Yayıncılığın Kültürel Çeşitlilikle İmtihanı
Metis Yayınları Kurucu Yayın Yönetmeni Semih Sökmen, yayıncılığın en temel evrensel ilkelerinden olan kültürel çeşitliliğin korunması noktasında ülkemizdeki gidişatı, 40 yıllık bağımsız yayıncılık emeği ve deneyimiyle yorumluyor.
Kasım’ın ilk günleri Fransa’dan gelen çok yeni bir haberle başlayalım. Fransa’da hükümet, online satış sitelerinin bedelsiz kitap teslimi yaparak haksız rekabete yol açmalarına karşı bir minimum ücret zorunluluğu getirecek. Fransız hükümeti bu kararı, bağımsız kitabevlerini büyük online satıcılara karşı korumak için aldı. Kültür bakanının, “online platformlardan kitap almayın,” diyeceği kadar açık bir tavırla, kitabevlerini desteklemek üzere yasa çıkarma yoluna gittiler. Kitapların fiyatlarından bahsetmiyoruz. Fransa’da zaten sabit fiyat yasası var. Kitap teslimatından alınan ücretten bahsediyoruz. Bizde ise bırakın kargo bedelini, belli başlı satış siteleri itibarıyla kitaplar halihazırda %35-%50 indirimle satılıyor.
Ticari rasyonellik sektöre ne yapıyor?
Şimdi soru şu: Fransa hükümeti, neden pazarını Amazon’dan korumaya çalışıyor? Amazon iyi hizmet vermiyor mu? Yoksa yayıncıların kitap satmasının, okurların da düşük fiyatla kitap satın almasının iyi bir şey olduğunu Fransız hükümeti bilmiyor mu? Tabii ki biliyor. Ama başka bir şey daha biliyor: Bağımsız kitabevlerinin Fransız kültürel çeşitliliği açısından vazgeçilmez bir önemi olduğunu, korunmaları gerektiğini de biliyor. Ticari rasyonelliğin her şey demek olmadığını, hatta bazen cinayet olduğunu, kitabevlerini ve kültürel çeşitliliği katletmek olduğunu gayet iyi biliyor. Onların bildiğini biz maalesef bilmiyoruz. Okurun kalıcı ve sürdürülebilir şekilde daha ucuz kitaba ulaşmasının yolunun satış mecralarında rasgele indirimler yapılmasından değil, sektörün hak ve destekler açısından güçlendirilmesinden geçtiğini ülke gündemine alamıyoruz. 1970’lerde, hatta 80’lerin sonuna kadar kitap fiyatlarının çok daha düşük olmasını sağlayan yerli kâğıt üretimi, kitap kâğıdında sübvansiyon gibi desteklerin mevcut olduğunu, bugün hatırlamıyoruz bile.
İşte burada kültürel çeşitlilikten ne anlıyoruz, neden korunup geliştirilmeli, bunu düşüneceğiz.
Bağımsız yayıncı, küçük yayıncı ya da az kitap yayınlayan yayınevi demek değil. Faaliyete yeni başlamış yayıncı demek de değil. Temel kriter, yayıncının kararlarının bağımsız olması.
Son 20-30 yılda kitap üretimi, yavaş yavaş, herhangi bir endüstri kolu gibi sayılarla, yüksek verimlilikle, büyüklüklerle, kârlılıkla konuşulan, insana ekstansif tarım gibi, kitlesel üretim gibi terimleri hatırlatan bir yöne kanalize oldu. Bu durum editöryal bağımsızlığın ve yaratıcılığın yitirilmesi ve böylece sırasıyla tür ve konu bazlı olarak kültürel çeşitliliğin, yani kitap çeşitliliğinin azalması sonucunu getiriyor. Bütün dünyada ampirik olarak böyle bir sonuç verdi. Oysa biliyoruz ki kitap çeşitliliğinin, hem kitapların kendi aralarında, hem de yarattıkları kültürel uzamda insanların birbirleriyle ilişkilerinde yeri doldurulamaz işlevleri var.
