Türkçe’nin rüzgâr tanrısı: Yaşar Kemal
Anadolu’yu ve Anadolu insanını en iyi anlatan öykücülerimizden Necati Güngör, edebiyat serüveninde Yaşar Kemal’le ve İnce Memed’le tanışma hikâyesini anlatıyor.
Pop müzik sanatçısı Bengü’nün babası Tuncer Kelleci çocukluk arkadaşım. Evlerimiz yan yana olduğu için bir arada, aynı evin çocukları gibi büyüdük. İkimiz de okuma tutkunu çocuklardık. Benim kitap okumamı annem desteklediği için babam pek karışmazdı. Arkadaşımın babasıysa, cami hocalarının etkisinde kalarak oğlunun roman okumasını yasaklamıştı. O da sahaftan, geceliği beş kuruştan kiraladığı romanları babasına göstermeden okuyordu.
Sabah namazı için erken saatte kalkan babası, oğlunun yatakta kitap okuduğunu görmüş; öfkeyle azarlamış onu: “Ben sana roman okumak yok, demedim mi? ” Tuncer akıllı ve soğukkanlı bir çocuktu. Babasına, “Gel sana da okuyayım, beğenmezsen, o zaman kızarsın,” önerisinde bulunmuş. Merhum Lütfi Amca, oğlunun önerisini kabul etmiş.
Arkadaşımın elindeki kitap, İnce Memed imiş. Başa dönüp, bütün romanı okumuş babasına. Saatler geçmiş, Lütfi Amca, kendini romanın sürükleyiciliğine kaptırmış ki, namazı niyazı unutmuş o sabah!
O günden sonra bir daha oğlunun, roman okumasına karışmamıştı.
Çevremde başka örneklere de rastlayacaktım bu konuda. Yaşamı boyunca eline hiç kitap almamış kişiler bile, İnce Memed’i okumaya başlayınca, ellerinden bırakamıyorlardı! Bu, Yaşar Kemal’in Türkçe sözcüklerle yarattığı bir büyüydü. Sözcükleri kâğıdın üzerine üfleyip bir rüzgâr yaratıyordu. O, Türkçenin rüzgâr tanrısıydı denilse yalan olmaz. Yaşar Kemal’i okurken onun dilinin rüzgârına kapılıyorsunuz.
Yaşar Kemal dil oyunları bilmez; hatta dil bilgisine de fazla önem vermez. Ama anadilini aşkla, tutkuyla sever. Yalnızca dilini mi? Anlattığı doğayı da sever; böceği, kelebeği, arıyı, kuşu, atı, ağacı, yaprağı, dağı, taşı, toprağı, suyu… Her şeyi! Yarattığı dil rüzgârı, gücünü bu sevgiden alır.
Yaşar Kemal’i tanıdığımda, henüz lise birinci sınıf öğrencisiydim. Malatya. Yıl 1965. O güne kadar, Malatya kitapçılarında bulabildiğimiz bütün kitaplarını, tutkuyla okumuştum. Nasıl böylesine büyülü bir akıcılıkla yazabiliyor diye merak ederdim. Hiç edebiyat yapmak gibi bir derdi yoktu. Biraz ayrıntıcı, biraz masalsı ve bir hayli şiirseldi yazıları. Öteki iki Kemal’le (Kemal Tahir, Orhan Kemal) birlikte, idolümüzdü Yaşar Kemal.
“Hadi gelin, size nutuk atayım çocuklar!”
Renkli Sinema’da yapılan parti kurultayına delege olarak gelmişti. Arada bir sinemanın fuayesine çıkıp arkadaşlarıyla şakalaşıyor, taşkın bir neşe içinde, ağız dolusunca kahkahalar atıyordu üstat. Biz, bir bölük lise öğrencisi, biraz çekinerek kendisiyle tanışmak istediğimizi söyleyince, hemen arkadaşlarını bırakıp yanımıza geldi; “Hadi gelin size nutuk atayım çocuklar!” diyerek, ânında kaynaştı. Ayaküstü, aramızda sıcak, içten bir söyleşi başladı.
