Verilerle Türkiye’yi yeniden düşünmek
Araştırma şirketi KONDA’nın genel müdürü olan Bekir Ağırdır, Türkiye’nin 16 Nisan referandumu sonrası, siyasi, ekonomik ve sosyokültürel tablosunun yayıncılığa, kültür sanat ortamına yansımasına ilişkin öngörülerini, güncel veriler ışığında paylaşıyor.
Bu toprağın geleceğine, bu insanların kararlarına saygı duymayı ve güvenmeyi öğrenmemiz lazım. Ben iflah olmaz bir romantiğim. Öykülere ve edebiyata sarılan gençleri gördükçe, geleceğimiz için umut doluyorum.
Türkiye’de entelektüel beslenmemiz gazete ve köşe yazarlarına kaldı. Türkiye’ye dair bazı şeyleri, doğru mu yanlış mı olduğunu bilmediğimiz 140 karakterlik haber tweet’lerinden ya da Instagram fotoğraflarından öğreniyoruz. Oysa bir an önce efsanelerden kurtulup düşünmemiz gerekiyor.
Kendi kendimize korku büyütmenin anlamı yok, ama dehşetli bir kutuplaşma yaşadığımız da açık. “Öteki”leri korkutmak ve hapsetmek için örülen duvarlar, şimdi kendi hapishanelerimiz oldu. Dolayısıyla kutuplaşmaların dışına çıkıp, Türkiye’yi gerçek sayılarla bir bir anlamaya çalışmamız lazım.
Metropoller ülkesi: Türkiye!
Türkiye’de 22 milyon hane var. Ağustos 2017’de, geliri giderinden 1 TL fazla olmuş hane oranı sadece %17. Hayatını, geliri neye yetiyorsa ona göre kurmuş hanelerin oranı ise %60. Ülkedeki hanelerin %23’ünde, yani her dört haneden birinde gelir giderden eksik. 2,5 milyon hanede ise gelir sıfır. Türkiye’de üniversite mezunlarının oranı %15, lise mezunlarının %28 iken, hâlâ okuma yazma bilmeyen %9’luk bir kesim var. Böyle bir ülke hakkında konuşuyoruz. Kendimizi siyasete o kadar kaptırdık ki, her şeye onun şehvetiyle bakıyoruz. Daha sakin ve soğukkanlı düşünmekte fayda var.
Türkiye toplumundaki bazı temel hareketlerin, yayıncılık dünyasına nasıl etki ettiğine bakalım. İlki, göç meselesi. Son 40 yılda, ülkede 30 milyon insan göç etmiş. Şu an İstanbul’da, İstanbul doğumluların oranı %28. Göç olgusu, kitaplardaki gibi romantik tarafından ibaret olsaydı mesele değildi. Göç, bütün hayatın doğasını değiştiriyor. DNA’larımız, ahlaki ve kültürel kodlarımız, davranış biçimlerimiz değişiyor.
Bugün Türkiye’de, köylerde yaşayanlar nüfusun sadece %7’si. Anlıyoruz ki, burası artık kentli ve hatta metropollü bir ülke. Çünkü nüfusun %50’si bir metropolde yaşıyor. Edebiyatta, siyasette ve gündelik hayatta çokça kullanılan hemşerilik ve dayanışma gibi kavramların İstanbul’da geçerliliği yok. Metropollü olduğunuzda, “kimlik” gibi daha soyut bir kavramın içindesiniz demektir.
Yarın taşınmak!
Göç meselesi bundan sonra da artarak sürecek. Her beş insandan biri yarın taşınmaya hazırlanıyor. Önümüzdeki 10 yılda, Türkiye nüfusu 86-87 milyona ulaşacak. Üstelik, bu sayıya Suriyeliler gibi eklemeler dahil değil.
1950’de nüfusumuz 20 milyondu ve köylerde yaşayan nüfus %75 civarındaydı. Dolayısıyla, köy enstitülerinin, Bekir Yıldız’ın ya da Fakir Baykurt’un romanlarında anlattığı köy hayatının hepimiz için bir anlamı vardı. Bugün benim kızlarım için bu romanların bir anlamı yok, çünkü köy diye bir şey bilmiyorlar, bilemeyecekler.
Bugün geldiğimiz nokta bambaşka. Türkiye insanının davranış kodları, zihin yapısı artık daha birey temelli çalışıyor. Ancak yine de, “birey hayatın öznesidir” düşüncesi, her beş aileden birinde geçerli. 4/5’inde hayatın öznesi ailedir, bireyler değil. O yüzden, bu topraklarda hâlâ %60 oranında insan, kadının çalışması için aile reisinin izninin gerektiğini düşünüyor.