Sık kullanacağımız iki kavrama açıklık getirmek istiyorum.
“Bağımsız yayıncılık” derken, yayıncılık faaliyetinin bünyesi itibarıyla mali olarak bağımsız olmasını ve böylece kararlarında özerk olmasını kastediyoruz. Bu konuda bir yanlış anlama var: Bağımsız yayıncı, küçük yayıncı ya da az kitap yayınlayan yayınevi demek değil. Faaliyete yeni başlamış yayıncı demek de değil. Temel kriter, yayıncının kararlarının bağımsız olması. Neden, kimden bağımsız olması: devletlerden, cemaatlerden, başka sanayi kollarından. Bu açıdan büyük bir yayınevi de bağımsız olabilir, diğer yandan küçük bir yayınevi kendi dışındaki karar mekanizmalarına göbekten bağımlı olabilir.
Tabii ki aynı mali özerkliği, kitabevleri için de dağıtım kuruluşları için de kullanmamız mümkün. Bir örnek verelim: Selahattin Demirtaş’ın yeni kitabı Efsun çıkıyor. Doğal olarak her yerde bulunuyor, her yerde satılıyor. Hükümete yakın bir zincir mağaza grubu da satmama kararı vermiyor. Satıyor, üstelik çok satıyor, ama belli etmeden, dikkat çekmeden satmaya çalışıyor, durumu idare ediyor, mağazalarda ortaya çıkarmıyor. Belki üstüne gitse, sattığının iki misli satacak. Bu, zincirin devletten bağımsız olmamasının sonucudur. Bağımlı konumu nedeniyle böyle bir işin, hangi kitabın satılıp satılmayacağının, hükümet tasarrufunda olmadığını savunamıyor.
Bibliyo-çeşitliliğin yaşatılması…
Bildiğiniz gibi son 20-30 yıldır, şirket küreselleşmesi büyük tarım tekelleri yoluyla ülkelerin tarım politikalarını etkileyip yerli tohumları öldürüyor ve biyolojik çeşitliliğin ortadan kalkmasına ve toprağın fakirleşmesine yol açıyor. Biyolojik çeşitliliğe atıfla “bibliyo-çeşitlilik” kavramını kullanıyoruz. Bibliyo-çeşitlilik, yani kitap çeşitliliği hikâye anlatımının, yazmanın, yayımlamanın, sözel anlatım ve edebiyatın diğer ürünlerinin oluşturduğu kendine yeterli, bir ekosistem gibi davranan karmaşık sisteme verdiğimiz isimdir. Yazarlar ve üreticiler bu uzamda bir ekosistemde yer alan varlıklar gibidirler. Kitap çeşitliliği farklı düşüncelerin, eğilimlerin, deneme ve yanılmaların özgürce kendilerine yer bulup birbirlerini etkileyebilmelerini, adeta doğal biyolojik organizmaların yaşamında olduğu gibi, bu etkileşimlerin sonucu olarak yenilenebilmelerini, gelişebilmelerini ifade etmektedir. Yani ne kadar çeşitlendirirsek, o kadar zengin bir yeni-doğan nüfusumuz olacaktır.
Herkesin kendinize benzemesini istediğiniz zaman, öyle bir toprakta sanatçı yetişmiyor, entelektüel yetişmiyor, kültür gelişmiyor.
Hatırlayacaksınız, bundan 4-5 yıl önce sağ muhafazakâr cenahta başlayıp bir süre devam etmiş bir tartışma var: “Her şeyi elde ettik, başardık, ama kültür işini beceremedik. Neden olmuyor, niye yapamıyoruz?” diye. Bu ele geçirme, fethetme söylemi bir yana, ben bu tartışmaları takip etmeye çalıştım. Bir umutla… Maalesef aralarından hiç kimse, söz ettikleri başarısızlığın, çeşitliliğe düşmanca davranmaları yüzünden olduğunu göremedi: Herkesin kendinize benzemesini istediğiniz zaman, öyle bir toprakta sanatçı yetişmiyor, entelektüel yetişmiyor, kültür gelişmiyor. Sanatlardaki ve bilimlerdeki gelişmeler maceracı bir ruhla, yola çıkarak, göze alarak, kendini farklılığa açarak, farklılıktan korkmadan mümkün oluyor.