Can kulağıyla dinliyorduk üstadı. Kimi sözleri, aradan geçen yarım yüzyıla karşın hiç aklımdan çıkmadı: “Bu şehrin hayatını yazmak istiyorsanız, şehrin en yüksek tepesine çıkın, oradan gözlem yapın, her şeyi daha iyi görürsünüz!”
Söyleşimizde bizi şaşırtan bir şey de, onca hayranlıkla okuduğumuz İnce Memed’i değil de Ortadirek’i önemsemesiydi. “Ortadirek romanını yazarken, biraz yazar olduğumu hissettim,” deyişi, şimdi gibi aklımda. Orhan Kemal’i kendisinden daha önemli bir yazar olarak görüyordu: “Orhan Kemal benim ustamdır,” demişti.
Bir hayali vardı o yıllarda: Çukurova’da sonradan kuruyan bir akarsuyun romanını yazmak istiyordu. Sanıyorum, kafasında kalakalan bir kurguydu o; yazmadı, yazamadı… O günün anısı olan fotoğrafımızı, yıllarca sakladım.
“Ne haber Kürdoğlu?”
İstanbul’da yeniden karşılaştığımızda, aradan dört beş yıl kadar süre geçmişti. Bir gün Şükran Kurdakul’la Cağaloğlu’dan aşağı iniyoruz. Birkaç adım ötede Yaşar Kemal biriyle ayaküstü konuşuyordu. Kurdakul birden ona doğru koştu: “Aa, Kürt gelmiş!” Arkadaşları arasında lakabı “Kürt”tü.
Sonra Şükran Kurdakul beni tanıttı üstada. Malatya’dan tanıştığımızı söylediğimde, hemen anımsadı. “Ne haber Kürdoğlu?”
O günden sonra nerede karşılaşsak, böyle sesleniyordu. Adımı, ne iş yaptığımı pek bilmiyor, ama hep edebiyat çevrelerinde gördüğü için edebiyatla ilgili olduğumu tahmin ediyordu, o kadar. “Ne yazıyorsun, neler yapıyorsun?” diye sorduğu da oluyordu.
Bir gün, “Güneş” gazetesinin kültür sayfası yöneticisi Faruk Şüyun’a, “Yahu bu Necati Güngör kim? Her yerde adına rastlıyorum,” demesi beni şaşırtmayacaktı. Benzer hikâyeleri başkalarından da işitmiştim çünkü.
Bir gün, “Güneş” gazetesinin kültür sayfası yöneticisi Faruk Şüyun’a, “Yahu bu Necati Güngör kim? Her yerde adına rastlıyorum,” demesi beni şaşırtmayacaktı. Benzer hikâyeleri başkalarından da işitmiştim çünkü.
Onu anlamaya hazır mıydık?
Yaşar Kemal usta bunların ötesinde bir değerdi hiç kuşkusuz. Hep ezilenden yanaydı; hep ezenlere, sömürenlere, zalimlere işkencecilere karşıydı. Hep Abdi Ağa’ya karşı İnce Memed ’in yanındaydı. Efsanelerin yazarı, efsane gibi bir adamdı. Telefonunu herkese vermez; öyle her ortamda, her yayınevinde, her etkinlikte, meyhanelerde, barlarda görünmezdi. 1970’li yıllar boyunca Cem Yayınevi’ne uğrardı yalnızca. Pek pek, Adanalı hemşerisi Arif ’in barında (Çiçek Bar) rastlardınız ona.
12 Mart döneminde, sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanıp güç koşullarda içerde yatan tanıdığı, tanımadığı gençlere para ve kışlık giyecek gönderdiğine bizzat tanık olmuştum. Yine o yıllarda, toplumda çevre bilinci henüz söz konusu değilken, Yaşar Kemal doğanın ekolojik dengesinin korunması gerektiğini söyleyerek, adeta sisli denizlerde çan çalıyordu.
Toplum olarak biz onu anlamaya hazır mıydık, bilemiyorum…