Türkiye’nin bugün %8’i rızası dışında evlendirildiği bir hayatı yaşıyor. Bunlar da kapıya anketör geldiğinde itiraf edebilenler. Daha ilginci, bu cevaplar Ankara’nın doğusundan gelmiyor.
“Erkek, kadını sever de döver de!” diyen, kadına şiddeti meşru gören %21’lik bir kesim var. Sanmayın ki bunların hepsi erkek; kadınların %17’si aynı görüşte. Sanmayın ki eğitimsizler; üniversite mezunlarının %14’ü. Sanmayın ki yaşlılar; 18 yaşındakilerin %18’i bu fikirde. Bireysellik, Türkiye’de bazı şeyleri açıklayamıyor; çünkü asıl hikâye, ailedir.
Endişeli modernler
Meselemiz hayat tarzı. Aydınlanmacı ve rasyonel mantık varsayıyor ki, insanların eğitimi, yaşadığı yer ve gelir durumu iyileştikçe hayatı değişir. Hayat tarzı böyle açıklanıyor, ama durum pek de öyle değil. Dünyadaki birçok toplumda böyle değil. Hayat tarzımızı gelirimiz değil, korkularımız belirliyor; aileden gördüğümüz, öğrendiğimiz şeyler belirliyor. Kullandığımız çamaşır deterjanı markalarının bile yarısından çoğu anneden öğrenilenler. Bugün gazete satın alanların çoğunun, çocukken evlerine gazete giriyordu. Bir araştırmada, “hayat tarzı” kümesinin tanımı için “endişeli modernler” kavramını kullandık. Aydın, özgürlükçü, iyi eğitimli, yüksek gelirli, kitap okuyan, ancak geleceğe dair korkuları dehşetle yüksek olan %12’lik bir kesime “endişeli modernler” demiştik.
Mehteran yürüyüşünün buralardan çıkmasının sebebi belli. Türkiye insanı bir adım atıyor; duruyor, soluklanıyor ve sonra bir adım daha atıyor. Bireysel hayatımızla ortak hayata farklı zihin haritalarıyla bakıyor ve yaşıyoruz. Hayatı hangisinde yoğun yaşıyorsak, oradaki farklılıklara son derece hoşgörülüyüz. Siz hiç, “Dünürler çok içkici çıktı!” ya da “Dünürler Kürt’müş, boşayalım çocukları!” diyen duydunuz mu? Herkes bireysel hayatında son derece özgürlükçü, hoşgörülü, hayalci ya da sorun çözücü.
El freni çekik araba gibi.
Ülkenin halini konuşurken, hep olumsuz ve karamsarız. Ama gelecek yıl, şahsi hayatımızın bugünkünden daha kötü olacağına dair bir umutsuzluğa da sahip değiliz. Uğraşıyoruz, vazgeçmiyoruz. Bu yüzden, daha iyi bir hayata ulaşmak için göç ediyor, göçü düşünüyoruz.
Öte yandan bir sorun var. Başka dünyalara bakarken, hepimiz ürkek, ötekileştirici ve tedirginiz. Hayatımızdaki biri için, “O benim arkadaşım, 30 yıldır tanıyorum onu,” diyebiliyoruz. Ancak camlarımızın ardından bakınca, Kürt’se bölücü, başörtülüyse şeriatçı, solcuysa ahlaksız olabiliyor. Bireysel hayatlarımızla ortak hayatlarımıza farklı bakıyoruz. Ondandır ki, Türkiye el freni çekik araba gibi.
Ortak hayattan son derece mutsuz, sorun çözmekten kaçınan insanlarız. Bunun sebebi, sadece beceriksizliğimiz değil; ortak hayatı düzenleyen kuralların, hukukun doğru çalışmıyor oluşu. Dolayısıyla bir deneyimimiz var, geride hikâyemiz var. Ortak iş yapma kültürümüz eksik. “Örgüt” sözcüğüyle bile aramız iyi değil. İngiltere’de organisation sözcüğünü kullansanız, çok başka şeyler konuşulurdu. “Örgüt” sözcüğünün bu kadar kirlendiği başka bir dil var mı? Çünkü 1000 yıldır bu topraklarda, ortak hak ve ihtiyaçlar için yapılan her eylem terörizm, bölücülük, eşkiyalık olarak yorumlandı.