Kitap çeşitliliği, vahşi yerel tohumların mevcudiyetinin toprağı zenginleştirmesinde olduğu gibi, ana akımın dışında kalan yerel ve marjinal bilginin üretimidir. Kültürel çeşitliliği ve zenginliği üretenler, asla olanı tekrarlayanlar değil, sosyal, politik, coğrafi ve dilsel olarak sınırlarda yerleşik insanlardır, aykırılardır.
Bir şiir hiçbir zaman sadece bir şiir değildir.
Kültürel çeşitlilik perspektifinde, bir şiir hiçbir zaman sadece bir şiir değildir. Bir şiirin parasal karşılığı yoktur ya da pek azdır ama bir tiyatro oyununa ya da filme yol açabileceği gibi, bibliyo-çeşitlilik zinciri içerisinde başka birçok şiirin doğumuna neden olabilir. Bunları dünyamızdaki armağanlar olarak görürüz, değerlerini paraya vurarak saptamaya kalkışmayız. Bunları kaybettiğimizde elimizde çok fakir bir dünya kalacağını biliriz; tıpkı tek tip ürünle çoraklaşan bir toprak gibi, dünyanın kültürel çeşitliliğe dayanan canlılığı yitirilecektir. Örneğin kitabevleri. Kitabevi sadece kitap satılan bir yer değildir. Önünde arkadaşlarınızla buluştuğunuz, kitapları karıştırdığınız, dükkândakilerle ayaküstü sohbet ettiğiniz, sosyal bir mekândır. Bu yüzden kitabevlerinin ayakta duramayıp kapanmaları kültürel çeşitliliğe darbe vuran bir olaydır.
Kitap çeşitliliğinin azalması dediğimiz olgu, her zaman başlık sayısında düşme anlamına gelmeyebiliyor. Çoğu zaman sığ, basmakalıp, satış formüllü kitapların sayıca çok artmasıyla el ele gidiyor. Bu kitaplar belirli formüllerin biteviye tekrarlanmasına dayanıyor. Bu yüzden rakamlar illa gerçeği, fakirleşmeyi göstermiyor, artış da gösterebiliyor. Ama nitelik yerinde saydığı için bizim burada bir zenginlik olarak gördüğümüz çeşitliliğin artışına katkıda bulunmuyor.
Kapitalizm, haydutluğu azaltmıyor. Tam tersine, haydutluğu kurumsal hale sokuyor.
Aslında Türkiye’de bize özgü bir şansımız var. Dünyada en fazla bağımsız yayıncının bulunduğu ülkelerden biriyiz. Bu çok güzel bir şey. Yayımlanan kitapların çeşitliliği zaman zaman insanı şaşırtabiliyor. Ama aynı zamanda sözünü ettiğim süreç karşısında son derece kırılganız. Yayınevleri açılıyor, yayınevleri kapanıyor. Peş peşe gelen krizlerle bunun derinleşeceğini düşünebiliriz.
Çoğumuz 80’li, 90’lı yıllarda aramızdaki konuşmalarda, sektörümüzdeki bütün olumsuzlukların faturasını kitap üretiminin endüstrileşmemiş, kurumlaşmamış olmasına bağlardık. Yani ödeme güçlükleri, iflaslar, dağıtım ve satıştaki güçlükler her zaman ülkedeki küçük esnaflığın sonucu olarak görülürdü. Bu doğru değil. Hayat da bunun böyle olmadığını kanıtladı. Kapitalizm, haydutluğu azaltmıyor. Tam tersine, haydutluğu kurumsal hale sokuyor.
