir şiir yazar / Bir başkası o şiir üstüne kendisini…” Okuduklarımızla iç içe geçerek yaşıyoruz ve o okumalarımızın üstüne yazıyoruz kendimizi. Tıpkı çocukluğumda Dağlarca şiirleri üzerine, kendimi yazmam gibi.
En iyi okuma koçları
İster öğretmen, ister kütüphaneci, ister ebeveyn olsun, eğer çocuğu bir kitapla karşılaştırıyorsa, olağanüstü bir iş yaptığının bilincinde olmalı. Hayatın pek çok alanında koçluk kavramı ortaya çıktı, ama ben okuma koçluğundan söz etmek istiyorum.
Öğretmenler ve kütüphaneciler en iyi okuma koçlarıdır. Her çocuğun kendi bireysel özelliğini, daha önce yaptığı okumaları, beklentileri ve gereksinimleri, en iyi kütüphaneciler fark edebilirler. Okuma koçu, her çocuğun kendi gerçekliğinde ve okuma yolculuğunda rahatça ileriye hareket edebilmesi için var olmalıdır.
Okuma koçu, derin dinleme yapmalı ve güçlü sorular sorabilmeli. Okuma koçunun çocukla mutlaka hemfikir olması gerekmez. Kendisi polisiyeden hoşlanmıyordur, ama çocuk hoşlanabilir. Önemli olan, çocuğa nelerden hoşlanabileceğini fark ettirebilmek ve o yolda ilerleyebilmesi için onun sadece yanında durabilmektir.
Çocuğun kitaplarla ilişkisini nasıl, nerede ve hangi türlerle kurabileceğine kendisinin karar vermesini sağlamak gerekir. Tüm bunlar için okuma koçunun çocuğu tanıması yetmez; kitapları tanımak ve meraklı olmak zorundadır. Kitapları çok iyi tanımış olması ve edebiyat yolculuğunu başarıyla sürdürüyor olması gerekir.
Okuma koçu bir yapıyı ne kadar yüksek tutmak istiyorsa, o kadar derin ve sağlam temeller atmak zorundadır. Okumak çok kişisel bir eylemdir ve kişiye özeldir. İyi bir okuma koçu, her okurun içsel kavrayışının farklı olduğunu da elbette bilmelidir. Gerek bireysel gerek toplumsal sorunların çözümü, dünyanın en büyük dersliği olan kitapların içindedir.
Kitapların aynası
Bir rezidans inşaatında işçiler bir kazaya kurban gittiler. Bütün basın bundan söz ederken, evlerde bunlar konuşulurken, bu haberlere öyle alışmışız ki, birkaç gün konuşuyoruz ve onu da sıradanlaştırıyoruz. Çocuklar da buna tanık oluyorlar, ama onların da bunların üzerinde durup düşünecek zamanları yok. Oysa gelecekte, kimler o rezidansın güvenliğinden sorumlu olacak? Elbette onlar…
Konunun üzerinde düşünebilmeleri için nasıl bir deneyim yaşamalılar? Bu noktada, bir öğretmen ya da kütüphaneci, Mine Soysal’ın Uzakta adlı romanını okumuş olsa ve böyle bir olay üzerine düşünebilmesi için genç okura bunu önerebilse. Ya da yüz binlerce çocuğun aç uyuduğunu öğrenmek ve gösterebilmek için, o dersi bir Gülten Akın şiiriyle geçirse. Böylece hem bireysel hem toplumsal sorunları kitapların aynasında çocuk ve genç okura göstermiş oluruz, onların da düşünmesini sağlayabiliriz.
“Benim adım Shakespeare !”
Sevgiyle dönüyor dünya, sevgiyle düşünüyoruz. Şiirsiz, şenliksiz olmuyor dünya ve büyük şeyler yapmak istesek bile minik şeylerden oluşuyor yaşam.
Bir ev kadını, bakkal çırağının siparişlerini zamanında getirmesinden çok memnunmuş. Bir gün adını sormuş. Çocuk da, “Benim adım Shakespeare !” demiş. “Oo ne kadar ünlü bir isim,” demiş kadın. “Evet öyle, tam üç yıldır bu mahalleye servisi ben yapıyorum,” demiş çocuk. Bir mahalleye servis yapmak bazen bir kitap yazmaktan daha önemlidir birey için. Çünkü hayat, küçük şeylerden oluşuyor ve eğer biz seversek, onlar büyük oluyorlar.