Ortak bellekte hak arama talebine karşı, bu yorumlardan dolayı bir tedirginlik var. Siz hiç, işe girdiğinin ertesi günü çocuğuna, “Sendikaya da yazıl evladım,” diyen bir aile gördünüz mü? Ortak ve bireysel hayatlarımızdaki bu ikircikli durum da, beraberinde mehteran yürüyüşü gibi yaşamayı getiriyor.
Lümpenleşen toplum
Türkiye’deki ikinci bir dalga, lümpenleşme. Yani Şaban’ın Recep İvedik’leşmesi! Tüm bu karmaşayı 140 karakterle ya da havalı köşe yazarlarının yazılarıyla anlamaya çalışıyoruz. Cuma günleri cep telefonlarıyla 5000 kişiye “hayırlı cumalar” mesajı atınca dindarlaşmış olmuyoruz, ama lümpenleşiyoruz. Milli takım maçı kazanınca balkona asılan bayrakla milliyetçiliğimiz kabarmıyor, ama lümpenleşiyoruz. Ne yazık ki, Türkiye’de lümpenleşme, bile isteye üretilen, örgütlenilen, siyasi amaçlar uğruna motive edilen ve hareketlendirilen bir durum.
Türkiye insanı hukuka inanmıyor. %58’imiz yolu mahkemeye düşerse, adil bir muhatapla karşılaşmayacağını düşünüyor. Hukuka güvenmediğimiz için toplumsal dayanışma mekanizmaları altüst oldu. Doğal olarak, değer verdiğimiz ve iyi diye savunduğumuz şeylerle yaptıklarımız arasında dehşet verici bir yarılma var. Emniyet şeridine girmeye yanlış diyoruz, ama her gün onu kullananlarımız artıyor. Türkiye insanı – endişeli modernler, açtıkları bu yarıklar sayesinde, sokaktaki belayı evinin içine sokmuyor.
“Adalet”i arzuluyoruz.
KONDA olarak yaptığımız bir araştırmada, insanlardan, önce kendilerini tanımlayan 10 sıfatı, sonra Türkiye’nin bugünkü halini tanımlayan 10 sıfatı, sonra da arzulanan Türkiye’yi tanımlayan 10 sıfatı seçmelerini istedik.
Sonuçta görüldü ki, herkes yaşadığı toplumdan nefret ediyor, ama herkes kendine âşık. Sözünü ettiğim bireysel ve ortak hayat arasındaki yarılma burada başlıyor. En önemlisi de, arzulanan Türkiye sorusundan, %69’luk bir “adalet” cevabının çıkması.
Toplumun ruh hali, ancak ikilemler üzerinden açıklanabiliyor. Güvenlik mi, özgürlük mü ikilemine yerleştirilen insanlar, doğal olarak önce güvenlik diyor. Bugünün dünya liderleri ve siyasetçiler, insanları bu ikileme sokuyor ve hiçbir zaman, hem güvenlik hem de özgürlük vaat edemiyorlar. Ekonomik refah ve demokrasi arasında yaşanan ikilemde de durum aynı. Son zamanlarda, kalkınma için demokrasi gerekmiyormuş gibi haberler bile çıkmaya başladı.
Korkulara teslim olduğumuz için umudu konuşamıyoruz. Son yaptığımız araştırmalardan birinde, “Hayat şartları bakımından ne kadar mutlu hissediyorsunuz?” sorusuna %52 oranında “mutluyum” cevabı verilmiş. “Gelecek daha iyi olacak mı?” sorusuna olumlu cevap verenler 1/3 oranında. Kalanı da tedirgin ve karamsar. Belli ki, umutsuzlukla korku arasına sıkışmış kalmışız. Orta gelir tuzağına, demokrasi krizine, kutuplaşmaya sıkışmış kalmışız.
Türkiye’nin %64’ü, bir problemi kendi dinamikleri içinde tartışamıyor ve düşünemiyor. Ya yandaş ya da karşıt pozisyon alıyoruz. Asıl problemimiz, toplumsal uzlaşmayı yeniden üretmek ve “biz” olabilmek.
Kitapla ilişki
Kültür sanat ortamında, kültürel faaliyetlerde nasıl yansımalar var, şimdi de buna bakalım. “Hafta sonu ne yaparsın?” sorusuna sadece %9,8 “kitap okuma ya da sinema benzeri aktiviteler” cevabını vermiş.