Buradaki çeşitlilik perspektifimiz açısından bir yayınevinin kurumsallaştığını ve sermaye itibarıyla çok büyüdüğünü ve hem başlık hem tiraj olarak çok daha fazla sayıda kitap yayımladığını düşünelim. Söz konusu yayınevinin illa daha güzel kitaplar yapacağını iddia edemeyiz. Bunun Avrupa ve Amerika’daki örneklerinde tam tersi görülmüştür. Satın alınıp büyük şirketlere dahil edilen küçük ve orta ölçekteki yayınevlerinin, işte o söz ettiğim, bağımsızlıktan gelen esprileri kaybolmuştur. Bu aslında son derece ilginç bir şey. Yani kitap üretimi matbaa makinasıyla birlikte ilk seri üretim olduğu halde, bir özelliği açısından endüstrileşmeye direnmektedir. Çünkü kitap hem sanat yapıtı gibi biriciktir, hem de birçok eşya gibi, bir prototipten istediğiniz sayıda üretilebilir. Büyümek bir yayınevini illa ki daha iyi bir yere getirmeyebilir.
Kitap çeşitliliğini sınırlayan, daraltan olumsuzluklar, engeller…
Sansürle başlayalım. Devletin resmi ideolojisinin ve toplumdaki güçlü ideolojilerin (örneğin din ideolojisinin) farklılıklara karşı uyguladığı baskılar: doğrudan sansür, yasaklamalar, kovuşturmalar vb. Toplumsal aktörlerden gelen, başkalarının farklılıklarına karşı çeşitli biçimlerdeki şiddet eğilimi. Devletlerin bu faaliyetleri bırakın engellemeyi, bireyler üzerindeki topluluk/cemaat baskısını desteklemesi, bunu bir yönetim stratejisi olarak kullanması.
Yazara, yayıncıya, hatta çevirmene karşı cemaatin, topluluğun şiddet göstermesine izin verilmesi, göz yumulması, böylece yayıncıların otosansüre sevk edilmesi. Bu tarz şiddet gösterenlerin veya bunlara göz yuman kamu görevlilerinin impunity, yani cezasızlık yoluyla cezadan muaf tutulmaları.
Bir de konfor sansürü (comfort censorship) dediğimiz şey var: Bir grubun, kesimin rahatının başka bir kesimin güvenliğine yeğ tutulması. Ana akım medyada sık görülen konfor sansürü mesela bir ülke yurttaşlarının mültecilerden, erkeklerin kadınlardan, Batılılar’ın dünyanın geri kalanından daha önemli addedilmesiyle, bu kesimlerin konforu için diğerlerinin başına gelenlerin basında hiç yer almaması, çarpıtılarak yer alması, önemsiz gösterilmesi şeklinde olur. Bu da bir tür kültürel ırkçılıktır.
Kendi eğilimlerimizle devam edeyim. Üreticilerin, biz yayıncıların kolaycılığı, ticari yararcılığı, gitgide artan bir homojenleşme ve hormonlanma eğilimi. Eski fikirlerin parlatılarak popüler versiyonlarının yazılması, yıldız yazarlığın teşvik edilip kışkırtılması. Biz kendi aramızda, böyle para kazanma beklentisiyle kurgulanmış kitaplara “formül-kitap” ya da “operasyon kitabı” diyoruz. Satış anlamında da “doldur boşalt” ile çalışıyor. Bu tarzın, krizler karşısında çok kırılgan olduğunu hatırlatmakla yetineyim.
Endüstriyel yayıncılık ve büyük ölçekli satış/dağıtım örgütlenmesinde kârlılığın ön plana çıkması, bu yüzden yaratıcı, riskli, orijinal, ana akım olmayan metinlerin ve projelerin desteklenmemesi ya da ikinci plana atılması. 20. yüzyılın önemli bir kısmında bütün dünyada yayıncılık, zanaat tipi bir organizasyon modeliyle çalışıyordu. Para kazanmak için yapılacak bir iş değildi, yıllık banka faizine eşit kâr oranları vardı. Üniversitedeki maaşlarla editörlerin maaşları başabaştı.