Türkiye’de 15-29 yaş arası 19 milyon genç nüfus var. Bu gençlere haklarını, insan haklarını ve hayata dair bilgilerini nereden öğrendiklerini sorduğumuzda, kitaplardan öğrenenler %11, okuldan öğrenenler %10. Ailesinden öğrendiğini söyleyen gençler ise %70’in üzerinde. Bu yaş aralığındaki gençlerin %72’si cebindeki para için ailesine bağımlı, ailesinden aldığı harçlıkla yaşıyor. Yine onların %58’i hayatı boyunca hiçbir kültürel etkinliğe gitmemiş. Bu yaş aralığı için, çok ama çok düşük bir orandayız.
“Her zaman kitap okurum,” diyenler, 56 milyon yetişkin nüfusun sadece %10’u oranında. Türkiye insanının kapısına gidecek o güveni uyandırdıysanız, doğruyu söylüyordur. Grafikteki oranlara bakınca da dürüstlüklerini görebilirsiniz. Kimdir peki bunlar? Kadınlar erkeklerden daha çok okuyor, gençler daha fazla okuyor. Öğrenciler, beyaz yakalılar, emekliler, bekârlar ve boşanmışlar daha fazla okuyor.
İnternetten kitap alışverişi
Türkiye toplumunda erkekler, gençler ve eğitimliler internetten daha fazla kitap alışverişi yapıyor. “İnternetten şimdiye dek hiç alışveriş yapmadım,” diyenlerle “Son üç aydır alışveriş yapmadım,” diyenlerin oranına bakılınca, ülkenin yaklaşık 3/4’ü internetten alışveriş yapmıyor denebilir.
Genel tabloya da bakmalıyız elbette. Son 10 yılda 44 ilimizde tek bir kütüphane bile açılmadı. Var olan kütüphanelerden 127’si ise halen kapalı. Ülkenin nüfusu 2004-2016 yılları arasında %19,2 artarken, kütüphane sayısı %16,6 azaldı.
UNESCO’nun (Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu) dünyadaki okuma alışkanlıkları raporuna göre, Türkiye, kitap okuma oranında dünya ülkeleri arasında 86. sırada. TÜİK’in (Türkiye İstatistik Kurumu) yaptığı araştırmalara göre, kitap okumak insanlarımızın ihtiyaç listesinde 235. sırada yer alabiliyor. Bir kişi kitap okumaya günde ortalama bir dakika ayırırken, televizyon izlemeye ortalama altı saat, internete üç saat
ayırıyor.
Bu sayısal verilerden, kendimize yeni politikalar ve stratejiler üretmemiz gerekiyor. “Bu toplum okumuyor ve cahil,” diyerek kendi kendimizi jiletlemek yerine, her eve kitap sokabilmek için, devletle ve ilgili bakanlıklarla çalışabilmenin yolları düşünülmeli.
Kitapları yapanların sorumluluğu
Bu toplum, 50 yıl önce ya da Cumhuriyet’i kurarken daha yüksek eğitimli değildi ki… Umutsuzluğu çoğaltmaya devam mı edeceğiz? Sadece Türkiye değil, tüm dünya kritik bir dönemden geçiyor. Bu sıkışmışlığın içinden çıkmak için hızla düşünmeli, hızla üretmeliyiz.
2002’de, o günlerde yayımlanan 194 ders kitabını, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’ne göre tarayan bir proje önetmiştim. “Küreselleşme Türk kültürünü yok etmek için icat edilmiştir,” gibisinden bir cümle geçiyordu ders kitaplarında.
Toplumsal cinsiyet meselesi ise ders kitaplarında en yoğun görülen sorun. Ali araba alırken, Ayşe hâlâ bebek alıyor. Bu kitapları üretenlerin ve yayanların, bugünkü sorunlarımızda hiç mi payı yok? Nefret suçlarında, eşcinsel ya da Kürt komşuya gösterilen tepkide, toplumun üzerinde dolaşan kutuplaşma bulutlarında, bu kitapları yapanların hiç mi sorumluluğu yok?
Hepimizin görevleri var elbette. Bu ülkenin geleceği için hepimiz doğru ve iyi şeyler yapmak zorundayız. Tek yolu var; o da herkes kendi işini iyi yapacak. Bu kadar kutuplaşmış, nefretin kol gezdiği bir ülkede, herkes bastığı kitabın içeriğine dikkat etmeli. Tektipleştiren, kimlikleri yok sayan, keyfi bir hukuk ve adalet anlayışını yayan söylemlerden uzak durmalıyız. Ezberlerin dışına bakmak, dışında düşünmek gerekiyor.
En önemlisi, bu ülkenin geleceğine, insanına, yarınına güvenmek, inanmak ve emek harcamak gerekiyor.