İnsan seslerinin ve hikâyelerin taşıyıcılığını yapmak…
ABD’de yıllarca yayıncılıktaki kâr oranı %3’tü. Avrupa’daki yayıncılardan bazıları (Gallimard, Seuil) bir yüzyıl boyunca %1-%3 arası kârlılıkla çalışırken, yeni zamanlarda bu kârlılık yeterli görülmüyor. %10-15 gibi oranlar beğenilmiyor; böylece kâr beklentisi düşük kitaplar gitgide daha az kabul görüyor, editörlerin üzerindeki beklenti ve baskı artıyor.
Kitap yayıncılığının bir ölçek meselesi olarak görülmesi, niceliklerin ön plana çıkması. Kitle pazarına hitap edecek özelliklere sahip olmayan kitapların destek görmemesi, tercih edilmemesi. Büyük yayıncıların bu eğilimden daha kolay kaçabileceğini düşünebilirsiniz. Ama bu mantık küçük büyük dinlemiyor.
Satış rakamları, fiyattaki yüksek indirimler, giderek kitabın niteliksel bir özelliği sanılmaya başlıyor. Satan kitap iyi kitaptır ya da ucuz kitap iyi kitaptır gibi.
Dünyanın en saygın üniversite yayıncılarından biri, Oxford University Press bile editörlerinden satış garantisi olan kontratlar yapmalarını beklemeye başlıyor. Oxford UP’in Kitâb-ı Mukaddes’in yayın hakları imtiyazını elinde tuttuğunu bildiğinizde, satışların düşük olması nedeniyle şiir dizisini kısıtlama kararı almasına daha çok şaşırıyorsunuz. Nihayetinde bugün dünyanın en büyük kitap pazarı olan ABD’de yayın sektörünün %80’i, 5 büyük şirketin elinde. Medya uzun zamandır küresel tekellerin ya da baskıcı siyasi iktidarların etkisi altında olduğu için, görmezden gelinen ya da bastırılan insan seslerinin ve hikâyelerinin taşıyıcılığını yapmak, kitap çeşitliliğini korumak, bağımsız yayıncılara düşüyor.
Yine bu şirket modeli organizasyonda yayıncılık bir meslek (profession) olarak değil iş (business) olarak görülüyor. Dolayısıyla bu organizasyon içindeki profesyonel yayıncılık eğitimi de kitap üretimiyle değil, satış ve pazarlamayla ilgileniyor.
Satış rakamları, fiyattaki yüksek indirimler, giderek kitabın niteliksel bir özelliği sanılmaya başlıyor. Satan kitap iyi kitaptır ya da ucuz kitap iyi kitaptır gibi.
Bu fabrika tipi üretimde editörlerin yerine satış birimleri önem kazanıyor, bütün süreçlere editöryal değil, satış perspektifi hâkim oluyor. Kadrolaşma ve insan kaynakları da buna göre düzenleniyor. Oysa bugün dünya çapında adını anabileceğimiz çok sayıda yazarın kitaplarının ilk basımlarının düşüklüğü çok şaşırtıcıdır. Kafka’nın ilk basımları 600 adet yapılmıştır. Bugün mesele, burnumuzun dibinden geçen Kafka’ları görebilmek, farklı seslere, alışılmışın ötesindeki metinlere açık olabilmektir.
Aynılık yüceltiliyor, eşitsizliğin yansımaları artıyor!
Eğitim politikalarında kültürel çeşitliliğin tam tersi eğilimler var: Aynılığın, uyumun yüceltilmesi, aykırı görüşlerin yadırganması… Çokseslilik yerine tekseslilik. Monokültür gibi, tek ürüne dayalı tarım gibi, bir ses ve fikir birliğinden medet umulması. Bu, örneğin orduda ya da bürokraside iyi bir şey olabilir, bilemiyorum, ama bildiğim bir şey varsa, kültür için son derece öldürücüdür.
Belirli edebi türlerin de aynı şekilde satış kriterleriyle değerlendirilmesi. Şiire, denemeye karşı romanın üstünlüğü gibi.
Yayın kuruluşlarının sermaye temelinde başka sanayi kollarının bulunması. Yayıncı, ama enerji satıyor. Yayıncı, ama reklam şirketi var. Yayıncı, ama dini bir kuruluşun yan etkinliği gibi. Yayın kuruluşunun siyasi partilere, dini kuruluşlara, başka sanayi ve banka sermayesi kuruluşlarına mali olarak bağımlı olması, böylece yayın tercihlerini bağımsız yapamaması. Bu anlamda yayıncının -yani sermayesinin- bağımsızlığı çok önemli bir değerdir.
Çokseslilik yerine tekseslilik… Bu, örneğin orduda ya da bürokraside iyi bir şey olabilir, bilemiyorum, ama bildiğim bir şey varsa, kültür için son derece öldürücüdür.
Küresel ana akım ideolojik blokların yerellikler üzerinde hegemonya kurması ve eşitsiz güç ilişkilerinin yerelliği boğması. Örneğin, dünya çapındaki din ideolojileri, liberal tüketicilik, moda haline getirilmiş kültürel kalıplar, kısaltmalar, klişeler, dünya çapındaki moda söylemler ya da militarist söylemler, hep böyledir.
Ülkeler arasındaki genel eşitsizliğin yansımaları. Kitapların diller arasında çevrilmesinde eşitsizlikler var. İngilizce ve Arapça başka dillerden çok az kitap çeviriyor, ama Anglosakson dünya, dünyanın geri kalanına çok büyük bir hacimde kitap başlığı ihraç ediyor.
Irkçılık, kadın düşmanlığı, cinsiyet ayrımcılığı, çocuklara ve kadınlara karşı cinsel şiddet, milliyetçilik ve militarizm gibi dertli konulardan, bu konuların getirdiği tartışma ve çatışmalardan kaçınılması yönündeki “huzur arayıcı” eğilimler.
Bir de bize özgü kültürel anomaliler var. Bir örnek vereyim. Bizim çoksatan listelerimizde 30-40 yıllık kitaplar bulunabiliyor. Bu tuhaflık, aslında yeni çıkan ve görece iyi satış yakalayan kitapların, uzun zamandır çok satış yapan bazı klasik başlıklar karşısında şansını düşürüyor. Bu listeler, dünyanın her yerinde, aslında son yılın ya da son birkaç yılın çoksatanlarını okura gösterme amacını taşır ve böylece kitap çeşitliliğine katkıda bulunan bir kamusal alan yaratmaları beklenir.
Ne yapabiliriz?
Ahlaki ya da soyut, subjektif önerilerde bulunmak istemiyorum. Tam tersine, maddi gelişmelerle paralellik taşıyan öneriler üzerinde durmak isterim. Kimsenin para kazanmasına da diyeceğim yok. Benim de en sevdiğim şey, iyi, güzel bir kitabı iyi satabilmek, yaygınlaştırabilmek.
Yayıncıların, hep daha fazla büyüme yolundaki eğilimlerinden vazgeçmeleri lazım. Büyümezsek, durursak düşeriz bakışından kurtulmak lazım. Az ve öz üretmek lazım. Büyüme, işler iyi giderken olumlu görünen, stoklar şiştiğinde, kriz koşullarında ise ölümcül olan, ağır darbe vuran bir şeydir. Yayıncılar kitaplarla, kitapların niteliğiyle ilgilenmeli, iş süreçlerine yoğunlaşmalıdırlar. Yayımlama arzusu ve tatmini burada aranmalıdır. Rekabet de burada yaşanmalıdır. Orta ve uzun vadede kârlı olan da budur. Bir yayınevini var eden şey budur.
Bütün dünyada yayıncıların listeleri zarar etmiş kitaplarla doludur ama iyi ki vardırlar. Birçok insan bunlardan yararlanır.
Bu yüzden kısa vadeden, vurkaç işlerden kaçınmalıdır. Herhalde bir yayınevinin gelir gider dengesini tutturmak istemesiyle, %20’ler, %30’lar düzeyinde kâr elde etmek istemesi arasında fark var. Sorun bir denge tutturmakta, ölçü tutturmakta yatıyor sanırım.
Şimdi asıl muradıma geliyoruz: Ben yayınevlerini kültürel çeşitliliği, kitap çeşitliliğini geliştirecek asıl aktörler olarak görüyorum. Yayınevi bunu nasıl yapacak? Bazı türler ve konular ticari olarak ilk bakışta elverişsiz gibi görünse de, örneğin yayınlanmış bir şiir kitabı bilanço kartında maliyetini kurtarmamış gibi görünse de, aslında kitapların performansına topluca bakılmalıdır. Bütün dünyada yayıncıların listeleri zarar etmiş kitaplarla doludur ama iyi ki vardırlar. Birçok insan bunlardan yararlanır. Listenin toplam performansında, doğru seçilmiş her kitabın bir payı vardır. Ama yayınevi işte asıl doğru seçilmiş ne demek, kendisi açısından buna karar vermelidir.
Ekosistemdeki varlıklar, kitaplar…
Bir ekosistemdeki varlıklar gibi, kitapların birbirlerine her açıdan katkıları vardır. Birbirlerini tamamlayarak entelektüel, kültürel ve evet, ticari bir hacim, bir uzam yaratırlar. Bu katkı eşsizdir, fiyatı parayla ölçülemez. Bu yolla yayınevi olarak kendinize bir koleksiyon ve bir okur topluluğu yaratmış olursunuz.
Bir jest ve görüntü olarak değil, gerçekten kastederek, sektörde yer alan yayıncıların haklarına sahip çıkmalı, dayanışma ve yardımlaşmayı teşvik etmeliyiz; yayınlama hakkından siyasi iktidar karşısında ve toplumdaki diğer güç odakları karşısında asla taviz vermemeliyiz.
Dikkat ederseniz devleti hep sansürle hatırlıyoruz. Durumumuzun en trajik yanı devletin kolaylaştırıcılığından, teşvikinden, olumlu ortam hazırlamasından bahsetmeye gelemememizdir. Bu kolaylaştırıcılıktan nasıl yoksun olduğumuzu konuşmalıyız. Devletin anayasa ve kanunlardan gelen görevlerini konuşmalı ve talep etmeliyiz.
Düşünce ve ifade özgürlüğünü, yayınlama özgürlüğünü, birbirimizin davalarına, yazarlarımıza ve çevirmenlerimize açılan davalara doğrudan sahip çıkarak savunmalıyız. Bu davalar, şeklen şu ve veya bu kişiye aitmiş görünse de, doğrudan doğruya bizim davalarımızdır.
Kültürel çeşitliliği ve kitap çeşitliliğini geliştirebileceğimiz imkânlar çok geniştir, çok çeşitlidir. Yeter ki yaratıcı olabilelim. Bugün burada bir arada olmamız da, 11 yıldır süren Zeynep Cemali Edebiyat Günü etkinliğinin kendisi de kültürel çeşitliliğe çok değerli bir katkıdır.
Belirtmeliyim ki, bugün özetlemeye çalıştığım fikirlerin büyük çoğunluğunu, Uluslararası Bağımsız Yayıncılar Birliği üyesi, şair, yazar ve yayıncı Susan Hawthorne’nun Bibliodiversity, A Manifesto for Independent Publishing kitabına, Metis’ten Müge Gürsoy Sökmen’in yine Uluslararası Bağımsız Yayıncılar Birliği’ndeki çalışma raporlarına ve yazılarına borçluyum. Geri kalanı da Metis’teki yayın politikamıza ve ticari anlamdaki deneyimlerimize dayanıyor.